- Kitabın oluşum sürecinden
bahsedebilir misiniz?
Elbette. Okur olarak
edebiyata duyduğum ilgi beni bir şekilde onu üretmekten hep uzak tuttu. Buna
kalkışmayı biraz fazla cüretkar buluyordum çünkü. Birinin çıkıp “etin ne budun ne” diyeceğinden
çok korkuyor ve içimdeki isteği görmezden gelerek idare ediyordum. Sonra ufak
ufak yazmaya başladım. Fakat bu epey geç oldu. Bir şeyler yazayım deyip başına
oturduğumda otuz yaşımı geçmiştim bile. İnsanların yazmayı okumaktan bile çok
sevdiğini, evlerinde, okullarında, defterlere, ajandalara, word dosyalarına bir
şeyler kaydettiklerini biliyorum, görüyorum. Ben de aynı niyetle bir şeyler
yazmaya başladım, sonra bunları bir blog’a koydum. Arkadaşlarımla paylaşıyor,
ekşisözlük’e, Facebook’a, twitter’a linkler yapıştırıyordum ama pek de kimse
okumuyordu. Okuyanlarsa çoğunlukla arkadaşlarım olduğu için çok objektif bir
değerlendirme alamıyordum. Ya da en azından objektif olma ihtimallerini zayıf
görüyordum diyeyim. Sonra Emel Uzun ve Aksu Bora aracı olup beni inanılmaz bir adama
götürdüler: Levent Cantek. Cantek, yalnızca popüler kültür ya da onun güçlü
damarlarından biri olan mizah ile ilgili bilgisi ve bakışıyla değil, bu ülkenin
edebiyatına sahne arkasından ya da bizzat sahneden yaptığı katkılarıyla da çok
önemli bir isim. O değerlendirdi ve çok önemli, hayati katkılarda bulundu benim
blog’da kimseye okutamadığım bu öykülere ve ortaya içimize sinen, vermek
istediğimiz şeyi yansıtan bir kitap çıktı. Cantek’in görünen ve görünmeyen
katkıları kitabın vücut bulmasında çok önemlidir diyebilirim.
- Türkiye’de taşra sıkıntısı,
özellikle sinemada sıklıkla karşımıza çıkmakta… Yazarların, yönetmenlerin
taşraya bu ilgisinin sebebi ne olabilir? Karşımıza çıkan örnekler hakkında
neler düşünüyorsunuz?
Sanırım bunun sebebi
taşralılığın bizzat kendisinin bu sanatsal ürünlerin oluşumunda rol alıyor
olması. Şöyle özetlenebilir kısaca; taşra çocuklarının üniversite okumasının
oransal artışıyla birlikte her alanda bu çocuklar üretime önemli katkılar
sunmaya başladılar. Sanatsal üretim özelinde baktığımızdaysa insanın bildiğini,
gördüğünü anlatması kabulünden hareketle taşranın sanatsal üretimde bu kadar
öne çıkmasında, bu kadar başrole oturmasında bir tuhaflık görmediğimi hatta
gayet doğal bulduğumu söyleyebilirim. Üstelik aradan geçen zaman ve taşrayı
anlatan ürünlerin içinde bulunduğu bu alanın genişlemesiyle birlikte, ilk
başlarda düşülen “taşrayı şehirliye anlatma” telaşından bile vazgeçildiğini
söyleyebilirim. Şimdilerde katıksız taşra anlatısı başlı başına kendini
kurabiliyor bu ürünlerde. Bu durumda öncekilere kıyasla daha yakın dönem
ürünlerini daha samimi bulduğumu söyleyebilirim. Buna sinemada olduğu kadar
edebiyatın çeşitli alanlarında da sık rastlamak beni mutlu ediyor. Çünkü bizim
Cumhuriyet sonrası edebiyatımızda köy ve taşra, şehirli münevver kısmının
oryantalist sayılabilecek bakışından daha yakın, daha doğal bir anlatıma hiçbir
zaman sahip olamadı. Yolu bir şekilde taşraya düşmüş, taşradan geçmiş münevver
oradan ya da döndüğünde şehrinden taşrayı anlatıyor bunu da şehirlinin, tiyatrosu,
sineması, matbuat hayatı olan şehirlerde yaşayan sanat tüketicisinin ilgisine
sunulacak şekilde ortaya koyuyordu. İyimser bir saptamayla bu durumun on-on beş
senedir seyrinin değiştiğini söyleyebiliriz sanırım. Artık kalemi, fırçayı,
kamerayı eline alan taşra çocukları anlatıyorlar taşrayı ve ortaya daha ete
kemiğe bürünmüş anlatılar çıkıyor. Bunu bizi toplumsal olarak da
zenginleştirici buluyorum.
- Özellikle sinemada taşra
hikayelerinde, ne tam şehirli olabilmiş ne de taşradan kopamamış karakterler ile
karşılaşıyoruz. Kitapta da bu duruma benzer öyküler var. Siz bu durum için
neler söylemek istersiniz?
Ben kendi adıma bu
hali çok anlaşılır buluyorum. Ortada hikayesini anlatmaya uğraştığımız bir
taşra var. Fakat o taşra aslında artık yok. O insanlar, o ilişkiler, o yapılar
ve bağlar artık bizim anlatımızda nostaljik bir motif olarak bulunuyor
yalnızca. Günümüzün internetle sarılmış dünyasında, dünyanın herhangi bir
parçasının bir başka parçasından siyahla beyaz kadar ayrı kalabileceğini
düşünmüyorum. Galiba biraz da bu yüzden, uzaktan, büyük şehirlerden baktığımız
taşrayı gözümüzde, onları bıraktığımız gibi hatırlamanın verdiği nostaljik
beklentiyle anlatıyoruz. Anlattıkça yeniden var ediyormuşuz yanılsamasıyla
avunuyoruz. Dolayısıyla da bu bizi oralardan da koparıyor biraz biraz. Çünkü
gerçekte artık oraları yok. Fakat biz, ben kendi adıma söyleyeyim, ne Ankaralı
olabiliyoruz ne Bandırmalı. Ortada bir köksüzlük olduğu muhakkak! Bandırma’da,
Ankaralıymışım gibi görünmekten çekiniyorum, Ankara’daysam da Bandırmalı
olduğum daha karşıdan bakınca anlaşılmasın istiyorum. Her iki durumda da
dışlanan bir konum alıyor oluyoruz çünkü.
Üstelik buna çabalasam da tam anlamıyla başaramıyorum zaten. Ne
Ankara’da Bandırmalı oluşumdan ne Bandırma’da Ankara’lı oluşumdan kurtulabiliyorum.
Arada, arafta kalınmış bir hal var. Almanya’da yaşayan Türklerin Almanya’da
“Türk”, Türkiye’de “Alman” sayılması gibi bir durum. İşin tuhafı bu
köksüzlüğümüzün acısını ortaya koymaya uğraştığımız bu anlatılardan çıkarmaya
uğraşıyoruz. Çünkü bizi yalnız onlar, onların duygusuna ortak olabilenler anlar
sanıyoruz. Anlıyorlar mı bilemiyorum tabii. Bu bahsedilen araftaki halin
herkesteki etkileri farklı boyut ve şiddetlerdedir çünkü büyük ihtimal. O
yüzden anlatabiliyor olmakla yetinmek bile bize kendimizi iyi hissettiriyor. Ne
oraya ne buraya kök salabiliyorken, kendi anlatımızda ve orada kurmaya
çalıştığımız o dünyaya, o artık olmayan gerçekliğe ait olmaya çalışıyoruz. Biz,
diye bahsediyor olmam yanıltmasın ama, daha ziyade kendi serüvenim üzerinden
vardığım yargılar bunlar.
- Son yıllarda 80’li ve 90’lı
yıllara ait hatıralar tamamen o yılların bugün herkese komik gelen popüler
kültür imgeleri. Halbuki o yıllar Türkiye’nin en karanlık yıllarıydı, siz bu
algı için neler söylemek istersiniz?
Burada iki farklı
görüş var sanırım ve ben ikisini de biraz arızalı buluyorum. Bir tarafta, 12
Eylül’de tatsız şeyler yaşandı ama çok şükür geçti gitti diyen, o günlere
takılıp kalmayalım diyen, sonrasındaki bu iki onyılı yaraları sarma, normale
dönme, serbest piyasa ekonomisine tümüyle entegre olma, dünyadaki “değişim
rüzgarı”na alkış tutma taraftarı olan görüş var. Diğer tarafta da, yalnızca
“çok acı çektik” diyen bir başka görüş var. İkinciyi daha anlaşılır bulmakla
birlikte 80’leri ve 90’ları anlamakta temel hareket noktam olarak alamıyorum.
Bir şeyi hiç unutmamalıyız diyorum; bu ülkede 70’lerin sonuna doğru artık
fiziksel anlamda da bir varlık kazanmaya başlayan çok ciddi bir umut vardı.
Bugün telaffuz etmekten bile çekineceğimiz kazanımlar vardı. Ve bu bir gecede,
bir daha asla o coşkuya ulaşamayacağı biçimde sekteye uğratıldı. Sonrası korku,
ümitsizlik, keder, suya sabuna dokunmadan yaşamanın bir yolunu bulmak, yalnızca
ekmeğinin peşinde olmak hatta bir yolu bulunduysa serbest piyasa ekonomisinden
nemalanan tarafa sıçramak, sınıf atlamak… Gerçekten çok büyük acılar yaşandı 12
Eylül’de. İnsanlar her çalan kapıda ölümün, işkencenin, ciğerini,
böbreğini “laboratuarlarda” bırakmanın,
bir kişi daha eksilmenin korkusunu yaşadılar yıllarca. Korkunç işkenceler, zulüm
dolu zamanlar, korku dolu, ihanet dolu yıllar yaşandı. Ama şunu kabul etmek
zorundayız. “Çok acı çektik” kabulüne takılmakta bir sorun var. Evet, çok acı
yaşandı. Üstelik yıllarca sürdü. Bir neslin hayatını tamamen mahvetti,
ikincisini de çok travmatik bir iklimde büyüttü. Ama 90’larda da çok büyük
acılar vardı. 90’ların başında politik sebeplerle hapse girenlerin arasında
hapiste ölenler, hala çıkamayanlar var. Kayıpların, kaybedilmelerin sayısı bile
bilinmiyor. Ne yapalım şimdi? “90’larda çok acı çektik” deyip dertlenelim mi?
Bence doğru yol bu olmamalı. 12 Eylül’ü de, bize o karanlık, korku dolu, yasak
ve eziyet dolu 80’leri yaşatanları, 90’larda bambaşka bir canavara dönüşen
mekanizmayı da unutmamalıyız. Ama “çok acı çektik” deyip de bir kenara çekilip,
anılara dalmakta da içime sinmeyen bir şey var. Çünkü o yılları unutmamaktaki
tek saikimiz bence öfke olmalıdır. O öfkeyi hiç yitirmemeliyiz. O yılları, ne
“yaşandı geçti, çok üzücüydü” diye ne de “biz çok acı çektik, çok kötü
yenildik” diye anmak yeter. O yılları inatla, öfkeyle hatırlamalıyız. Bunun bir
popüler kültür malzemesi olarak tüketilebilir, satılabilir bir şeye
dönüşmesinin ancak bu şekilde durabiliriz. Yalnızca “80’ler, 90’lar ne komikti
ya”, “ne güzel yıllarıdı be!” deyip geçmek bence ahlaki açıdan da problemlidir.
Benim kitabımın da böylesi bir niyetle yazılmış olduğunun düşünülmesinden çok
rahatsız olurum, eğer böyle düşünen varsa. Çünkü yaşadıkça, bu insanları
bunları yaşatanlara öfkemi hiç yitirmeyeceğimden çok eminim.
- Kitapta ezan okununca eve koşan çocuklara, etrafa
sinen Maltepe sigarası kokusuna, Brehme’nin kendini yere atmasına, henüz
Fenerbahçe’ye transfer olmayan Semih’e, Beşiktaş’ın sürekli şampiyon olduğu ve
evlerde Ferdi Tayfur, Bergen çalınan bir dönemin eksik kalmış, hüzünlü
hikayeleri ve bugün için olabildiğince
nostaljik hikayeler ile karşılıyoruz. Türkiye’de nostalji algısı için neler
söylemek istersiniz?
Galiba biraz önce
kendi coşkuma kapılarak cevap vermeye çalıştığım şey de buydu. Biz çok hızlı
tüketen bir toplumuz. Bu adlı adınca tüketim toplumu olmamızdan önce de
böyleydi. Pek kaydetmeyi sevmiyoruz. İyiyi de kötüyü de çabuk unutuyoruz. Ve
özellikle de Özalcılığın iktidarıyla birlikte ivme kazanan tüketiciliğimizle
her şeyi çok hızlı eskitip çok çabuk “nostaljik” bir şeye dönüştürüyoruz. Sonra
da hızla tüketip “geçmiş” kıldığımız şeyi şimdiki zamanda bir kez daha
“tüketip”, üzerinden bir kez daha geçip tamamen tarihe devrediyoruz. Çünkü
geçmiş satılabilir, alıcısı olan bir şeydir. İnsan sınırlı ömründe, yılların
akış hızının yarattığı kaygıyla sürekli geçmişe kancalar atarak kendi
yaşantısına tutunmak istiyor. Bizde her şey çok hızlı eskidiği için de kendi
geçmişimizin bile bir on yıl kadar sonra alıcısı oluyoruz. Bu durum acıklı
elbette fakat biz böyleyiz, yapacak pek bir şey yok.
- 80’li yıllarda taşrada çocuk
olmak için neler söylemek istersiniz?
Soruyu biraz
genişleterek 90’ları da içine almama izin verirseniz sanırım şunu diyebilirim;
benim için taşrada çocukluk sokak ve televizyon diye ikiye ayrılır. Sokak, oyun
demektir, çete demektir, futbol demektir, arkadaşlık, kardeşlik,
büyükşehirlerdeki çocukların olmadığı kadar birlikte büyümek demektir. Çünkü
sokak komşuluğu da kapsayan bir şeydir. Sokakta oynadığımız çocuklar çoğunlukla
anne-babalarını da tanıdığımız, evlerine girip çıktığımız, akşam oturmalarına,
denize, pikniğe gittiğimiz çocuklardı. Şehirler büyüdükçe, imkanlar almayacak
kadar genişlediğinde bu ilişkilerin de çözülmeye başladığını ve bugün artık can
çekişir hale geldiğini kabul etmek zorundayız galiba. İkinci kısım da
televizyon. Çocukluğuma dair, sokağı ve okulu ayıkladığımda aklıma gelen
anıların hemen hepsi ya doğrudan ya da dolaylı olarak televizyonla ilgili.
Eurovision’lardan dünya kupalarına, hafta sonu televizyonu işgal eden futbol
maçlarından, Barış Manço’lara, Bizimkiler’e, özel televizyonların başlamasına
kadar hemen her anıya bir şekilde sinmiş durumda. Galiba bizim, taşra ölçeğinde
söylüyorum, anne-babalarımıza kıyasla biraz daha asosyal olmamızda, sosyal
zekamızın zayıflamasında da televizyonun hayatımıza bu kadar yerleşmiş
olmasının büyük payı var. Şimdi bu işlevi internet ve bilgisayar görüyor.
İnsanlar internet üzerinden, evlerinden bile çıkmaya gerek duymadan
sosyalleşiyorlar ve daha fazlası hiç cezbetmiyor kimseyi. Bunun bile televizyonun
üzerimizde bıraktığı ağır etkiden kaynaklandığını düşünebiliriz.
- Öykülerde minimalizme kaçan,
okuyunca insanda hüzün bırakan hayata dair ufak ayrıntılara bolca rastlıyoruz,
aynı durum Barış Bıçakçı öykülerinde de vardır. Siz neler demek isteriniz bu
konuda?
Buna benzer bir
soruyla Vatan Kitap’dan Canan Hatipoğlu’yla yaptığımız görüşmede de
karşılaştım. Şunu utanarak itiraf etmeliyim ki ben Barış Bıçakçı’yla ayıp
sayılacak kadar geç tanıştım. Kitabı bitirip yayınevine teslim ettikten sonra
kısa bir süre yurtdışında kaldım. Ve giderken yanıma Barış Bıçakçı’ları
almıştım. Niyetim, bunca övülen bu kitapları okumaktı. Ve hayrete düştüm. Barış
Bıçakçı’nın hayranlık uyandırıcı bir dili ve kurgu yeteneği var. Açıkçası bana
“bu bir Barış Bıçakçı’da var bir de sende varmış” yollu sözler edildiğinde
içten içe seviniyorum. Bu durum hoşuma gidiyor, bunu övgü sayıyorum; aksini de
düşünemiyorum. Ama sanırım bu çağrışımı yaptıran şey, sizin de dediğiniz gibi, ufak
ayrıntılarla bezeli yalın bir anlatım. Bu benim kendi adıma çok özen
gösterdiğim bir şey, bu yalınlık yani. Okuyanlar da hak vereceklerdir, çok
yalın insanların çok yalın hikayelerini anlatmaya çalışıyorum ben. Ve bunu daha
süslü, daha edebi anlatmanın yolunu bilmiyorum. Belki de benim beceremediğim, eksik
olduğum bir konudur bu. Ama yazma serüvenimi, “anlatacaklarım vardı ve içimde
kalmasınlar dedim” diye özetleyebilirim. Dolayısıyla anlattığım şeyi, nasıl
anlattığımdan daha önde tutma gayretimden olsa gerek konuşur gibi, hakikaten
bir ahbabıma anlatır gibi dile getirmeye özen gösteriyorum. Çünkü okurken de
yazarken de böylesini seviyorum, içime siniyor. Bu eğer iyi bir şeyse, çok
mutlu olurum. Ama eğer ‘bunu Bıçakçı çok güzel yapıyor ama sende biraz sakil
durmuş’ diyorsanız, o zaman daha iyi, daha da iyi ifade etmenin yollarını
aramaktan başka şansım yok. Daha alınacak çok yol olduğu muhakkak.
- Bandırma, Erdek hikayeleri
edebiyatta sıklıkla karşı karşıya kalmadığımız bir durum. Siz bu durum hakkında neler söylemek
istersiniz?
Bizim oraları anlatan
ve çok okuyucuya ulaşma imkanına sahip olmuş çok az yazar var maalesef. En
bilineni Gönenli Ömer Seyfettin. Çocukluk anlatılarında Gönen ve civarının
sesi, kokusu hep duyulur. Bandırmalı olan Salah Birsel’in anlatılarında da yer
yer var. Ama sanırım sorun memlekette değil de çok okuyucuya ulaşma imkanı
bulabilmekte. Ben de belki Ankara’da yaşıyor olmasaydım, yayıncıma ve editörüme
ulaşma, onlarla tanışma imkanı bulamasaydım bu hikayeler birer blog yazısı
olarak kalacaklardı. Kazara internette Bandırma ya da Erdek’i aratan insanlar
belki haberdar olacaklardı. Biraz şans diyebilirim. Ben bizim oraları anlatmayı
seviyorum ve bildiğimi, gördüğümü anlatıyorum. Orada daha anlatılmaya değer,
esin kaynağı olacak o kadar güzel hikayeler, o kadar şahane insanlar var ki, ömrüm
boyunca anlatsam bitiremem. Öykülerde Ankara’da gösteriyor
ister istemez, çünkü neredeyse Bandırma’daki kadar Ankara’da da yaşadım,
yaşıyorum. Yine de oraların tadını, kokusunu, müziğini, ışığını anlatmanın
benim için hem özel bir anlamı hem de bana keyif veren bir tarafı var. Umarım
anlattığım her şeyde, bir şekilde olmaya hep devam ederler. Bu içimdeki
Bandırma’yı, Erdek’i, Biga’yı, Çanakkale’yi, Gönen’i, Tatlısu’yu, içimdeki
halleriyle yaşatmanın yollarından biri benim için.
- Emrah Serbes’in Behzat Ç.’si ve
Barış Bıçakçı’nın romanlarının giderek popülerleşmesiyle beraber, edebiyat
ve sinemada Ankara hikayeleri ile
sıklıkla karşılaşır olduk. Sizce edebiyat ve sinemada İstanbul hakimiyeti sona
mı eriyor?
Umarım. Ya da dilerim
demeliyim. Emrah’ın da Barış Bıçakçı’nın da yakın dönem Türk edebiyatının en
başarılı, en güçlü yazarları arasında olduğu inkar edilemez şüphesiz. Ve
sanırım hiç İstanbul anlatmak zorunda kalmadan bu başarıyı yakalamış olmaları
da onları da verdikleri eserleri de daha özel bir yere koyuyor. Tanzimat’tan
beri İstanbul anlatan edebiyata kafa tutan bir halleri var. Üstelik de bunu
kafa tutmak için değil, burada da, buradan da anlatılacak binlerce şey olduğu
için yapıyorlar. Bir de şunu kabul etmeliyiz; Ankara, edebiyat okuyucusu için
de popüler kültür için de çok yeni ve neredeyse bakir bir malzeme. Çünkü dikkat
ederseniz anlattıkları Ankara, o koca koca sütunlu, kaba, andezit binalarıyla,
bürokrasisi, “her bahtı kara”nın görmek istediği, aydın-bürokrat ile halk arasında
kalın çizgiler çizen, olmamış cumhuriyetin olmamış başkenti Ankara değil.
Göçmen olarak gelip Ankara’nın yerlisi olmuş Orta Anadoluluların, kıt-kanaat
geçinen memurların, kağıt toplayanların, Yüksel’de eylem yapanların, Sakarya’da
içenlerin, haftasonları alışveriş merkezlerine hücum edenlerin, Alevilerin,
Kürtlerin, kalabalık dolmuş hatlarının, Ankaragüçlülerin, Gençlerbirliklilerin,
A Takımı’nın, Gökçeklerin, üniversitelilierin Ankara’sı bu. Cumhuriyet’in
idealize ettiği Ankara anlatısı artık tükendi. Çok koftu üstelik. Daha gerçek,
daha canlı, daha hareketli ve renkli bir Ankara. O yüzden de bu tüm memleketi
“İstanbul ve devamı” olarak kurgulayan bir edebiyat için de, bütün değirmenini
bunun üzerinden döndüren popüler kültür ürünleri için de çok yeni bir malzeme.
Bundan sonra Ankara’nın da, memleketin hikayeleriyle dolup taşan başka
köşelerinin de, Bandırma’nın da daha çok anlatılmasını, kendi kendini
anlatmasını çok isterim. Bunun için de Emrah Serbes’e de, Barış Bıçakçı’ya da,
“Ankara, Mon Amour!”uyla beni kendine hayran bırakan Şükran Yiğit’e açtıkları
yoldan ötürü çok şey borçluyuz. Dilerim ki daha daha çok yazarlar, bizi bu
tatla daha çok baş başa bırakırlar.
Bu söyleşinin 'epey' kısa bir versiyonu, Agos Kirk'in Ağustos 2012 sayısında yayınlandı.
Sevag Beşiktaşlıyan