Radiohead'i gerçek anlamda bu sonbahardan beri doğru düzgün dinliyorum diyebilirim ve bir özeleştiri olarak bu grubu kendi inatçılığım yüzünden geç tanıdığım gruplardan biri olarak sınıflandırıyorum. Yıllarca Paranoid Android'den (ki severim şarkıyı) yola çıkarak, grubu kafamda bir çeşit MTV grubu olarak etiketlendirdim (evet, pek de alakalı bir yaftalama değil). Bu sebeple, günah çıkarma arzumu, ilk yazımla sonlandırmam yerinde olur sanırım...
Bir şeyler hakkında görüş bildirirken genelde en somut noktaları başa alma huyum olduğu için albümün künyesiyle başlıyorum: The King of Limbs grubun sekizinci albümü. Albüm, yaklaşık 10 gün önce grubun kendisi tarafından internette satışa sunuldu ve youtube'da paylaşıldı. Süresi nispeten kısa olmakla birlikte (~37 dakika), albümün Mart'ta çıkacak CD versiyonu veya Mayıs'ta çıkacak plak versiyonlarında ek şarkı(lar) beklendiğini belirtmem lazım (son şarkı ¨bittiğini sanıyorsanız yanılıyorsunuz¨ diyor örneğin)...
8 şarkılık albümün ilk 4 şarkısı daha ritmik ve hareketli iken albümün ilk video klibinin de çekildiği Lotus Flower ile birlikte daha durağan ve/veya huzurlu bir havaya bürünüyor. Müzikler, doğal olarak Thom Yorke'un vokallerinin etrafına inşa edilmiş olsa da arka plandaki enstrümantal, ritmik ve melodik öğelerin zenginliği ile tekillikten sıyrılıyor. Radiohead'in son birkaç albümündeki gibi elektronikler ve yoğun ses işlemeleri bu albümde de kendini gösteriyor. Kaydın titizliğini de özellikle belirtmek lazım: ses kalitesi, kanalların karıştırılması, stereo dağılımı gibi ses mühendislerinin katkılarını cıkarırsak (dizüstü bilgisayar hoparlörlerinden dinleyerek örneğin) müziğin dolgunluğundan önemli bir kısmının kaybedeceğini söyleyebilirim.
Bu albüm, bence, sadece bilgisayar başında arka planda hatta kahve yudumlayıp yıldızları izlerken dinlenirse algıdan kaybedecek bir çalışma. Melodik ve ritmik olarak naif bir biçimde basit diye adlandırabilsek bile bu formu oluşturan elemanlara gözümüzü kapayıp ciddi ve disiplinli bir dinlemeyle meydan okumadan olan bitenin coğunun farkına varamadığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Elbette kahve (ya da sevdiğiniz herhangi bir madde), (şehrin ışıklarının bir köşesinden bulabilirseniz) yıldızlar ve Radiohead üçlüsü kadar zevk alabileceğinizi söylemeye çalışmıyorum; ama dediğimi 2 dakikalığına bile olsa yapabilirseniz kahve keyfinizin daha eşsiz olacağını garanti ederim! Eğer ben zaten öyle dinleyen bir çılgınım diyorsanız, memnuniyetle Shephard tonlarıyla sizi daha fazla ayrıntıya girmeden baş başa bırakıyorum...
Yazıyı bitirmeden önce albümün grup tarafından bizzat çıkarılışı hakkında da bir övgü sunmak istiyorum. Radiohead, albümün düşük kalitelisini youtube'da paylaşarak ve isteyenlerin albümü satın alabileceği aracısız bir seçenek sunarak, biz dinleyiciler ve sanatçılar arasında kendi tabirleriyle ¨faydalı¨ ve ¨ahlaklı¨ bir aracı olduklarını dayatan yapım şirketlerine, kendi oyunlarında yenilgiyi tattırıyor. Belki albümlerin satış yöntemleri üzerinden giderek ¨müziğin özgürleşmesi¨ kavramını sığlaştırmak yanlış ama özellikle Radiohead gibi kabul görmüş sanatçıların entelektüel birikimin dolaşımı için gerek kendi web sitelerinden gerekse Bandcamp gibi minimum aracılık ve sıfır müzikal sınırlama yapan web siteleri aracılığıyla hem paralı hem de bedava alternatifler geliştirmesiyle, orta çağdan kalma ¨müzisyenleri açlıktan koruyup, takdirle bahşeden korumacı soylu¨ anlayışının usulca silineceğini ümit ediyorum.
Kısacası Thom Yorke'un eşsiz vokallerinin ve geleneksel enstrüman temelli ve/veya elektronik kaynaklı seslerin yeri geldiğinde birbirlerinin görevlerini üstlendiği, tınısal olarak alışılageldik rock/alternatif türlerin sunduğu deneyimlerden ayrılmış bir albüm var karşımızda. Eğer gerçekten merak ediyorsanız, kırk dakikanızı koşuşturmalardan, feysbuktan ve benzerinden koparıp, güzelcene de bir kulaklık alıp, zaman ve mekandan kendinizi soyutlayın; sonrasında siz de Lotus Flower'la içten ve umarsızca dansetmek isteyeceksiniz.
Sertan Şentürk
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder