27 Mart 2012 Salı

Turgut Berkes: 'Müzik yapmak kişinin varoluşsal gerçeği ise sürünmeyi göze alacak'

- Rock müzik varoluşsal olarak yerleşik olana saldırır. Türkiye’de ise Rock müzik genelde sistemle barışık haldedir. Genel siyaset üzerine, sistem üzerine bir eleştiri getiren, bu durum üzerine kafa yoran grup sayısı çok az. Bunun sebebi ne olabilir?

‘Sistemle barışık’ tanımını gerçekten hak edenleri zaten konuya katmamak lazım. Öte yandan bu ülkedeki ‘yerleşik olan’, zaten her yeni şeye tepkili, bu bakıma ‘rock’ yapmanın kendisini bile bir saldırı niteliğinde algılıyor. Daha önce de söylemiştim, Duman’ın “Oje”si bile bu bağlamda politik. Politik ‘duruş’ illa sloganla olmayabilir; dürüst bir müzik yapıyorsanız dünya görüşünüz açık ya da örtülü bir biçimde kendini belli eder. Bence herkes sistem üstüne az-çok kafa yoruyor da, son on yılda pıtrak gibi çoğalan grup ya da solo müzisyenlerin büyük bir bölümünün esas kafa yorduğu şey, böyle bir ortamda müzik yaparak nasıl geçinecekleri. Yine büyük bir bölümü, bu nedenle, sistemle barışık olmaya çabalıyor. Sistem başka türlüsüyle barışmaya niyetli olmadığı için sonuçta kabul görenler rock falan değil, başka bir şeyler oluyor. Öte yandan samimiyetle kendini ifade etmek için müzik yapmaya çalışan azınlığın tek gerçek sorunsalı da – bu kez de sistemle barışık olmadıkları için – yine ekonomi. Örneğin çok genel olarak, iyi şarkı sözü yazmak için çok okumanız lazım, çok okumak için de yeterli eğitimi almanızı sağlayacak bir ekonomik altyapıya sahip olmanız vb. Ne yazık ki çok azımız binlerce yıllık doğruları süzüp de “Erişmek için menzile, gidiyorum gündüz-gece” gibi bir sözü söyleyebilecek köylü görgüsüne ve saflığına sahibiz.

- 2000 yılında çıkarttığınız “Karakutu” albümü, Türkiye standartlarının çok üzerindeydi. Fakat bu albümün devamı gelmedi. Karakutu projesi şu anda ne alemde, yeni parçalar  yazıyor musunuz?

Albümün devamı geldi ama herhalde pek duyulmadı. 2003’den bu yana arkadaşlarımın desteği sayesinde 5-6 parça daha kaydettik. Bildik formatta bir başka ‘albüm’ yapmak için finansör, sponsor, plak şirketi vb arayışına girmedim, zaten bana “aman gel sana albüm yapalım” diyen de yok! Yeni parçalar hep çıkıyor, ama İstanbul’dan uzağa taşınmamla bunları hayata geçirme olanağım da iyice zayıfladı. Yine de tek-tük bir şeyler çıkar zamanla.


- Albümünüzün ardından uzun yıllar boyunca karakutu.info üzerinden parçalarınızı paylaştınız ve müziğin bir ambalajla satın alınıp sahiplenilebilecek bir kavramdan öte olduğunu savundunuz. Son yıllarda Radiohead gibi birçok müzik grubu da parçalarını aynı mantıkla internette paylaşmayı tercih ediyor. Bununla birlikte son zamanlarda Grooveshark, Fizy gibi müzik dinleme servisleri ile dinlemek istediğimiz tüm müziklere ulaşmamız kolaylaştı. Müzisyenler ile dinleyiciler arasındaki endüstriyel katmanların azalması, sizce günümüz müziğini nasıl etkilemekte?

Seksenli yılların ortalarından itibaren müziği canlı performanstan uzaklaştırıp studyolara gömen bilişim teknolojisi, internetin ve ucuz kayıt olanaklarının hayatımıza girmesiyle doksanlardan itibaren beklenmedik bir şekilde ve boyutta bu süreci tersine çevirdi. İnternet öncesinin prodüksiyon denklemi artık geçerliliğini yitirdi.  Aynı anda ‘konsept’ dışında ‘albüm’ deyimi de anlamını yitirdi, aslında yeniden ‘single’ dönemine girdik. Eskiden sanatçılar albümlerini tanıtmak için konser yapardı, şimdi ise konserlerini tanıtmak için albüm ya da single yapıyorlar. Sonuçta asıl geçerli olan canlı müzik oldu. Bir yandan da internet ana müzik mecrası haline geldi, yakında sadece online müzik dinleyeceğiz. Sadece müzisyenler ile dinleyiciler arasındaki endüstriyel katmanlar azalmakla kalmadı, müzik ya da herhangi bir şey yapmak isteyen herkes için kaynak erişimi astronomik olarak çoğaldı. Bütün bunların kötü olduğu söylenemez. Ama eskisi gibi albüm yapıp geliriyle gül gibi geçinmek diye bir şey ortadan kalkıyor. Bu durumda ya biraz ter döküp canlı performansla para kazanmak, ya da ‘content’, yani reklam cıngılı veya dizi müziği yapmak lazım. Sonuçta bu durum işin gerçeğini ortaya çıkardığı için, bence çok yararlı; müzik yapmak kişinin varoluşsal gerçeğiyse, sürünmek pahasına bunu yapacaktır. 

- karakutu.info’nun haricinde, t-blog isimli ufak ama çok lezzetli bir blogunuz var. Bununla birlikte karakutu.info, t-blog ve kişisel web siteniz artık aktif değil. İnternetle aranıza son senelerde bir mesafe koymayı mı tercih ediyorsunuz?

Tersine, internetle fazla samimi oldum galiba. Şu anda bu mecradan kendimi ifade etmek için hazırdaki Facebook vb gibi ortamlar bana yeterli gelmeye başladı. Özel bir siteyi amatör olanaklarla sürdürmeye çalışmak zor iş. T-blog ise sanırım yine hayata geçecek, ama şu sırada çok kapsamlı bazı yazı projelerim var ve bunlar pek bloga sığacak şeyler değil. 

Bülent Ortaçgil bir söyleşisinde “Benimle Oynar Mısın” albümünün 2000 adet sattığını, bu durumun onda piyasa dinamiklerinin dışında müzikten para kazanamayacağına dair bir görüş kazandırdığını ve geçimini sürdürebilmek için mühendisliğe geri dönmek zorunda kaldığını aktarmıştı. Siz de aynı şekilde sadece müzikten para kazanamadığınızı, geçiminizi sürdürebilmek için çevirmenlik yaptığınızı söylemiştiniz. Sizce Türkiye’de piyasa dinamikleri haricinde kendi müziğini yapmaya çalışan insanlar müzik üretmeye devam edebilecekler mi?

Tercih meselesi. Sonuçta işletmecilik açısından bakarsanız, sanatsal herhangi bir eyleme yatırım yapmak dünyanın her yerinde riskli, ülkemizde de hem risk, hem maliyetler çok yüksek. Kendinize önünüzü görebileceğiniz, garantili bir yaşam sağlamak istiyorsanız, başka meslekleri düşünmelisiniz. Türkiye’nin 100 küsur yıllık modern sanat tarihçesine bakarsak, en güçlü ve evrenselliği yakalamış alanın şiir olduğunu görürüz. Neden? Çünkü şiir yazmak için sadece kağıt-kalem lazım – hatta o bile şart değil. İkinci sırada da çizgi var, çünkü yine gereken yatırım minimal. Oysa resim ya da müzik öyle değil, hele sinema! Bu dallarda oynamak için bile çok paralar gerekiyor; bu harcamaların dönüşü olacağı ise çok şüpheli. Ve bütün bunlar, ülkenin piyasa dinamiklerinin dahilinde kalsanız bile böyle.

Yavuz Çetin, Süleyman Bağcıoğlu, Batu Mutlugil, Ergin Altınel gibi örneklerle karşılaşınca bu topraklarda yetenek sorunu olmadığını görebiliyoruz. Aksine yetenek öğütücü ve hayal kırıklıkları üretim merkezi gibi bir ülkede yaşıyoruz. Sizce yetenekli sanatçılar bu ülkede ne zaman hak ettikleri değeri görecekler?

Genellikle öldükten sonra oluyor. Çok sonra da olabilir.

Metropollerin yoğunluğu, karmaşası sanatçıların üretimlerine engel olacak hale gelmiş durumda. Herkes birer ikişer sakinliğe kaçıyor, Ortaçgil Bozburun’da, siz Bodrum’da yaşıyorsunuz. Bodrum’un kış aylarındaki sakinliği size sanatsal üretim anlamında iyi geldi mi?

Elbette sessizlik ve doğa harika, ama dört yıl geçmesine rağmen kent peşimi bırakmıyor, asla bırakacağını da sanmam. Yazık ki köyde yaşamakla köylü olunmuyor. Orada yaşamak somut üretim anlamında iyi olmadı, sonuçta müzik ortaklarımdan ayrı kaldım örneğin. Ama çok düşünecek ve yazacak vakit buldum diyebilirim.

Müzik dışında, çevirmenlik ve ressamlık da yapıyorsunuz. Çevirmenlik işi nasıl başladı, bugüne kadar hangi kitapları çevirdiniz?

Aslında yurtdışında sinema eğitimi gördüm. 1978’de yurda döndüğümde ise ülke koşullarında Türkçe ve İngilizceye hayli hakim olmamın dışında geçimimi sağlayacak hiçbir yetkinliğim olmadığını kısa zamanda anladım. Türkiye’nin Sesi İngilizce Bölümünde, İngiliz Kütüphanesinde çalıştım, basın ajanslarında İngilizce editörlüğü yaptım. Bu arada eldeki olanaklar çerçevesinde resimle ve müzikle uğraştım. 1990-2000 yılları arasındaki studyoculuk serüveninde bile çeviri yapmaya devam ettim. Çok az kitap çevirdim, çünkü Türkçeden İngilizceye çok az kitap çevriliyor, diğer yönde ise yayıncılar çevirilere çok komik rakamlar öneriyor. Mesela bir ara sürünürken Gore Vidal’ın 500 sayfalık dev yapıtı “Creation”ı 1000 liraya çevirmeyi kabul ettim, ama yarısına kadar çevirdikten sonra para alamayınca bıraktım. Bu nedenle çeviri kitap da okumam, çünkü çevirilerin %90’ı bu gibi fiyatlara razı olan amatörler tarafından yapılıyor. Çok az sayıda kitap, işine aşık gerçek çevirmenler tarafından çevriliyor. Benim  İngilizceden Türkçeye tek başına çevirdiğim yayınlanmış tek kitap Camille Paglia’nın “Cinsellik ve Şiddet” adlı çalışmasını, örneğin, tamamen İngilizce bilmeyen arkadaşlarım okusun diye çevirdim; sonradan yayınlandı. Sonuçta asıl gelir kaynağımı başka türlü metinleri – özellikle de İngilizceye – çevirerek elde ediyorum. Teknik, hukusal, tıbbi vb gibi işlerin yanı sıra, son yıllarda da sıklıkla tarihi, kültürel, sanatsal metinler ve özellikle de film senaryoları çeviriyorum.

İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası’nı Türkçe’den İngilizceye çevirdiniz. İhsan Oktay’ın dili çoğu zaman Türk okuyucuları bile zorlarken siz onun kitabını İngilizceye çevirdiniz. Kitabı İngilizceye çevirirken zorlandınız mı? İhsan Oktay Anar’ın başka kitaplarını da çevirmeyi düşünüyor musunuz?

Atlas’ı çevirmek zaten böyle bir meraktan kaynaklandı. Yayıncı arkadaşım Osman Yener’le böyle bir dilin İngilizceye çevrilme olanağı üzerine söyleşiyorduk. Benim savım şuydu: Bize ağdalı Osmanlıca gibi gelen dilin İngilizcedeki karşılığı zaten yaşıyor, yani onlar kendi ‘Osmanlıcalarını’ bizim gibi dillerinden söküp atmamışlar, benzer sözcükler hala var. Elbette aynı nedenden dolayı, ne kadar antika ve ağdalı bir İngilizce kullansanız da, dildeki mizah çeviride zayıflıyor. Bu da Türkçe bilmeyen dostlarım okusun diye giriştiğim bir iş, zaten maalesef yurtdışında yayınlanma olanağı bulunamadı. Sayın Anar’ın bütün kitaplarının hayranıyım, özellikle “Suskunlar”ın ve tüm diğer yapıtlarının İngilizceye kazandırılması gerekir.

Muzır neşriyat kurulunun William S. Burroughs’un “Yumuşak Makine” ve Chuck Palahniuk’un “Ölüm Pornosu” adlı kitaplarının hem yayıncısına ve hem de çevirmenine dava açmasını nasıl  yorumluyorsunuz? Bu durum ileride çevirmenler bazında bir ürkeklik ve otosansüre yol açar mı?

Bu iklimde ürkek davranmak için çevirmen, yazar, gazeteci, sanatçı vb olmaya gerek yok. Her an her şey olabilir. Allah’a emanetiz.

Müzisyenlik, söz yazarlığı ve çevirmenlik dışında resimle de uğraşıyorsunuz. Ne tür resimler yapıyorsunuz?

Ben sanatla uğraşımda belki ters bir yol izldeim. Genelde müzikten yorgun düşen ya da düş kırıklığı yaşayan müzisyenler biraz terapi anlamında resim yapmaya başlarlar. Benim için resimde düşünsel kaygılar ön plandaydı. Müziğe yaklaşımım ise tamamen duygusal. Müzik benim merhemim oldu, hala ayaktaysam onun sayesinde... On yıldan fazladır gerçek anlamda resim yapmadım, bunun da başlıca nedeni ekonomik tabii. Dediğim gibi, masraflı işler bunlar, bu ülkede her ikisini de yapmak için zengin olmak lazım. Yakında yeniden resme başlamak istiyorum, ama başka türlü, başka yerde... Ne tür resimler yaptığımı görmek için şimdilik https://www.facebook.com/pages/Turgut-Berkes-Artwork/391919984161255 var. Yakında kapsamlı bir sayfa yapacağım.

Turgut Berkes, "Kaçın Kurbağası?" 70 cm X 100 cm Schoeller üstüne Ecoline, 1988.

Son zamanlarda en beğendiniz kitaplar ve albümler var mı? Son olarak başucu kitabı ve albümleriniz nedir?

Son zamanlarda Jean-Paul Roux’un “Türklerin Tarihi” adlı çalışmasını zevk ve hayret duyguları içinde okuyorum. Herkes okumalı. Son yıllarda en beğendiğim yazarlardan hemen akla gelenler Martin Amis, Amin Malouf, Will Self... Maalesef istediğim kitaplara erişmekte zorlanıyorum, çünkü dediğim gibi Türkçe çeviri pek okumuyorum, İngilizce kitaba erişmek de zor, zaten kredi kartım falan yok. Borges, Burroughs, Eco’nun herşeyini okuyorum, sonra bir daha okuyorum. ‘Başucu’ kitaplarım ise tabii “Kuran-ı Kerim”, “Kitab-ı Mukaddes”, “I Ching”, “Türlerin Kökeni”, “Bhagavad Gita”, “Batı'ya Yolculuk” ve “Alice Harikalar Diyarında” denebilir.

Son zamanlarda ilgimi çeken yeni denebilecek müzikler Battles gibi post-progressive sanatçılarla Feist, Bone Iver gibi yeni folk-barok pop arasında geziniyor. Yerlilerden son yıllarda en beğendiğim albümler Aylin Aslım’ın ve Korhan Futacı’nın çalışmaları oldu, çıkmak üzere olan yeni Pentagram albümü ve Cem Kısmet’in “Behzat Ç.” müzikleri de kayda değer. Başucumda ise Dylan “Desire”, King Crimson “Starless”, Steely Dan “Royal Scam” ve binlerce daha albüm var.

Can Öktemer - Sertan Şentürk

12 Mart 2012 Pazartesi

Doğdum Ben Memlekette



Kesmeşeker, 20 yılı aşkın süredir var olan bir grup. Grup, 1991 yılındaki Dipten ve Derinden isimli ilk albümlerinden beri, Cenk Taner’in İzin Vermedi Yalnızlık isimli solo albümünü de katarsak, 8 tane albüm çıkardılar. Bununla birlikte Kesmeşeker, müziği dışında ön plana çıkmayı tercih etmemiş, belki de değeri tam anlamıyla bilinmeyen bir grup. Öte yandan Kesmeşeker'in İçinde İçindekiler Vardır albümlerinde "Uçsuz Bucaksız Azınlık" diye haklarını teslim ettiği sadık ve kuvvetli dinleyici kitlesini unutmamamız gerekiyor.

Grup, birkaç ay önce çıkardıkları Doğdum Ben Memlekette albümüyle 7 senelik uzun aralarına son verdi. Albümde, grubun tek değişmeyen elemanı ve kurucusu Cenk Taner’in vokaller ve gitarlarına, daha önce Tut Beni Düşmeden, İnsulin albümlerinde çalan Can Alper gitarlarla, İnsulin, İçinde İçindekiler Vardır ve İzin Vermedi Yalnızlık albümlerinden Tansu Kızılırmak bas gitarla ve İçinde İçindekiler Vardır albümünden Emre Sarıtunalılar da perküsyonla eşlik ediyor. Albümdeki tüm söz ve besteler Cenk Taner'e ait.

Albüm, belki de Türkiye'de son aylarda çıkan en iyi rock/alternatif albümlerinden birisi. Öncelikle albümün kayıtları temiz ve enstrümanlar/vokaller oldukça belirgin, yirmi dakika dinledikten sonra yüksek sıkışık seslerden bunaltan kayıtlardan değil. İsmail, Her Şey Sermaye İçin Sevgilim, Sıcak ve Kurak gibi rock sesi içerisinde kalan ama birbirinden oldukça farklı ve çarpıcı parçalara sahip. Bu haliyle 2 şarkısının sözü melodisi ezberlenip tüketilebilecek albümlerden çabucak ayrılıyor. Albüm, genellikle sade melodiler ve cambazlıktan uzak yapılar üzerine kurulmuş. Yalnız bu, üstün bir müzisyenlik olmadığı şeklinde anlaşılmasın: sadece tüm grubun katkıda bulunduğu düzenlemelerden bile parçaların müzikal açıdan ne derece özenli işlendiği belli.

Bununla birlikte albümün amiral gemisinin Cenk Taner'in sözleri olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz. Cenk Taner, "yaşama sevinçli sandviçler," "sevişelim derim ben emek bu kadar ucuzken," "doğmasaysın sen de oralarda," "adam ol denen şu okulda bütün dersleri astım" gibi vurucu sözleriyle şarkıcı-şarkı yazarı tanımına harika oturuyor. Doğdum Ben Memlekette'de doğrularını dolgun bir yalınlıkla yaşayan birinin iç dünyasını hissederken, rahatlıkla bir Bülent Ortaçgil, Ezginin Günlüğü dinlemeye benzer bir hazzı bulabiliyorsunuz.


Ve gelelim albümün en anlamlı şarkısına: Metin Kurt Yanlızlığı. İnandıkları değerler için yaşayan ve savaş veren insanların yanlızlaşması hakkında olan bu şarkı, Türk futbolunun efsane olmayı hakeden fakat duruşu sebebiyle hakim vahşi futbol zihinlerinin mağduru olan Metin Kurt'u, grubun kendi deyimiyle, metafor olarak kullanıyor ve bu toprakların en özel sporcusuna saygı duruşunda bulunuyor. 70lerde futbolcu haklarını savunan, spor emekçilerini örgütlemeye ve onları sendika çatısı altında toparlamaya çalışan Metin Kurt, şaşılmayacak şekilde, oyunundan aforoz edilmiş ve yanlız bırakılmıştı. O ise bu oyun dışında kalmayı sahiplendi ve futbolun biraz daha insan gibi oynanabilmesi için çabalamaya devam etmekte. Metin Kurt Yanlızlığı kazanmak için başkalarını yiyemeyen, karşısındakinin gözünün içine aşık olduğu yalanını söyleyemeyen, sınıfta hocasına öğretemediğini haykıran, kendi çıkarı olunca değil herhangi birinin hakkı için ses çıkaran, basitçe ve sadece doğrusu bu olduğu için değirmenlerle savaşma tercihini yapabilmiş, ismi Lefter konulmamış ama yine de "bir rüyanın peşinden koşan" çocukların gururlu yanlızlıklarını anlatan belki de en güzel şarkı...

... ya da belki hayatın kendisi güzel. Her şeyin sonunda yanlış biriyseniz ve kula kulluk etmiyorsanız, siz de her an ceza sahasındasınız. Topunuz bir kerecik tümseğe çarpsın...

Sertan Şentürk

10 Mart 2012 Cumartesi

Haftanın Çok Bilmişi #9: Ataol Behramoğlu


27 Şubat-4 Mart 2012- Geçtiğimiz hafta da çok bilmiş adayları konusunda sıkıntı yaşamadık. 13 Mart tarihinde Sivas Katliamı davasının zaman aşımına uğrayacak olmasıyla bu topraklarda adaletin hiç de adil olmadığını bir kez daha görmemizi sağladı. Adıyaman’da Alevi ailelerinin kapılarının işaretlenmesi ve “çocuklar boyamış” gibi ancak bu ülkeyi tanımayacak insanların inanacağı bir açıklamayla geçiştirildi. İdris Naim Şahin ise geçen haftaki Hocalı mitinginde içindekileri yeterince dökememiş olacak ki, (sanki yaşamlarımız nefret söylemi, ırkçılık ve resmi yalanlardan arınmış, sağlıklı yürüyormuş gibi) “AKP’nin üşümesi halinde Türkiye’nin zatürre olacağını” söyledi. Hızını biraz daha alamazsa Güneş Sistemi’nin merkezini AKP olarak tanımlayacak İdris Naim Şahin’e, ne yazık ki, bir bere yollayamıyoruz. Fakat bakanımız 3. kez mansiyon ödülüne hak kazanarak, şimdiye dek “Haftanın Çok Bilmişi’nde en çok anılan kişi” olarak kendini önemli bir konuma yükseltiyor.

Ama geçtiğimiz hafta yaşanan en büyük hayal kırıklığını  “Bu aşk burada biter ve ben çeker giderim“ dizelerinin sahibi Ataol Behramoğlu’ndan geldi. CNN Türk’teki 5N1K programında Cüneyt Özdemir’e konuk olan Behramoğlu, 28 Şubat post modern darbesini “28 Şubat 1997’de askerler Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin o dönemdeki iktidarı tarafından başta eğitim olmak üzere yıkılmasına bozulmasına engel oldular.” sözleriyle destek vererek büyük bir şaşkınlık yarattı.  1980 darbesinde Barış Derneği’nin kurucusu olduğu için tutuklanarak Maltepe Askeri cezaevine kapatılan Behramoğlu’nun “Ben darbe iyidir, demokrasi kötüdür demiyorum. Asla böyle bir şeyi savunmuyorum. Ama gerekirse olabilir” diyerek 28 Şubat’ı desteklemesi içine düştüğü karmaşayı gösteriyor. Kendisinin zamanında mağduriyet yaşatmış askeri darbeyi bu gün savunacak duruma gelmiş. Mesleği şairlik olan Behramoğlu şairlerin sivil olduğunu unutuyor ve “Halk örgütlü değilse buna bir şekilde buna bir şekilde asker karar verebilir. Askerin yaptığına sivil toplum sahip çıkabilseydi, toplum bambaşka bir yere gidebilirdi” diyerek bütün demokratik çözümlere sırtını dönerek askeri çözümlere sığınıyor. Ayrıca kendi hayatını, soyut değerler üzerinden, kendisinden daha “iyi” düzenleyebilecek birilerinin olduğuna inanarak, Behramoğlu sadece içindeki karmaşayı göstermiyor; aynı zamanda elinin altından giden o arkaik Cumhuriyet ideallerinin paniği içinde bir sivil olarak kendi iradesini yok sayıyor.

Peki bu buhran sadece Ataol Behramoğlu’nda mı gözüküyor? Rutkay Aziz, Tarık Akan, Ferhan Şensoy gibi kimi aydınlarda, mevcut siyasi iktidarı ancak askeri yollarla defedebileceklerine inanıyorlar. Cumhuriyet güç birliği gibi artık adı bile antik kalmış oluşumların toplantılarında inatla korumayı çalıştıkları Kemalizm ve Cumhuriyetin tek partili anti demokratik dönemini yüceltiyorlar. 1980 darbesinin mağdurları olarak, mağdur oldukları anti demokratik düzenin tam kendisi oluyorlar. Ataol Behramoğlu’un yaptığı açıklamalarla düştüğü durumu görünce  Türkiye edebiyatının belki de en "sivil şairi" Ece Ayhan’ı bir kez daha anmak farz oluyor:

Bir Sivil Şairin Ölümü
Beyoğlu’nda. Sakızağacı Caddesi’nde, devletin hem dışında, hem de karşısında olarak, bir pezevengin ve bir orospunun oğlu olarak, biz de diyoruz ki:
“Şiir, şiirde kalmaz efendiler! Kalmamıştır da! Evet, bir şiirde dizgi yanlışı olabilir! Ama, baba düşüncede? Asla!“

1 Mart 2012 Perşembe

Kanı değil canı savunalım

“Ermeni yalanına sessiz kalma” diyen billboardlarla gelen dip dalga, 26 Şubat Pazar günü Taksim Meydanı’nı vurdu. Bu slogana bakıp Hocalı Katliamı’nın acısına varmak mümkün değildi; meydanı dolduranlar da, maalesef, acıda ortaklıktan çok, ‘Ermeni’ye yönelik nefrete adanmışlıkta buluştular.

En çok da o büyük acının kendisine ayıp oldu. Hocalı’da 20 yıl önce Ermeni milislerin sivil Azerilere yönelik saldırısında can verenlere. Ermenistan açısından Sumgayit veya Bakü Katliamı ile eşleşen karşılıklı yıkımlar, Türkiye’ye hep Ermeni düşmanlığını körükleme fırsatı olarak yansıdı. Ermenistan ile sınır kapatıldı. Siyasi sorun yaşanan hiçbir ülkeyle kesilmeyen bağ kesildi; nineleri dedeleri Anadolu toprağının çocuğu olan Ermenistan en uzak komşu olarak kaldı.

Pazar günü asıl dayatılan da, ‘Ermeni yalanı’ olarak ötelenmek istenen 1915’in konuşulmasını engellemekti. Oysa ne 1915 sadece Ermenilerin, ne de Kürt Sorunu sadece Kürtlerin meselesi. Geleceğimizi ipotek altına alan bu koca uçurumlar, ortak hayatımızı, nefret yüklü sloganların yankısına terk edilemeyecek kadar belirliyor.

Meydandan yükselen sloganlar “Dişe diş, kana kan, intikam!” dedi. “Bozkurtlar burada, Hrantlar nerede?” diye sordu. “Kuzey güney bir olsun, Ermenistan yok olsun” diye dilekte bulundu. “Hepiniz Ermeni’siniz, hepiniz piçsiniz” diyerek 19 Ocak anmasına katılanlara selam etti. Ve o tanıdık nağmeyle hedef belirtti: “Bugün Taksim, yarın Erivan, bir gece ansızın gelebiliriz.”

Başbakan’ın, geçmişte kendi hükümetini hedefe koyan darbe destekçisi bu milliyetçi-ulusalcı söylemin o derin anlamını kayda geçip tavır alması çok şeyi değiştirebilirdi. Ama maalesef o, “Marjinal ve münferit birkaç pankart Hocalı Katliamı’na dair acımızı gölgelemeye yetmez” demeyi tercih etti. Dahası, İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in kan dolu ve intikama davet eden söylemini de sahiplenmiş oldu.

Oysa yakın tarihimiz, darbe hazırlıklarının parçası olduğu bilinen sayısız münferit cinayetle ve katliamla dolu. Bu marjinal ve münferit pankartlar Hocalı Katliamı’nı unutturmazken, Türkiye Ermenileri kendilerini vatandaşlığın hangi klasmanında gördü dersiniz? Ya bu ülkede çalışan ve her siyasi kriz döneminde kapı dışarı edilmekle tehdit edilen Ermenistanlılar?

Agos olarak en çok, nefret istikrarının gösterdiği çıkmazdan ürperdik. “Bir gece ansızın gelebiliriz” diye inletilen caddede, hedef tahtasına oturtulmuş genel yayın yönetmenimiz Hrant Dink’in, güpegündüz arkasından vurularak öldürüldüğünü bilerek baktık meydana.

Orada yaşananlar sadece siyasi erki değil, basını da sınava tabi tutuyor. Nefret söyleminin varacağı noktaların bilincinde olanlar, sorumluları göreve çağıran yayınlar yaptılar. Biz de sesimizi onlarla birleştiriyor, aleni nefret gösterisini “protesto yürüyüşü” olarak taçlandıran basın kuruluşlarını bu yayınların vebali konusunda uyarıyoruz. Tekrarlanan hatalara kasıt denir ve o kasıt, canlara kast etmeye dek varabilir.

Hatırlayalım, TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı AKP’li Ayhan Sefer Üstün, savcıları, ayrımcılık yapanlar için TCK hükümlerini uygulamaya davet etti. Gün, savcıların, bu nefret dolu söylemlerin takipçisi olma günüdür. Devletin denetleme kurulu devlet görevlilerinin soruşturulmasını salık vermişken, gün, Hrant Dink davasına, gerçek demokrasi adına sahip çıkma günüdür.

Pazar günü, Hrant Dink’in katillerini öven bir grubun Agos’a yürümesi son anda önlenmişse, Ermenilik piçlikle eşleşmişse, tarihi bugünden okumaktan öte yol kalmaz. Dahası, başka türlü bir gelecek yazmaya talip olanların kalemi kırılır. Çünkü kanın üstüne söz yazamazsınız.

Gelin, kanı değil canı savunalım. Can hayattır ve hepimizin hakkıdır. Bir gün o meydanda, hep birlikte vakarla durup acıya ortak olabildiğimizde birbirimizi yaşatabilmiş olacağız. Biz işte o günün talibiyiz ve o günü de ancak birlikte yaratabiliriz. Gelin, birbirimizde can bulalım.

AGOS (2 Mart 2012 tarihli sayısının başyazısı)