|
Fotoğraf: Muhsin Akgün |
- Futbol sevmeyenin anlamayacağı
bir kavram “taraftarlık”. Siz bu bağı nasıl tarif ediyorsunuz?
Aslında futbolu sevmeyen de
anlayabilir; hayatın başka alanlarında da sebebi müphem bağlılıklar yok mu?
Tamamen müphem değil elbette, insanların takımlarına yükledikleri anlamlar, bir
ucundan, onların hayata ilişkin tutumlarını yansıtır. Abartmayalım ama sadece
‘bir ucundan’ diyorum! Ayrıca taraftarlık, bir cemaat bağı sunar. Gerek yüz
yüze gerek anonim, büyük bir topluluğun parçası olur, onun iletişim ağında
sarmalanırsınız. Eğlenceyle gerilimin güzel bir harmanıdır. Elbette afyon
yanını ihmal etmeyelim: ‘sair’ hayatın dışına çıkartır, bir paralel
evrene taşır. Delilik eşiğinin geçildiği yer, bu paralel evrenin, medya
tabiriyle “ kendi gündemini dayatması”dır!
- Dünyada taraftar kavramı ciddi
bir biçimde değişiyor. “Müşteri” özelliği ön plana çıkıyor ve kulüp
yönetimindeki etkinlikleri azalıyor. Türkiye, bu sürecin neresinde?
Futbolun endüstrileşmesi denilen
olgu, işte. Türkiye’de taraftarlar bu süreçten bilhassa olumsuz
etkileniyorlar. Zira hem endüstrileşme yani piyasalaşma sürecinin pahasını
ödüyorlar. Hem maddi hem manevi cinsten ödenen bir bedel bu. Futbol izleyiciliği
pahalılaşıyor ve üzerine gittikçe daha fazla para kokusunun sinmesiyle
çirkinleşiyor, ilaveten kriminalleşiyor. Hem de, biz burada endüstrileşmenin
‘nimetlerinden’ de yararlanamıyoruz: Tuvaletler hâlâ foseptik çukuru,
girişlerde çıkışlarda insanlar itilip kakılıyor, yani kimse müşteri
memnuniyetini falan gözetmiyor. Türkiye için kulüp yönetimindeki etkinliğin
azalmasından söz edemeyiz zira zaten pek yoktu.
- Simon Kuper'in
dediği gibi stadyumlar normalde söylenmesi çok zor şeylerin yankılandığı mekânlara
dönüşebiliyorlar. Bahsettiğiniz gibi cemaatsel ilişki içine giren taraftarlar
etkili ve organize bir muhalif grup haline dönebiliyorlar. Peki, Türkiye'de bu
neden pek gerçekleşmiyor, hatta tam tersine genellikle müesses nizamın
ezberlerinin ve hassasiyetlerinin yeniden üretildiği yerler halinde stadyumlar?
Bunun kulüp yönetimlerinin gayrı
demokratik, oligarşik yapısıyla ilgisi var. Yönetimler veya yönetim cenklerine
giren hizipler tarafından desteklenen çetevari yapılarla ilgisi var. Bunlar
malum. Beri yandan ufak da olsa iyimserliğe el veren kıpırtılara göz kulak
açmamız lazım. Birçok kulübün taraftar ortamında, “başka türlü bir şey”
söylemeye çalışan gruplar, grupçuklar boy gösteriyor. Bir tek Çarşı yok yani!
Beri yandan, Çarşı’ya da baştan aşağı bir erdem, muhalefet, sol ve güzellik
timsali gibi bakmamak lazım. Bu tohumların yeşermesini umabiliriz, ummalıyız.
- Türkiye’de futbol ağırlıklı
spor gazeteleri en yüksek tiraja sahip 10 gazete arasında. Futbol okumaya talep
bu kadar fazlayken, nispeten yeni bir alan olan futbol kitaplarına ciddi bir
talep var mı? Bu kitapların okuyucu kitlesi kimler?
O gazeteler de okunmaktan ziyade bakılan
gazeteler. Ağırlıkla bir: taraftar, iki: bahisçi gözüyle bakılan
bültenler. O ayrı bir âlem. Yani günlük futbol gazetelerinin nüfusu, genellikle
herhangi bir kitap okuyacak bir nüfus değil. Futbol kitaplarının çok
fazla ilgi gördüğünü söyleyemeyiz. Temel nedenler bana kalırsa birincisi zaten
genel olarak kitapsever bir memleket olmayışımız, ikincisi futbol meraklısı kitlenin
futbolseverden çok taraftar olması. Benim bıkmadan tekrarladığım kötü örnek,
İslam Çupi’nin üç ciltlik seçme eserlerinin tek baskıda kalmış olmasıdır.
Adı sık sık anılan, o kadar Fenerbahçeli ve okuması o kadar neşeli bir yazarın
böyle bir okumazlık duvarına çarpması üzücü. Ama futbol kitaplarının batak
olduğunu da söyleyemeyiz. Tabii kulüp monografileri taraftarlık heyecanlarına
hitap ederek ekstra bir ilgi uyandırıyor. Trabzonspor, Eskişehirspor,
Samsunspor kitapları yeni baskılar yaptılar. Ama bunun dışında her türlü futbol
kitabını merakla bekleyen bir okur zümresi de oluştu, küçük olsa bile.
- Futbol yayıncılığının
Türkiye’de geç başlamasına sol entelektüellerin, bizce size kadar, aşağılayarak
bakmaları mı sebep oldu?
Tabii, bunun etkisi oldu. Fakat
her vesileyle tekrarlıyorum, birkaç yıldır öbür uca savrulduk. Şimdi de
futbolla ilgilenmemek, Zizek’i bilmemek gibi bir şey sayılıyor! Biraz önce
belirttiğim gibi, “Çarşı” mesela, tam teşekküllü sol parti muamelesi gördü,
görebiliyor. Şu son şike skandalı patladığında Radikal’de futbolun şişik
topunun indirilmesi gerektiğini yazmıştım. Oransızca büyüyen futbol
ekonomisiyle ilgili söylemiştim bunu. Futbol ilgisi hakkında da aynı şeyi
söylüyorum; topun havası fazla şişti, biraz indirmek lazım.
- Yurtdışında futbol
kahramanlarının hayatı üzerine birçok çalışma yapılırken, kişi kültünün çok
popüler olduğu Türkiye’de bu alanın bakir kalmasının sebebi nedir?
Yine genel bir zaaftan söz
edeceğim: Türkiye’de genel olarak “iyi” biyografi, ne kadar var? Her
şeyden önce tam da o kişi kültü bir kere, iyi biyografi yazılmasının önünde
engel. Methiyeyle, mersiyeyle biyografi olmaz. Yazmaya talip olanlar “hayran”
formatında, hayat hikâyesi yazılacak olanlar da zaten sadece hayranlığa talip
olanlar olunca, mahsul tabii kesat olur! Kulüp-takım monografilerinden söz
ettim ya az evvel… O kitaplarda da bu sorunun olduğunu düşünüyorum.
Hepsinde ve bütün yazarlarda değil, hâşâ… Ama hayli yaygın olarak bir hayranlık
ve “kör aşk” anlatısı, yoruyor insanı! Biraz bu nedenle, biraz da zaten belli
başlı kulüplerin monografilerini yapmış olduğumuz için, futbol kitapları
dizimizde bundan sonra tematik çalışmalara ağırlık verelim istiyoruz.
Sosyolojik bir bakışı ve malzemesi olan çalışmalar… Bir ay içinde bunun başarılı
bir örneği çıkacak: Sevecen Tunç’un, Cumhuriyetin kuruluşundan 1960’ların
sonlarına kadar, yani Trabzonspor öncesinde, Trabzon futbolu üzerine
incelemesi. Futbol aynasında, Trabzon’un bu dönemdeki modernleşme sürecinin ve
kent kimliğiyle ilgili arayışlarının hikâyesi.
- Radikal Futbol yayın hayatına veda ettiğinden beri, futbol
yayınlarında büyük bir boşluk oluştuğunu düşünüyoruz. Sizce ondan sonra çıkan
dergiler veya bloglar bu açığı doldurabildi mi?
Hemfikirim. Radikal’in şimdi
çarşambaya kayan Salı sayfası, dediğiniz gibi aylık futbol dergileri, bloglar
elbette boşluk dolduruyor, fena da doldurmuyor, pek çok okunacak lezzetli ve
faydalı yazı oluyor oralarda. Fakat Radikal Futbol bir “kadro” işi idi. Öyle
derli toplu, kafa dengi bir kadronun çıkardığı bir yayının eksikliği
hissediliyor. Tek tek bloglarda, dergilerde boşluk doldurmaktan fazlasını yapan
yazılar okuyoruz, eksik olan, bir ortak platform.
- Klişecilik, ajitasyon ve
şovenizm dolu bu sığ futbol medyasının içinde, bunlardan arınmış alternatif bir
dil oluşabilir mi? Genellikle futbol okumayı severlerin yani sizin tabirinizle
“kârhanedeki romantik”lerin nefes alabileceği bir medya oluşabilir mi?
Zor ama oluşması için çaba sarf
etmek gerekir. Medya toptan ‘arınmaz’ ama delikler açılabilir, sızılabilir, alternatif
mecralar oluşturulabilir. Ben bu bakımdan da iyimserim. Hem ana akım medyada
ırkçılığa-şovenizme karşı çıkanlar, “aklıselim” yazanlar-konuşanlar, ayrıca
bilerek-okuyarak-izleyerek yazanlar, bir on yıl öncesine göre çok daha fazla.
Alternatif mecralar, özellikle elbette internet üzerinden, küçümsenmeyecek bir
alt-kültür oluşturdular. Nefes alabiliyoruz yani!
- Bu sığlığa ek olarak, futbolu
sevmek ve izlemek bile bu kadar zorken, ondan nefret edecek bu kadar sebep
varken, sizi futbolu yazmaya iten sebepler nedir?
Vallahi, en az futbol zevki
kadar, yazma zevki. İtiraf edeyim, galiba futbol okumayı ve futbol yazmayı
futbol oynamaktan ve futbol izlemekten bile daha fazla seviyorum! Futbol
hikâyelerini çok seviyorum; bunları insanlarla, şehirlerle, duygularla,
dertlerle, dünyanın elli türlü meselesiyle ilgili bir âlem, bir “küre” olarak…
Bütün hikâyeler futbola bulanınca başka bir renge bürünüyor. Dünyanın
elli türlü meselesini başka bir ilgiyle, başka bir veçhesiyle görüp
düşünüyorsunuz. Dünyanın elli türlü meselesini, insan hallerini, hissiyatları
futbol üzerinden konuşmanın bir ferahlığı, bir neşesi, en nesnel tabirle: bir
imkânı var. Yanlış anlaşılmasın, futbolu bir yan yol, bir vesile olarak
“kullanıyor”, malzeme ediyor değilim, malzemenin kendisini de seviyorum.
- Peki, siz neler okuyorsunuz?
Örneğin en favori futbol yazarınız/kitabınız kim/ne?
Oo, çok. Nick Hornby’nin Fever
Pitch (Futbol Ateşi), ilk anılacak kült kitap. Bir klasik. Bağış Erten
Türkçeye çevirdi. Futbolun “abartılmasından” ve samimiyetsizlik istilasına
uğramasından ötürü futbol yazmayı bırakan Can Kozanoğlu’nun Bu Maçı Alıcaz’ı,
bir öncü kitap. Macar yazar Laszlo Darvasi’nin Santrforun Rüyası’nı,
Fikret Doğan’ın çevirisiyle İletişim’den yayımlamıştık, futbol kitaplarından
değil dünya edebiyatından, zira A sınıfı edebiyattır! Şahane bir kitaptır,
futbol fantastiği; Eduardo Galeano’yu penaltılara kalmadan eler, öyle diyeyim
size. Ne yazık ki, kadri bilinmedi. Simon Kuper tabii, her çalışması okumaya
layıktır. Ben esasen Almanca okuyorum. Önemli İngilizce kitapları
da Almancaya çevrilince okuyorum. Almanya’da çıkan 11 Freunde (11
Arkadaş) ve Avusturyalı Ballesterer (Topçu diye çevirebiliriz)
dergileri, aylık gıdamdır. Futbol romantizmini, endüstriyel olmayan futbol
dünyasını bilhassa görsel olarak yaşatan dergiler bunlar. Endüstriyel futbol
âlemine de “hikâye anlatıcısı” tavrıyla bakmayı başarıyorlar. Bütün dünyanın
futbol âlemine meraklılar. Örneğin, “Geçen Ayın Kayıpları” sütunları var, her
ay iki üç kişiye yer ayırıyorlar, orada Vedat Okyar’ın ölüm haberi çıkmıştı.
Edebi bir inceliği olan fırlama bir gençlik diliyle yazıyorlar, çok başarılı
buluyorum. İyi monografilere meraklıyım. Beni çok etkileyen
birinden bahsedeyim, yine Almancadan olacak. Hartmut Hering diye bir adamın, Bin
Derbiler Diyarında adında kocaman bir kitabı vardır. Büyük boy, 400 sayfa.
Almanya’da Ruhr bölgesinde futbolun yüz küsur yıllık sosyal tarihini anlatır.
Ruhr bölgesi dediğiniz yeri küçümsemeyin: Schalke var, Dortmund var, Essen,
Düsseldorf, Bochum, Duisburg var. Sanayi bölgesi olarak yükseliş ve
çöküş, işçi sınıfı kültürü, yabancı göçmenler… Dünya savaşlarının, Nazi
döneminin, sosyal refah devrinin gelip geçişi… Bu arada futbolun dönüşümü ve
kulüplerin hayat hikâyeleri. Hayranlık vericidir, bir büyük aile romanı gibidir.
Türkçede, gazete-dergi-blog yazılarında okumayı sevdiğim çok yazar ve çok
arkadaşım var, saymayayım!
- Son olarak, TFF’nin kararı
üzerine Türkiye ligi analizlerini bıraktınız. Hangi gelişmeler gerçekleşirse,
sizi tekrar okuyabileceğiz?
İyi haber mi kötü haber mi bilmem
ama yazdıklarımı okumaya devam edebilirsiniz zaten! Haftalık maç
değerlendirmeleri yazmayacağım, onun yerine, “lige verilen aralardan
faydalanarak” yazdığım “serbest” yazıları yazacağım. Sadece ve her hafta, öyle
yazılar yazacağım. Belki arada lige kısa atıflarda bulunurum, bilmem. Bu
kararımı kolayca, kısa vadede değiştireceğimi sanmıyorum. Zira memleket
futbolunun kirli çamaşırları öyle bir döküldü ki, pek çokları gibi beni de
soğuttu, sıdkım sıyrıldı. Yine bir itiraf: Zaten haftalık değerlendirme
yazılarından sıkılmıştım da. “Serbest” yazıları daha çok seviyorum. Bıkana ve
bıktırana kadar, devam ederim onlara.
* Bu röportaj, Agos Kirk/Kitap'ın Eylül 2011 sayısında
yayımlandı.
Can Öktemer-Emre Can Dağlıoğlu