28 Aralık 2011 Çarşamba

In Rock: 'Rock bitti demek çok saçma'


- In Rock grubu nasıl ve ne zaman bir araya geldi?
Fatih Korkmaz: Biz, (Süleyman’la) başından beri beraberdik. Grup kurulalı yaklaşık sekiz sene oldu. Bu arada ekipler çok değişti. Davulda Utku Ünal ve Burak Güven vardı. İsimler değişti elemanlar değişti. Bu oturmuş ekiple son beş yıldır devam ediyor. 
Süleyman Bağcıoğlu: 8 sene oldu. Grubun son hali beş yıldır bu halde. 

- Müzikal yetenek, kalite ve canlı performans bakımından Türkiye'de çok farklı bir yerdesiniz. Fakat müzik endüstrisiyle çok sıkı bir ilişkiniz yok. Neden bu çalışmalarınızı kayıt altına alıp satışa sunmuyorsunuz? Veya kayıtlarınızı internet aracılığıyla yayma gibi bir istediğiniz hiç oldu mu?
FK: Hali hazırda böyle bir proje yok. Çünkü biz cover müzik yapıyoruz ve benim kişisel fikrim bunun anlamsız olacağı. İnternetten yaymak ilgi çekici olur. Ama sürekli çalan bir grubuz, haftanın en az iki, üç günü mutlaka çalıyoruz.
SB: Evet, anlamsız. Orjinal olmadıktan sonra… Ayrıyeten Facebook'ta In Rock sayfası var, orada bazı kayıtlar ve videolar var. 

- Genel olarak dinleyicinin bir talebi var. Sizleri sürekli dinlemek isteyen, evlerinde de dinlemek isteyen insanlar var.
FK: Ama zaten çok sık çalıyoruz biz.
SB: Haftanın iki günü çalıyoruz.

- Müzik endüstrisine biraz uzaksınız yani…
FK: Evet, çünkü biz cover müzik yapıyoruz. Barda cover çalan bir grubuz.
SB: Gönlümüz için çalıyoruz. Bunu paketleyip bir şekilde satışa sunmaya gerek yok, çünkü orjinalleri var.

- Sıfır parçalarla bir album yapmak istiyor musunuz?
FK: Öyle bir hayalimiz vardı ama...
SB: Var tabii ama o tarafa kanalize olamıyoruz. 

- Şu anda bulunduğunuz pozisyondan, çaldığınız müzikten memnunsunuz yani…
FK: Ben kendi adıma memnunum çünkü kimseye eyvallahımız yok. Biz ne istiyorsak onu çalıyoruz. Tamam, cover çalıyoruz, biz ne istiyorsak onu çalıyoruz. Yani cover çalıyoruz ama istediğimiz şarkıları çalıyoruz. Kimseyi memnun etmek gibi zorunluluğumuz yok. Kimseye eyvallahımız yok. (işletmeyi kastederek) beğenmedin mi, “hadi eyvallah”, öyle takılıyoruz. Bu rahatlığa da ulaşmak kolay olmadı ama yani. Yıllar içinde neler neler çalarak, neler yaparak (bu duruma gelebildik). Şimdi böyle takılıyoruz.
SB: Tamamen kendi isteğimizle, grup içerisindeki insanların isteğiyle doğru orantılı…


- Ankara için özellikle İstanbul üzerinden “memur kenti”ve “sıkıcı” gibi tanımlar yapılır? Ama görülen odur ki son yıllarda Türkiye rock müzik camiasını büyük ölçüde Ankaralı rock müzisyenleri besliyor. Bu tanım doğru bir tanım mıdır?
FK: Son üç-dört yıl için pek doğru bir tanım sayılmaz. Ondan öncesi için, bunu zaten herkes bilir; meşhur olmuş, bugün isim olmuş birçok rock müzisyeni hep Ankara'dan İstanbul'a gitmiştir. Ama bu son yıllarda bu birazcık değişti, artık Ankara biraz değişti yani. Pek de bir iyiye gidiş de yok yani.

- Biraz geriledi diyorsunuz yani kalite açısından…
FK: Ama yinede yaratıcılık açısından o Ankara'nın yapısında vardır, çünkü Ankara’da yaşamak, biraz evde yaşamaktır. Besteciysen, evde oturup çalışacak konsantrasyonu daha iyi sağlarsın, İstanbul'a nazaran.

- Sana dışarıdan pek bir müdahele gelmez.
FK: Gelmez, burada kafayı karıştıracak, dikkati dağıtacak şey daha azdır. Konsantrasyonu daha rahat sağlarsın Ankara'da, daha takılabilirsin. Biraz o açından Seattle'a benzer. 
SB: Buranın enerjisi daha başka yani. Elbette her yörenin kendine ait bir enerjisi var. İstanbul çok farklı bir yer hakikaten. Oradan memnun olanı var, olamayanı var. Ama ben mesela İstanbul'dan hayatta beslenemiyorum. Ankara'nın enerjisi farklı yani... 

- Orada müzisyenden ziyade tüccar kafası mı var?
FK: Orada her şey çok hızlı aktığı için, insanlar yeterince konsantre olamıyor bence.

- Cover gruplarında genelde bilinen parçalar seçilir. Ama sizlerde daha önceleri belirttiğiniz gibi kimsenin bilmediği parçaları da çalıyorsunuz, Camel, Alan Parson's Project gibi. Bu parça seçimlerinizin sebebi nedir?
SB: Tamamen kendi beğenimiz.
FK: Kişisel beğenimiz. Seviyoruz.
SB: Şöyle bir yol seçelim diye değil yani.
FK: Yani biraz sert bir duruş gibi görülebilir ama kimseyi eğlendirme gibi, “aman herkes eğlensin, herkes ayakta olsun, kendinden geçsin” gibi bir tripte değiliz.
SB: Aslında müzisyenlerin bence hiç böyle bir zorunluluğu da yok.
FK: Ama tabi işin ticari yanı var, onu yapan çok grup var. Ankara’da çok grup var yani. Birbirinin aynı repertuarı var, aynı şeyi çalar, farklı mekânlarda. Bunu yapan yeterince var, bunu talep eden adam da var gidip o gruplarla eğleniyor, kopuyor. Ama müzik dinlemek isteyen bir kitlede var. Mesela hayatında duymadığı bir şarkıyı, canlı dinlemek isteyen ve bununla karşılaşınca mutlu olan bir kitle de var. Pink Floyd değiliz tabii ki de, adam mesela “bu şarkıyı hiç canlı dinlememiştim, ne kadar mutlu oldum” diyor. Bizi teşvik eden şeyler, bu tip şeyler. Millet eller havaya yaptı, peçeteler havada uçuştu, millet koptu, millet birbirini götürdü, biri karı götürdü, o tip şeyimiz yok bizim. Kişisel olarak benim tercihim bu.

- Ekşisözlükte bir başlık vardır, “orjinalinden daha iyi coverlar” diye. Bu bağlamda, dinleyicileriniz arasında bazı coverlarınız, orjinali kadar iyidir denir. Sizin bu konuda bir yorumunuz var mı? Bu gruplarla müzikal ve duygusal bağınız nedir?
FK: Orjinalinden daha iyi bir cover olamaz. Biz kendimizce çalıyoruz, bu güzel bir iltifat ama böyle bir şey olamaz. Sadece sevdiğimiz ve özen gösterdiğimiz için (bu yorumlar geliyor). 
SB: Hakikaten, teşekkürler bu çok güzel bir iltifat. Ama orjinali denildiği gibi zaten orjinal. Tamamen o çalmak için seçtiğiniz parçaları çok sevdiğimiz için onlara ayrı bir özen gösteriyoruz. 
FK: Ekşi sözlükte bahsettiğin başlık genelde Tool'un No Quarter çalması gibi coverlarda için kullanılıyor. Hakikaten kimi şarkıları öyledir, adam kendi yorumlamıştır, adam onu albüme koymuştur, o parçayı dinleyince tanıyamazsın.
Ama bizim de yapmaya çalıştığımız aslında biraz da bu. Parçayı tanınmaz hale getirmeye çalışmıyoruz fakat kendimizce ve kendimize göre  çalışıyoruz. Tabii ikisi farklı şeylerle ilgili…
SB: Zaten abi, olay kendi kendine illa ki bir zaman sonra kendimize göre çalmaya başlıyorsun. Birazcık da yorum grubu çok farklıdır. Bir kısım tamamen cover değilde yorum grubuyuz diyebilirim. Yorum da aslında başka bir tarafa gidiyor. Joe Cocker mesela herif harbiden yorumcu alıyor parçayı başka bir yere getiriyor. Ama yani iş o parçaları çaldıkça elinde olmadan kendine göre parça yoğruluyor birazcıkda yorum olabiliyor bazı parçalarda.
FK: Bizim farkımız müzik kutusu gibi müzik grupları var. Adamlar parçaları olduğu gibi çalıyor ve nefes almadan arka arkaya çalıyor. Bizde öyle değil. Kimi zaman farklı çalabilmeye çalışıyoruz ne bileyim kafaya göre takılıyoruz. Kendimize göre yorumladığımız bir kaç parça var onlar özellikle beğeniliyor. 

- Ayrıca Pink Floyd kimsenin kolay kolay başkalarından dinlemeye yanaşmayacağı bir grup. Öte yandan yıllardır sizin kemik dinleyiciniz “Pink Floyd’u çok güzel çalıyorlar” der ve sizin (performanslarınıza) sadece bir Pink Floyd’u, Shine on You Crazy Diamond’u dinlemek için gelen geniş bir kitle var?
FK: Aynen öyle, bunun sebebi de fazla bu parçaları çalan grup yok. Adam mesela grup kuruyor barda çalalım diyor, hemen repertuvar çalışmasına giriyorlar, onların tek derdi insanları eğlenceden kendinden geçirmek Mtv'de ne varsa o. Buna hiç gerek yok aslında ve bu insanlar yüzünden aslında olay baş aşağıya gidiyor, hem dükkân sahipleri yüzünden hem de o genç müzisyenlerin yaklaşımları yüzünden. Beste yapan gruplar dışında aslında olması gereken o beste yapan grupların çoğalması gerekiyor.
SB: Ama eskiden Ankara böyle değildi abi. 10 sene, 15 sene önce böyle değildi, Ankara.

- Bunu yaratan biraz da seyirci mi oldu?
SB: Yok canım, sadece seyirciye bağlanmaz. Dünya’nın hali de zaten çok kötü, sadece Türkiye değil, dünya bok gibi bence. Yani hepsi birbirine acayip bağlı, şu an bizi kim yönetiyor, günün trendi ne? Tabii doğal olarak da, ne verilirse onu alan bir topluluk var ortada. Buna bizler de dâhiliz.
FK: Biz biraz tutunabiliyoruz, çünkü biz biraz şanlıyız. Dediğiniz gibi bizi çok seven bir kitle var onlar. Biz çalalım isteyen bir grup da var biliyorum. Yani bizim çaldığımız gibi çalmak isteyen fakat çalacak yer bulamayan genç müzisyenler var.
SB: Sonra “işte rock öldü, şimdi müziğin yolu bambaşka” deniliyor. Ben inanmıyorum dünyanın en büyük yalanlarından biri. Hep Türkiye'de konuşuluyor bu! Yani dünya kötü ama mesela Amerika’ya  baktığın zaman orada sadece Kate Perry yok. Hayvan gibi her tarafta rock çalınıyor harbi rock çalınıyor veya şu anda bizim radyolarımızda dönen müzikler çalınmıyor. Bunlar böyle insanlara şırınga gibi abi “şu anda bu var, bu bilmem ne” (gibi veriliyor). Birtakım insanlar da “o varsa onu takip edeyim” diye oraya gidiyor. O zaman internet gibi durum var, abi takip etmesin, gitsin baksın, kendi zevkini kendi yönlendirsin. Yani başka birisinin, ilanın, afişin, gazetenin yönlendirmesin. Bütün olay bu…


- Repertuarınızda eski klasiklerden 2000’lerin parçalarına kadar geniş bir yelpazeye yer veriyorsunuz. Acaba sizin dönemsel olarak ayrı tuttuğunuz bir müzik türü var mı, yoksa sizin için iyi müziğin dönemi yok mudur?
FK: Aynen senin söylediğin gibi iyi müziğin dönemi yoktur. Günümüzde de acayip albümler yapılıyor hala. “Geçmişte, 70'lerde rock müzik yapıldı ve orada kaldı ve müzik bitti” demek çok ahmakçadir, söyleyenin bilgisizliğini gösterir ya da dinlemiyordur araştırmıyordur. İyi müziğin dönemi yoktur bence. Bu müzikteki  samimiyetle ilgilidir. Zaten “müzik bitti, rock bitti, şu bitti” (demek) dünyanın en saçma söylemidir. Tamam, o dönem yapılanlar o döneme ait sihirli şeylerdi, o zamanın bir sihiri vardı tabii. Ama “orada bitti, artık bitti” demek bence çok lüzumsuzdur.
SB: Aynen abi, çok doğru

- Son dönemlerde sizin beğendiğiniz hoşunuza giden gruplardan örnek verebilir misiniz?
FK: Steven Wilson ve onun yaptığı her şey, Porcupine Tree. Tool benim için çok önemli, progresive rock ve psychedelic rock dinliyorum. Kimi elektronik müzikler etkiliyor beni.

SB: Abi o kadar boktan bir şey ki (tüm grupları bilememeyi kastediyor) yani şu dönemizde. Mesela bizim de haberimiz olmuyor bir çok durumdan. Hele ki iletişimin bu kadar hızlı olduğu çağda, 70'li yıllarda bu durum böyleydi. Yani şu anda ismini falan bilmiyorum ama bir sürü acayip herif var, benim de bildiğim var. Ama ben Fatih kadar şey değilim, birazcık at gözlüğüm olabiliyorum. 80'ler öncesi 60-70, 80'e kadar çok acayip bir dönemdi.

FK: Mesela Black Country Communion yeni bir grup var. Elemanları Joe Bonomasa, Glenn Hughess, Derek Shiren ve Jason Bonham var. Bu grup bizi çok etkiledi ve o gruptan iki parçayı oradan yorumluyoruz: Medusa ve Song of Yesterday. Medusa Glenn Hughes’un 70’lerde Traphese grubuyla çaldığı bir şarkı aslında biz onun yeni grubunu çalıyoruz. Yani bize gaz veren etkilendiğimiz yepyeni  gruplardan biri de Black Country Communion mesela.

- Teoman 2007 yılında Rolling Stones'a verdiği röportajda, biz Ankara'ya Süleyman Bağcıoğlu'nu dinlemeye geliyorduk demişti. Türkiye rock camiasında sizin çok önemli bir yeriniz ve internette bir Süleyman Bağcıoğlu miti var. Sizin bu konu hakkında bir düşünceniz var mı?
SB: Eyvallah, abi yeni duydum bunu. Çünkü benim internet falan alakam yok, mail adresim bile yok. İnternete karşı böyle düşmanlık değil de, youtube ile biraz alakam var. Müzik ile konularda interneti kullanıyorum genelde. Facebook vesaire bana çok yanlış geliyor, insan ilişkiler bakımından. İlgimi çekmiyor, bir duruş yapayım diye değil, harbiden ilgimi çekmiyor. Teoman'ın bahsettiği  zamanlar, A bar'ın ilk açtığı zamanlardı. O zaman zaten, İstanbul’da da yoktu böyle canlı müzik barı. Ankara’da A Bar tekti o zamanlar. A Bar’ın açıldığı ilk iki sene, inanılmazdı Ankara. İngiltere falan halt etmişti, çok ciddi söylüyorum, acayipti. İki sene öyle gitti. Ondan sonra bar olayları Türkiye'nin geneline yayılmaya başladı. Bazı insanlar bu rockta iyi para var, biz de açalım dedi. O andan itibaren olay boku yedi. 

- Hard Rock Café Ankara da bu yüzden mi kapandı?
FK: Hard Rock cafenin kapanması saçma sapan bir sebep yüzündendi galiba...
SB: Dünyanın hiç bir yerinde Hard Rock kafe açılıp kapanmaz. Hatta t-shirtler vardır, Hard Rock Cafe Endonezya bile vardır. Oralarda bile asırlarca devam eder. Ama yani çok normal bir şekilde Ankara'da açıldı ve iki sene içinde kapandı.
FK: O işte başka bir hıyarlık vardı. 
SB: Belki kapandığı iyi oldu, kapanmamış olsaydı başka bir taraftan iyice boku çıkacaktı. Hard Rock kafede gün gelip Hande Yener'i izliyor olabilirdik. Hande Yener'i aşağılamak için demiyorum inanın her şeyin bir durumu var, her şey bir şeyin içinde olmalı. Her şey bir şeyin içinde olamaz. Böyle bir durumu neden Hard Rock kafenin içerisinde sergiliyorsun abi! Ne biliyim bir bar varsay, içeride İbrahim Tatlıses resimleri var orada böyle bir durum var. Şimdi oraya getirip de bir rock grubu çaldırılır mı? Bu ne kadar saçmaysa, öteki de o kadar saçma.

- Burada sorun aslında işletmecilerdeydi değil mi? Zihin yapılarında ki karmaşada kaynaklanıyordu. Para neredeyse oradayız zihniyeti?
FK: Aynen.
SB: Evet durum o tarafa doğru gidiyor galiba.
FK: Daha doğrusu ne müziği biliyorlar, ne de işi.
SB: Rock sana para getirmiyor diyorsun, eyvallah isteyen bu şekilde düşünebilir. Peki, onu diyorsan bir yeri açıp, içeriyi rock havasına büründürüp, Hendrix'ler, orjinal gitarlar koyup, onlar bunlar süsleyip, neden pop çalıyorsun? Bunu istiyorsan git, pop bar aç!
FK: Adam o zaman bilmiyor ne yaptığının. Adamın şuuru kapalı…
SB: Hiç kimse neyi niye yaptığının farkında değil. Dinleyenler ne olduğunun farkında değil, nasıl yaşadığının farkında değil. Bir de eğlence kavramı çok acayip bir durum. Eğlence kavramı tek tip değildir. Adam çok garip şeylere eğleniyordur. Kimisi bununla eğleniyordur, kimisi farklı bir şeyle eğleniyordur. Kavram kargaşası getirip de bu olaya, “eğlence budur, müzik budur” demek; yok öyle bir şey ya! Adam belki Pink Floyd'un en ağır şarkısıyla acayip eğleniyordur.
FK: Eğlenmek sadece tepinmek değildir.
SB: Eğlenmek illa “haydi arkadaşlar, hobaa eller” falan demek değildir. Ha bununla eğleniyorsan o ayrı bir durum, oradakiler orada eğlensin, buradakiler burada eğlensin. Bu üç dört beş şey bir araya geldiği zaman, çok kötü oluyor.

- Sizin yaptığınız müziğin bir geleceği var mı? İşte mekânda bunu çalmayın falan diyen oluyor mu?
FK: Bize birileri bunu derse biz zaten gidiyoruz. Zamanında  neler dendi? Ama çoğu zaman, çok şükür çok rahat ettik. Ama şu anda, en çok rahat olduğumuz dönemlerden birisi.
SB: Bizi hiç bilmeyen bir yerden teklif geldiği zaman diyoruz ki, “Bak arkadaş bizim çaldığımız müzik türü şu. Biz şu şu parçaları çalıyoruz. Biz çaldığımız müzik konusunda bize herhangi bir yaptırım getirilmesine karşıyız. Haberiniz olsun, biz böyleyiz”, diyoruz. 
FK: Yani hiç çalmasak da olur. Bu saaten sonra kimseye boynumu eğemem açıkçası.

- Peki, sizin grubun bir geleceği var mı?
FK: İşte devam ediyoruz, bu şekilde. Zaten hiç öyle bir planla da gitmedik. Çalıyoruz işte. Benim bildiğim başka bir iş yok, manav, memur olamam. 
SB: Çalarken bir arada olmaktan zevk duyuyoruz. Çaldığımız şeylerde zevk duyuyoruz. Gerisi zaten önem taşımıyor. 
FK: Her grupta olabilecek acayip kavga mavga yüzünden grup dağılması gibi bir ihtimal, bizde çok düşüktür. Onların dışında biz devam ediyoruz. Her grupta olabilecek sorunlar olabilir. 

- Siz belli seviyeye geldiniz, belli bir kitle yarattınız. Normalde Türkiye müzik endüstrisinde böyle bir olayla karşılaşıldığında, tüccar kafasıyla hemen tası tarağa toplayıp İstanbul'a gidilir. Sizin böyle İstanbul ile mesafeniz var gibi gözüküyor, doğru mudur? 
SB: Hani İstanbul'da güzel bir yer, bizim müziği kaldıracak bir yer olursa da çalarız. Öyle bir tavrımız yok, İstanbul'a karşı. İstanbul, Ankara'a göre hardcore olmasına rağmen, İstanbul'da da bu müziği dinlemekten acayip zevk alan bir sürü kitle var.

- Size daha once teklif geldi mi İstanbul’dan?
FK: Evet, çaldık bir zamanında.
SB: Evet, ama son iki üç senedir çalabileceğimiz bir yer de yok.
FK: Ben İstanbul'a gittiğimde şöyle bir bakıyorum, bizim çalabileceğimiz bir yerde yok yani. İstanbul'da olayın hep patladığını acayip cover gruplarının manyak manyak şeyler çaldığı bir durum var gibi zannedilir. Bana sorarsan bence öyle bir durum yok. Ama başka bir durum var: underground yerler var, en önemlisi Peyote mesela. İstanbul da biraz kültür değişti. Alternatif gruplar, Türkçe çalan, beste çalan gruplar var, onlara kimi mekanlar şans tanıyor, onlar çalıyor. Yani bizim çaldığımız müzikleri öyle rahat rahat çalabileceğimiz bir yer yok. Millet öyle zannediyor ama yok abi benim gördüğüm yok. Hayal Kahvesi’nde mi çalacağız? Adamlar da istemiyor zaten. 

- Eskişehir sizce nasıl?
FK: Eskişehir’de çaldık canım, biz çok gittik. Ama bu sorun aslında bu işi organize eden adamlara bağlı, orada bizim hem yolumuzu hem masraflarımı karşılayıp, bizi rahat ettirecek şekilde ağırlayacak bir adam gerekiyor. Orada da öyle bir mekân gerekiyor. Yoksa Eskişehir de acayip bir potansiyel var, orada çok acayip geceler yaşadık. 
SB: Aslında her yerde böyle bir potansiyel var aslında. Dünyada rock potansiyeli taa asırlar öncesinden itibaren var, dünya bitinceye kadar olacak. Rock öldü falan diyenlere gülüyorum. 
FK: İstanbul'da bizim çaldığımız parçaları acayip keyifle dinleyecek binlerce insan vardır. Ama onları bir araya getirip öyle bir mekân olacak, işte şartları uygun olacak. Biz gidecez çalacaz, şartları uygun olacak falan. Bunlar zor işler tabi, (orada) çok fazla grup var. Ankara bizim evimiz biz burada rahat ediyoruz. İstanbul’dan teklif gelirse şartlar da uygun olursa gideriz niye gitmeyelim ki? Aman abi kesinlikle İstanbul'da çalmayız gibi bir durumumuz yok manyak değilim çalarız yani. 

- İstanbul müzik endüstrsinin kalesi ya, bu yüzden dedim…
FK: Başka bir kafada kale orası. Bana göre değil.

- Arabesk bir parçayı coverlayayım, hemen piyasaya gireyim kafasında gruplarda var?
FK: O dönemde değişiyor. Bir dönem herkes Duman olmak istiyordu, bir sürü Duman klonu çıktı ortaya, hepsi kötü drive sound gitarlar ile çok kötü arabesk parçaları coverladılar. Ben ona korkak gitar soundu diyorum, yani hala öyle gruplar var. Delikanlı gibi, korkusuzca o soundu oturtan çok az grup var, benim bildiğim Kurban var mesela. Bu tip Duman klonu gruplar azalıyor ve özgün gruplar ortaya çıkıyor. Beste yapan herkese göre olmayan adamlar, artık kafasına uygun bir müzik yapabiliyor. Şartlar artık daha uygun, gidip Peyote'de çalabiliyor. Başka bir tripte olay ilerliyor orada ama ben buna hala müzik endüstrisinin kalesi diyemem; underground bir şey, yer altından ilerliyor. Paranın pulun şaşanın dönüp durduğu durumlar zaten beni ilgilendirmiyor. Acayip albümler, prodüksiyonlar, klipler bana ne! Ben o tripleri ciddiye almıyorum, bana çok uzak kafalar, ilgilenmiyorum.
SB: Ama yer altında artık cesaretlendi çocuklar. Grup kuruyorlar ve hemen beste yapmaya başlıyorlar. Artık böyle bir güzellik var, faydalı bir şey bu. Böyle devam etmesi gerekiyor.

Can Öktemer-Sertan Şentürk

23 Aralık 2011 Cuma

Doktor Socrates'ten Hayat Dersleri


Bence futbol denilen oyunun büyüsü, David Beckham ve Cristiano Ronaldo gibi “kusursuzlar” sayesinde korunmaz. “Santraforun rüyası” kıvamında, hayatlarımıza bir şekilde yerleştirebileceğimiz yıldızlardır bu büyüyü yaratan. Örneğin Pele, mahallemizin çalışkan ve başarılı abisidir, George Best hepimizin gıpta ettiği hovarda, Garrincha kendisiyle dalga geçilmeyeceğini topu ayağına aldığında gösteren “çırpı bacak”, Zico her zaman “iki dirhem bir çekirdek” giyinen zarif ve kibar abimiz, Maradona mahallemizin tıknaz ve agresif maskotu, Zidane haksızlığa karşı “kralını tanımayan” sert abimiz ve Lionel Messi de sevimli küçük kardeşimizdir. Socrates de, mesleğine duyulan saygıyı kişiliğine duyulan saygıya çevirebilecek kadar engin yürekli ve “sakallı” bir doktor. Şaka değil gerçekten doktor, hem de futbol yıldızlığıyla tıp fakültesini aynı anda götürecek kadar başarılısından.

1954’te doğar, bu cesur doktor. 25 yaşına kadar oynadığı Botafogo’da vasat bir orta saha oyuncusu, 79’da transfer olduğu Corinthians’ta ise bir efsane. Sadece kendisi değil, onun önderliğinde kurulan bu takımda futbol literatüründe ayrıksı bir efsane olarak yerini alır. Dönemin Corinthians’ında adeta futbolcular kulübün yönetimini ele geçirmiştir, eşleriyle birlikte olacakları zamandan maça çıkacakları vakte kadar her şeye oylamayla karar verirler. 1964’te yapılan darbeyle askeri diktatörlüğe geçiş yapan Brezilya’ya inat demokrasiyle yönetilen Corinthians, 1982’de darbeden sonra yapılacak ilk seçimlerde, halkı oy vermeye çağırmak için formalarının arkalarında “Ayın 15’inde oy ver” yazısıyla çıkar.  1984’te Doktor ve arkadaşları, 100.000 taraftarın önünde “Demokrasi” pankartı açar ve bu eylem büyük yankı uyandırır. Yarattığı dalganın önü kesilemez ve halk, ordunun verdiği “demokrasiye yavaş, dengeli ve kademeli geçiş” sözünü yutmayarak 1985’te cuntayı devirir.


1982 Dünya Kupası’nda Brezilya için yapılan çok bilindik bir nitelemedir, “dünyanın en iyi kaybedeni” olduğu. Hatta Ali Ece’nin müteveffa dedesinin yaptığı müthiş tanımlamayla, “Ahmet Hamdi Tanpınar futbolcu olsa, oynayacağı takımdır” 1982 Brezilya’sı. İşte bu efsanenin yaratıcılarından, Zico-Falcao-Eder’in okeye dördüncüsüydü Doktor. “Hayal gücü, idealizm ve şiirin birleşimi” bu takımın, 1986’daki güzel oyunu da onlara Dünya Kupası’nı getiremez maalesef. Ama önemli değil, çünkü “futbol sahasında güzellik, zaferlerden daha güzeldir!” 

Futbolu olduğu gibi dünyayı da güzelliğin kurtaracağına inanmıştır. Futbolu bırakınca idolü Che Guevara gibi köy köy dolaşıp fakirleri tedavi eder. Küba Ulusal Takımı’nın başına gelmesi konuşulduğunda, sadece Kübalı bir işçinin aldığı kadar maaş ister. Eduardo Galeano’nun deyimiyle bir “turna kuşu”dur o. Haziran’da hastalandığını duyduğumuzda, Japon efsanesindeki gibi, kâğıttan bin turna kuşu yaptık ona iyileşsin diye. Ama olmadı. Bir tek kendi alkolizmini tedavi edemeyen bu güzel yürekli Doktor'un karaciğeri geçen Pazar iflas etti ve her güzel insan gibi, “o güzel atlara binip gitti” buralardan.  

Sevag Beşiktaşlıyan

19 Aralık 2011 Pazartesi

Veli Saçılık: 'Esas sorumlular katliamı planlayanlar'


5 Temmuz 2000’de, Burdur Cezaevi’nde, 11 mahkûmun mahkemeye gitmeyi reddetmesi bahane edilerek, yüzlerce askerin her türlü silahı kullandığı, destek kuvvet olarak itfaiye araçlarının ve dozerin kullanıldığı bir operasyon başladı. Bu operasyon sırasında dozer darbesiyle kolunu kaybetti, Veli Saçılık. O, hastaneye götürülürken, arkadaşları da hücrelerde işkenceden geçiriliyordu. Hastaneye onunla getirilen kolu, iki gün sonra bir köpeğin ağzında bulundu. Sonrası ise Türkiye için “tipik” bir hukuk trajedisi…

- Ulucanlar Katliamı, devamında Burdur Cezaevi ve en son 19 Aralık Katliamı, devlet bütün bu vahşeti neden gerçekleştirdi?

Derin mali ve siyasi kriz yaşayan dönemin koalisyon hükümeti, siyasi tutuklular üzerinden devrimcilere ve toplumsal muhalefete mesaj vermek için bu saldırıları gerçekleştirdi. Ayrıca cezaevlerinde insanları tek kişilik hücrelere koyarak itirafçı üretmek toplumsal bir korku ve şizofreni yaratmanın aracı olarak F Tipi Cezaevleri gündeme sokuldu. MGK tarafından hazırlanan eylem planıyla kamuoyu oluşturularak cezaevlerinin “örgütlerin eğitim kampı” olduğu yönünde her gün propaganda yapıldı. Sanki cezaevlerine müdahale edilmese TC ortadan kalkacakmış gibi bir ortam oluşturuldu.


Veli Saçılık

- Olay sonrasındaki hukuki süreç içerisinde devlet önce size tazminat ödeyip sonra sizi borçlu çıkardı. Nasıl bir hukuki sürecin içine girdiniz?

İdare Mahkemesi, devletin hükümlünün can güvenliğini korumakla sorumlu olduğu gerekçesiyle, toplam 150 bin lira tazminata lehimde hükmetti. Bu dava, Danıştay’da eksik soruşturma gerekçesiyle bozuldu. Mahkemeye geri dönen davada, bu defa, “devletin gerektiğinde öldürme yetkisi vardır”,  gerekçesiyle tazminat ödenmemesi yönünde karar verildi. Verdikleri tazminatı geri alma süreci böylelikle başlamış oldu. Dava şu anda Danıştay’da sonuçlanmayı bekliyor.

- Dönemin Cezaevleri Genel Müdürü ve şimdinin HSYK üyesi Ali Suat Ertosun, sizin yaşadığınız olay için “olayın sorumluları hakkında gereken yapılacak” demişti. “Gerekenler” yapıldı mı?

“Gereken” elbette yapılmadı. Hiç kimseye ne bir dava, ne bir ceza söz konusu olmadı. Aksine isyan ettiğimiz iddiasıyla bize, hücre cezası verildi ve hapis istemiyle dava açıldı. Neyse ki dava zaman aşımından düştü. Demek ki devletin elinden bir şey gelmiyormuş.

- AİHM’deki Hrant Dink Davası’nda olduğu gibi bir skandal savunma da sizin AİHM’deki davanızda yaşandı. Devlet kendini nasıl savundu mahkemede?

Devletin avukatları savunma işini yalan söylemekle eşdeğer tutuyorlar. Olayın içeriğini delillerini hiç dile getirmeden bizim ne kadar tehlikeli olduğumuz, müdahale edilmediği takdirde ne kadar kötü şeyler yapılacağı gibi akıllara ziyan, hukukla adaletle alakası olmayan niyet okumaya dönük savunma yaptılar. Hatta bizim askere ateşli silahlarla saldırdığımızı iddia ettiler. Bunları söylerken maddi hiçbir delil dahi sunma gereği duymadılar. AİHM ise bir savcıya yakışmayacak ciddiyetsizlikte soruşturma yapıldığını, işkenceyi açığa çıkarmak ve sorumluları bulmak yerine prosedürü tamamlayıp olayın üzerini kapatmaya çalışıldığını açıkça kararda yazdı ve 20.000 euro ödenmesine hükmetti. Keza Hrant Dink davasında da sorumluları yargılamak değil, konuyu kapatmaya dönük bir çalışmaları vardı. Devlet geleneğini bozmuyor.

- Geçtiğimiz sene 19 Aralık Katliamı için dava açıldı ve sadece katliamda bizzat görev alan rütbesiz erler yargılanıyorlar. Sizce bu yeterli mi veya en çok ceza alması gereken insanlar bu jandarma erleri mi?

Ben, dava evrakını almak üzere Adliye’ye gittiğimde, Cumhuriyet Savcısı beni odasına çağırdı ve davayı takipsizlikle sonuçlandırdığını ama bu kararı Adalet Bakanlığı'ndan arandığı için böyle verdiğini söyledi. Davayı takipsizlikle sonuçlandırarak bu davaya AİHM yolunu açtığını, dolayısıyla bize iyilik ettiğini ve kararın kendisiyle ilgili olmadığını söyledi. Türkiye’de adalet böyle işliyor, ya tamamen örtbas ediliyor; ya da alt rütbedeki askerlere dava açıp, onu da zaman aşımıyla sonuçlandırarak işkence cezasız bırakılıyor. Bu katliamların esas sorumluları, operasyonu planlayan MGK, Hikmet Sami Türk, Ali Suat Ertosun, Bülent Ecevit, Mesut Yılmaz, Devlet Bahçeli ve katliam emrini veren komutanlardır. Eğer adalet yerini bulacaksa, öncelikle bunlar yargılanmalı ve cezalandırılmalıdırlar. Onun dışında yapılan her türlü şey, adaleti oyalamak ve insanlarla dalga geçmektir.
Sevag Beşiktaşlıyan

2 Aralık 2011 Cuma

Kadim Bir Geleneğin Külliyatı: Mısır Edebiyatı


Mısır Edebiyatı’nın da, Ortadoğu tarihi gibi “modernleşme” kavramı üzerinden yazılması, koca bir külliyatı iki yüzyıllık görece kısa bir zaman dilimine ve belirli bir kitap formuna hapsetmek anlamına gelir. Keza İslam öncesi Mısır’ın “Bilge Edebiyatı” olarak anılan kıssalarından oluşan ve en bilinen örnekleri Sinuhe’nin Hikâyesi, beş mucize öyküsü içeren Westcar Papirüsü ve ünlü Ölülerin Kitabı olan bu edebiyat tarihi yaklaşık 5000 yıl öncesine dayanır. Aynı zamanda, Mısır Edebiyatı’nın en kadim türü olan şiirin de, izini İslam öncesi Mısır’a kadar sürmek mümkün. Aynı şekilde, teolojik edebiyat olarak anılabilecek Kıpti manzumelerinin örnekleriyle dolu olan Nag Hammadi Kütüphanesi’nin külliyatı da Mısır edebiyatının sayılı örneklerindendir.

İslam Devleti, Abbasiler ve Emeviler döneminde, Arapça edebiyat, Mısır’ı da kapsayan geniş coğrafya boyunca en verimli çağlarından birini yaşamıştır. Kitap endüstrisinin başlangıç formu sayılabilecek dinamikler hareketlenmiş, Bağdatlı kitap satıcısı İbni Nedim tarafından ilk kitap katalogu Fihrist 9. yüzyılda hazırlanmış ve kitap tanıtımı olarak adlandırılabilecek takriz isimli yazılar genişçe yazılmaya başlamıştır.  İslam dönemi Mısır da ise öne çıkan eser, Şark Edebiyatı külliyatının şaheseri “Binbir Gece Masalları”dır. Esasen Hint ve Pers kültürü eseri olan Masallar, Arapçada da “Arap Geceleri” ismi altında anlatılmış ve derlenmiştir. Kafiyeli düz yazı denilen sej türü bu şiirlerin yanı sıra, makama ve gazel türleri de ortaya çıkartarak şiir, edebi üretimi domine etmeye devam etmiştir. 13. yüzyılda Mısır’da İbni Nefis tarafından yazılan Peygamber’in Biyografisi üzerine Kamil’in Bilimsel İncelemesi (Theologus Autodidactus) ilk teolojik ve bilim-kurgu roman olarak kabul edilmektedir.

16. yüzyılda başlayan yaklaşık 400 yıllık Osmanlı hükümranlığı, sadece Mısır değil; tüm Arap Edebiyatı’nı büyük bir düşüşe sürüklemiştir. Bunun en büyük faktörü, “modernleşme”nin simgesi kabul edilen matbaanın gecikmesi değil, Arapçayı kutsal dil olarak gören Şeyhülislamların Arapça kitap basılmasına izin vermemeleriydi. Türkçe kitaba bile ilk izni 1727’de İbrahim Müteferrika alabilmişti. Keza matbaanın Avrupa’da yaygınlaşmasıyla eş zamanlı olarak, İspanya’dan gelen Yahudi sığınmacılar bu teknolojiyi Osmanlı’ya taşımışlardı. İbrahim Müteferrika, 1727’de İstanbul’da matbaayı kurduğunda, İstanbul’da gayrimüslimlere ait 10’a yakın matbaa bulunmaktaydı.  Bu sebepten dolayı, sözel anlatılar ve şiir yaygın edebi ürünler olarak varlıklarını sürdürmeye devam ettiler.

Mısır'ın "Kuzey'e Göç Mevsimi"
1798-1802 yılları arasındaki kısa süreli Fransız işgali, hiç şüphe yok ki, Mısır’a sadece askeri bir miras bırakmadı. Çünkü Napolyon, Mısır’a sadece ordusuyla değil, dönemin meşhur oryantalistlerini de içeren bir “rasyonel bilimler” grubuyla gelmişti. Hatta işgalin ilk yılıyla birlikte, bu ekibin araştırmalarını yürütmesi için Mısır Enstitüsü’nü (Institut d’Égypte) ve birlikleri için Mısır Postası (Courier de l’Égypte) gazetesini kurdu. 1805’te Mısır valisi olan Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Osmanlı’ya karşı kendi sultanlığını kurma çabaları onu, bu mirası daha etkin kullanma yoluna itti. Bu dönem içinde gerçekleştirilen Batılılaşma adımları, eğitim ve matbuat alanlarında da atıldı. 1809’da başlayan “Kuzey’e göç mevsimi”, bir süreliğine 1844’te sona erdi. Avrupa’dan dönen Rifa Tahtavi önderliğindeki bu öğrenci grubu, Arap dünyasında Nahda (Rönesans) denilen dönemi başlattı. Mehmet Ali Paşa tarafından kurulan Bulak Matbaası’nda çoğunlukla Fransız yazarların çevirisi kitaplar basılmaya başlandı. 1834’te Tahtavi’nin Fransa günlerini anlattığı Paris Gözlemleri (Ses Yayınları, 1992), bu matbaada basılan ilk Arapça kitap olarak tarihte yerini aldı. Bu kitap, Mısırlı gençleri o kadar çok etkiledi ki, 4 yıl sonra tekrar basıldı ve 1839’da Türkçeye çevrildi.

“Mısır, Mısırlılarındır”
1882’deki İngiliz işgaliyle birlikte, Mısır’ı 1952 Darbesi’ne kadar etkileyecek milliyetçiliğin bir varyantı olan Mısır ulusçuluğu, Nahda hareketinin devamı niteliğinde doğmuştu artık. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrası yükselişe geçen Pan-Arabist akımdan farklı olarak, ülkedeki gayrimüslim nüfusu da kapsayan, dine birleştirici bir etmen işlevi veren, Firavuna dayanan kadim Mısır tarihini ön plana çıkaran, bağımsızlığı ana amaç olarak belirleyen ve Araplığı dışlayarak Mısırlı kimliğini ortaya koyan bu ulusçuluk, bu dönem yetişen tüm entelektüellerin yanı sıra, Sad Zağlul önderliğindeki liberal Vafd Partisi’nin de ana düsturuydu. Benedict Anderson’ın belirttiği gibi “hayali cemaat” inancının pekişmesinin kopmaz bir parçası olan günlük gazetelerin yükselişi de ulusçuluğun yükselişiyle aynı dönem de başladı. I. Dünya Savaşı’na kadar, yayın hayatını günümüze kadar sürdüren el-Ehram’ın da dâhil olduğu 283 gazete ve dergi yayınlandı. Çoğu günlük yerel politik ve ekonomik olaylara yer verse de, şiirler, tarihi öyküler ve kısa romanlara yer vererek edebi üretimin merkezinde yer almaya başladı. Bu sayede, şiir ve sözel anlatı hâkimiyetinin en azından form değiştirdiğini söyleyebiliriz. Okur-yazar oranının azlığından dolayı ortaya çıkan ve kahvelerde veya köy meydanlarında hâlâ devam eden yüksek sesle gazete okuma alışkanlığı, sözel anlatının yerini alırken, şiirler de gazete ve dergilerdeki yerini almaya başladı. Batılılaşma dalgasının beraberinde getirdiği merkezi düzen ve kentleşmenin etkilediği Bedeviler, yaşam düzenlerinin değişmesini konu eden ağıtları da şiir geleneği içinde kendine yer buldu.

20. yüzyılın başından itibaren, tüm türlerdeki edebi üretim altın çağına girdi. Lübnan’daki göç dalgasıyla Kahire’ye gelen Hıristiyan yazarlar Corci Zeydan ve Farah Antun, çoğunlukla İslam tarihini konu alan tarihi öyküleriyle gazetelerin en çok okunan yazarları haline geldiler. Saray yakınlığıyla bilinen ve hala Mısır şiirinin en üst noktası olarak anılan “Şairlerin Şahı” Ahmet Şevki[1], “Nil’in Şairi” Hafız İbrahim ve devamında gelen Mahmut el-Akad öncülüğündeki Divan Okulu ile en ünlü temsilcisi Ahmet Zeki Ebu Şadi olan Apollo Grubu, Mısır şiirinin en önemli temsilcileri olarak ön plana çıktılar. Drama da ise Mahmud ve Muhammed Teymur kardeşlerin yoksulların hayatlarıyla ilgili ve Tevfik el-Hakim[2]’in sahneye konulmaktan çok okunmak için yazdığı tiyatro oyunları ön plana çıktı. Cemaleddin Afgani’nin Musevi öğrencisi Yakub Sanu’nun satirik eserleri ve Lübnanlı Halil Mutran’ın Sheakespeare çevirileri de tiyatro yazınına önemli katkılar yaptı. Ahmed Lütfi Seyyid’in 1912 yılında çıkarmayan başladığı el-Ceride dergisi, ulusçuluğun en etkili yayını olmanın yanı sıra, kısa öykü ve romanda çığır açan bir kuşak yetiştirmesiyle ön plana çıktı. Yazarlığından çok, psikanaliz ve sosyalizm konusunda öğretici yazılar yazdığı için “hocalığıyla” tanınan Kıpti Selame Musa, bu derginin çevresindendi. Marksizm’den ziyade Bernard Shaw ve H. G. Wells’in ılımlı sosyalizmini benimseyen Musa’nın en önemli öğrencisi, Necib Mahfuz olacaktı.  Batı romanlarının dikkatli taklitleri üzerinden ilerleyen romana, daha sonra bakanlık da yapacak olan bu dergi çevresinden Mahmud Hüseyin Heykel[3] 1914’te yayınladığı Zeynep romanıyla özgün bir duruş getirdi. Albert Hourani tarafından kuşağının en etkin ismi olarak gösterilen Taha Hüseyin de, el-Ceride sayfalarında yerini aldı. İslam Öncesi Şiir kitabıyla, radikallerin şimşeklerini üzerine çeken Hüseyin, Keder Ağacı üçlemesiyle Mısır Edebiyatı’nda kuşak romanlarının önünü açtı. 1952 Darbesi öncesi Eğitim Bakanlığı da yapan Hüseyin, şöhretini otobiyografik eseri Günlerin Kitabı (Belge Yayınları, 1994) ve Mısır Kültürü’nün Geleceği isimli gelecek üç kuşağında zihniyetini etkileyecek kitabına borçludur.

“Nobel, Necib Mahfuz’u kazandı”
1930’larda yazmaya başlayan ve “Akademisyenler Kuşağı” olarak adlandırılan yeni bir grubu sahneye çıkar. 1936’da gelen tam bağımsızlıkla yükselen umut dalgası, sonrasında gelen II. Dünya Savaşı, İsrail devletinin kurulması ve İsrail topraklarında yaşayan Filistinlilerin sürgün edildiği Nekbe gibi krizler sebebiyle giderek törpülenecektir. Bu siyasi ortamda, edebi ürün verenlerse bir önceki kuşağa göre, daha farklı denemeler yapacaklardır.

Bu kuşağın en önemli temsilcisiyse elbette ki Necib Mahfuz[4]’dur. 1930’larda başlayarak 20. yüzyılın bütününe yayılan kariyerinde Mahfuz, birkaç kez üslup değiştirse de, romanlarının merkezinde hep Mısır orta sınıfı vardır. İlk kuşaktan farklı olarak, Avrupalı bakışıyla ve bizzat Avrupa yazılan romanları değil, içinde yaşadığı insanların hikâyelerini yazar. İlk romanları baskın bir şekilde, bir önceki kuşağın ulusçuluğundan etkisiyle kadim Mısır üzerine olsa da, daha sonra ciddi boyutta siyasi, dini ve toplumsal eleştirilere yer verecek ve radikallerle yıldızı hiç barışmayacaktır[5]. Mahfuz, Arap edebiyatında pek ilgi gösterilmeyen roman türünde çığır açmış ve 1988’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne uzanmıştır. Arap Yazarlar Birliği’nin yaptığı “En İyi 105 Roman Listesi”nde Kahire Üçlemesi’yle ilk sırada yer almış ve Arap Edebiyatı’nın tepe noktası olduğunu bir kez daha ispatlamıştır. Nobel’i aldığı gün el-Ehram’ın attığı Mahfuz’un değerini tam olarak tarif eder: “Nobel, Necib Mahfuz’u kazandı.”


Akademisyenler Kuşağı’nın diğer önemli temsilcileriyse, Fuşa (edebi Arapça) ile Amiyye’yi (günlük Arapça) başarılı bir biçimde harmanlayan ve sağlam bir modernleşme eleştirisi sayılan Dağ romanının yazarı Fethi Ganem, fellah-ağa ilişkilerini konu alan Dünya ve darbe öncesi toplumun bir eleştirisi olan Yeni Kahire kitaplarının yazarı Abdurrahman Şarkavi[6], melodramlarıyla çok popüler olan, fakat edebi açıdan çok değer verilmeyen Yusuf Sibai ve Türkiye’de daha çok muhafazakâr kesim tarafından tanınan “Asr-ı Saadet romancısı” Abdülhamit Cevde es-Sahhar[7]’dır.

Bir Müjdeci ve Aykırılar
Mısır Edebiyatı’nda üçüncü kuşak olarak ortaya çıkacak olan “Altmışlar Kuşağı”nı gelişini müjdeleyen Yusuf İdris, 1950’lerde yazmaya başlar. Ganem gibi, dili harmanlama ve kullanma konusunda çok usta olan ve darbe sonrası içeri giren siyasi mahkûmlar üzerine yazdığı Siyah Polis, Beyaz ve Aşk ve Küller Şehri romanlarıyla tanınan İdris, Mahfuz’dan da büyük övgüler almış ve birkaç kez Nobel’e aday gösterilmiştir.

Altmışlar Kuşağı’nın çoğu, 1952 Darbesi’ni ve Nasır’la birlikte yükselen Pan-Arabizm’in destekçisi olsa da, yaşanan heyecanın 1967’de İsrail’e karşı alınan son yenilgiyle kesin olarak ölüşü ve tüm Arap toplumlarının Nekse (Nekahat) dönemine girmesine tanık olduklarında sert eleştirilerden çekinmezler. Genelde sol-milliyetçi eğilimleriyle politik aktivizmin içine girmiş ve çoğu bu sebepten dolayı hapis yatmıştır. Arapçayı yeniden icat eden ve önceki edebi formları sorunsallaştırarak yeni bir yapı kurmaya çalışan bu kuşağın en önemli ustaları, Şeref adlı romanıyla ismini Arap Edebiyatı’nın en büyük ustaları arasına yazdıran Sunallah İbrahim; Nasır’ın ölümünün ardından, ona karşı çok ciddi eleştiriler içeren ama Mısırlı yetkililerin tepkisinden çekinerek Şam’da bastırdığı Zeyni Bereket’in (Kahire’nin Mücevheri, Can Yayınları) yazarı ve Necib Mahfuz’un manevi oğlu Cemal Gitani[8]; tıka basa yiyen Mısır’la aç ve sefil kalan Mısır arasındaki farkı anlatan kitabı Mısır Toprakları’nda Savaş (Kanat Kitap) iki yıl Mısır’da yasaklanan Yusuf el-Kaid; Nasır döneminde 4 yıl hapis yatan, Sedat döneminde de 11 yıl sürgün hayatı yaşayan ve Adamın Yedi Günü romanıyla ünlenen Abdülhakim Kasım; köyün gerçekçi romancısı Yahya Tahir Abdullah; Aşağı-Yukarı Mısır, Kıpti-Müslüman ve erkek-kadın arasındaki kadim çatışmaları romanlarına yansıtan ve Rama ile Dragon romanıyla ünlenen Edwar el-Harad, İskenderiye’de Kimse Uyumaz romanıyla tarihi Mısır’ı gözler önüne seren İbrahim Abdülmecid, Heron romanıyla “En İyi 105 Roman” listesine dahil olan İbrahim Aslan ve yazmaya daha geç başlasa da, zihnen bu kuşağa ait olan meşhur Sürgünde Günbatımı’nın (Doğan Yayınları) yazarı Baha Tahir’dir. Bu kuşak aynı zamanda, feminizmi en güçlü biçimde dile getiren kadın yazarlar da çıkarmıştır: Türkçede bir dönem çok tanınan ve kadın/erkek sünneti karşıtı aktivizmle ön plana çıkan Neval el Seddavi[9], kadınların hayatını kadınlar yazdıkça bir değişim olabileceğine inan Selva Bekr ve erkek egemenliği karşıtı protestolar yüzünden hapse giren ve Açık Kapı romanı filme de çevrilen Latife Zeyyat.

Devrim, “Geliyorum” Diyor
Mısır Edebiyatı, Sedat’ın öldürülmesinin ardından başa gelen Hüsnü Mübarek’in yönetimi altında üretim yapmakta uzun bir süre zorlandı. Yenilgiler ve umutların boşa çıkışıyla yaşanan hayal kırıklıkları, edebiyatçıları da toplum gibi bunalıma sürükledi. Bu açıdan, yeni edebiyat patlamasının da, 2001’de filizlenmeye başlayan sosyal hareketlenmelerle aynı zamana denk düşmesi şaşırtıcı değil. Kitap yayınlarında ve satışlarında yaşanan patlama, bağımsız kitapevlerinin ortaya çıkışı ve sosyal medyanın yaygınlaşması, edebiyat ortamının tekrar etkin günlerine dönmesini sağladı. İslam’a yönelik tavrı nedeniyle radikaller tarafından çok eleştirilen Ala el-Asvani’nin 2002’de çıkardığı Yakupyan Apartmanı (Turkuvaz Kitap) kıvılcımı ilk çakanlardan. Booker Ödülü’ne Aşkın Haritası romanıyla aday olan ve Mısır Devrimi’ni günbegün Guardian’da aktaran Ahdaf Soueif, Bedevi toplumunu, özellikle kadınını romanlarına konu eden Miral el-Tahavi, Arapça Edebiyat’ta kendine çok yer bulamayan polisiye/aksiyon türünde usta olan Yusuf Zeydan ve 2011 Devrimi’nin altyapısındaki toplumsal kaynamayı Kahire’deki taksicilerle yaptığı konuşmalarla adeta önceden haber veren ve bu konuşmaları topladığı Taksi kitabı rekor düzeyde satan Halid el-Hamisi, bu kuşağın öne çıkan isimleri.

Bu yazı, Agos Kirk/Kitap Kasım ayı sayısında yayınlandı.

Sevag Beşiktaşlıyan

[1] Hakkında detaylı bilgi için bkz. 1868-1932 Mısır'da Bir Türk Şair Ahmet Şevki, Ahmet Kazım Ürün, Kaknüs Yayınları, 2002
[2] Türkçeye çevrilen kitapları: Asa ile Sohbetler (Elif Yayınları), Gezegenle Sohbet (Birey Yayıncılık), İzis (Pınar Yayınları), Sanat Üzerine (Kaknüs Yayınları), Trendeki Derviş (Mavi Yayıncılık), Şeytanın Vaadi (Şule Yayınları), Ashab-Kehf/Mağara Arkadaşları (Kayıhan Yayınları), Bir Taşra Savcısının Günlüğü (Belge Yayınları), Şarkın Serçesi (Kaynak Kültür)
[3] Türkçedeki tek kitabı: Hz. Muhammed’in Hayatı (Kitabevi)
[4] Son yıllarda, neredeyse tüm kitapları Türkçeye çevrilmiştir: Kahire Üçlemesi: Saray Gezisi, Şevk Sarayı, Şeker Sokağı, Aynalar, Başlangıç ve Son, Dilenci, Han el Halili, Serap (Hit Kitap), Aşk Zamanı, Başkanın Öldürüldüğü Gün, Cebelavi Sokağı’nın Çocukları, Midak Sokağı (Kırmızı Kedi), Bıldırcın ve Sonbahar (Kaknüs Yayınları), Binbirinci Geceden Sonra (Oğlak Yayınları), Savrulan Kahire (Meneviş Kitapları), Düğün Evi, Hırsız ve Köpekler, Karnak Kafe, Miramar (Turkuvaz Kitap)
[5] 1959’da yazdığı Cebelavi Sokağı’nın Çocukları ile başlayan tepki dalgası, Başkan Enver Sedat’ın öldürülmesine sebep olacak Arap-İsrail Barışı’nı desteklemesi ve Salman Rüşdi’nin Şeytan Ayetleri’yle İslam’a hakaret ettiğini ama fikrini söylemek özgür olduğunu belirtmesiyle 1994’te boynuna vurulan bir bıçak darbesine dönüşecektir. Mahfuz, ölmez; fakat sağ tarafı felçli kalır ve ömrünün son 12 yılında çok az edebi üretim yapabilir. Ayrıca bu roman, el-Ehram gazetesinde yayınlansa da,  Arapça ilk ve tek baskısı 1967’de Lübnan’da yapılmıştır. Aynı roman, 2008’de ilk olarak Turkuvaz Kitap tarafından Türkçede yayınlansa da, daha sonra sebep gösterilmeden yayınevi tarafından toplatılmıştı. Allah, Şeytan, Kabil, Habil ve dört resulün birer karakterle temsil edildiği kitap, Kuran gibi 114 bölümden oluşur ve kutsal kitaplardaki tüm efsaneleri 1950’lerde geçiyormuş gibi kurgular.
[6] Türkçedeki tek kitabı: Özgürlük Peygamberi (Düşün Yayıncılık)
[7] Türkçeye çevrilen kitapları: Anayurt Mekke-Adnaniler, Ey Ateş Serin Ol, Faraklit’i Beklerken-Kureyş, Hz. Bilal-Peygamber Müezzini, İbrahim Milleti-İsmailoğulları, Mısırlı Hacer, O Bir Yetimdi, Rahmetin Gelişi, Siyah İnci-Bilal-i Habeşi, Yalnız Sahabi-Ebu Zer (İnkılab Yayınları), Dört Halife’nin Hayatı (Kahraman Yayınları)
[8] Mısır lehçesindeki cim harfinin yerine g harfinin kullanılması sebebiyle Mısır’da ismi Gamal Gitani diye telaffuz edilir ve Türkçeye de bu şekilde çevrilmiştir. Türkçedeki diğer kitabı: Günbatımının Çağrısı (Can Yayınları) 
[9] Türkçeye daha once çevrilen 6 kitabı olmasına rağmen, hâlihazırda ulaşılabilen kitapları: Kadının Cennette Yeri Yok, Kahire Saçlarımı Geri Ver, Şeytanın Masumiyeti (Everest Yayınları), Sıfır Noktasındaki Kadın (Metis Yayınları)