13-19
Şubat 2012- Egemen Bağış, geçen hafta içerisinde azınlıkların ileri
gelenleriyle yaptığı toplantıda, bir anlamda Türkiye’nin devlet geleneğini
değiştiren bir mesaj verdi. Fakat attığı adım, devlet geleneğinden hiç de uzağa
düşmedi. Salona toplanan azınlık gruplarına, KPSS’ye girmelerini salık vererek,
bir anlamda “devletle bütünleşin” uyarısı yaptı. Cumhuriyet’le birlikte çok net
olarak ortaya konan ve tüm sarihliğiyle Mois Kohen’in (Munis Tekinalp) hayal
kırıklığıyla dolu hikâyesinden okunabilecek politika, azınlıkları, ne kadar
Türkleşseler de, asla “vatandaş” olamayacağıydı. Bağış ise bu politikaya bir
tutam “kapsayıcılık” katarak, politikayı, “vatandaş” olabilirsiniz ama “devletle bütünleşirseniz”
haline çeviriyordu.
Hızını
alamıyordu Bağış, “Bu ülkenin hiçbir vatandaşı diğerinden üstün değildir. Bu
ülkeye vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes bu ülkenin değeridir” diyerek,
“teori”de çok sağlam ama “pratik”te bir hayli zayıf olduğunu gösteriyordu.
Hrant Dink Davası’nın hukuksuzlukları da bu ülkedeki “eşitlik”in bir sembolü
(!) olarak hafızalara kazınmıştı, örneğin. Azınlık okullarının durumu, halen “yabancı” veya “şüpheli” olarak görülmelerinin birer nişanesi
olan azınlık okullarındaki “Türk” müdür yardımcıları ve “milli” edebiyat, tarih
ve coğrafya öğretmenleri, her gün bir yenisi zuhur eden nefret söylemi ve hatta
nefret söyleminin temelini oluşturan ders kitapları, ülkedeki azınlıkların
dış politikanın blöf aracı olması, devletin kendi kurucu anlaşmasının
ilkelerini çiğneyerek hiç ettiği haklar, her “kritik” meselede “görüş” değil
“biat” isteyen anlayış, kayıplarına ağlayan insanlardan bile esirgenen empati
ve Gagavuzca, Ladino, Süryanice, Hemşince ve Ermenicenin de aralarında
bulunduğu tehlikedeki 15 dil, ne kadar da eşit (!) olduğumuzun göstergeleri
aslında.
Egemen
Bağış’ın bu sorunlara çözümü de, Levent Yılmaz’ın onun için yazdığı “tersten
enformatör” sıfatına çok uygun: “3 çocuk yapın!” Peki, siz o çocuklara, 1915’te
katledilen büyük dedesi Artin’in, başkasına gelin giden ve zorla
Müslümanlaştırılarak ismi değiştirilen büyük ninesi Ani’nin, Cumhuriyet’le
birlikte Anadolu’dan zorla gönderilen akrabası Rena’nın, elindekini
avucundakini almak için Varlık Vergisi’yle sırtına bindirilen yükü
kaldıramadığı için çalışma kampına yollanan büyük amcası Mois’in, 6-7 Eylül’de dükkânı
başına yıkılan müdavimi olacağı lokantanın sahibi Pandeli’nin, 1964’te çok
sevdiği İstanbul’u terk etmek zorunda kalan amcası Niko’nun, dilini çocuklarına
öğretemeyen dedesi Zekka'nın veya kimliğini gizlemenin acısını hep yüreğinde
taşıyacak olan teyzesi Mıryanne’nin hikâyesini dürüstçe anlatabilecek misiniz?
Belki de çocuk yaptıkça çoğalacağını zannettiğiniz azınlıkları devletle
bütünleşmeye çağırarak, yani bir şekilde o şiddetli ateşin üstünde kaynayan
aynı kazanda eriterek bir eşitlik sağlayabileceğini düşünüyorsunuz ama
bilmiyorsunuz ki, “sefalette eşitlik olmaz.”
2 yorum:
süper yazı ! mersii
kelima doğrulamayı blogtan kaldırmanızı rica ediyorum : )
Yorum Gönder