Bu blog, sadece içimizde oluşan sözü söylemek
amacıyla katkı sunabileceğimiz gönüllü bir mecra olduğu için, gündelik
hayattaki yoğun tempoya arada yenik düşüyor. Üç haftadır olduğu gibi… Geride
bıraktığımız bu süreç içerisinde, “Yine erkekler kazandı!” diyerek Mor Bülten
ekibinin görevine son veren IMC TV’yi, Pozantı Cezaevi’nde yaşanan insanlık
dışı olayların olmasına izin veren tüm kurumları, sonrasında işkence ve tacize
maruz kalan çocukların başka bir cezaevine aktarılmasını “Yeni yuvalarına
kavuştular” gibi yüzsüz bir başlıkla duyuran NTV’yi, Banu Güven’e “devletsever”
reflekslerle yakışıksız biçimde saldıran Osman Gökçek ve insanları telefonlarını
teşhir ederek yıldıracağını düşünen babası Melih Gökçek’i, adı üstüne bir
bayram olan Newroz/Nevruz’u kutlamak için illa ki belirli bir gün dayatarak kan
bulaştıranları, Özgür Gündem gazetesini, her ne kadar karar geri alınsa da
kapatma cüreti gösteren mahkeme heyetini ve daha önce defalarca kez denenmiş ve
başarılı olunamamış yöntemleri kamuoyuna yeni (!) Kürt politikası diye sunan
hükümeti, “haftanın çok bilmişi”
seçemediğimiz için derin mahcubiyetlerimizle özür dileriz.
26 Mart-1 Nisan 2012- Ramazan Dağ’ı hatırlayanımız var mı? Daha 13 yaşındayken
devlet tarafından öldürülmüştü. Peki ya Uğur Kaymaz (12), Ceylan Önkol (10),
Elif Akın (10), Mehmet Uytum (18 aylık), Enes Ata (8), Seyfi Turan (11) veya
Roboski’de ölen 19 çocuk? Ocak ayında yayınlanan rapora göre, sadece 2011’de,
tam 50 çocuk “devlet eliyle”, 673 çocuk da “devlet önlem almadığı için”
yaşamını yitirdi. Öldürülmeyen ama işkenceden geçirilen, yani devletin
hayatlarını karartmaya çalıştığı onlarca çocuktan kaç tanesini hatırlıyoruz?
Manisalı gençler, Pozantı Cezaevi’ndekiler veya Utku Çetin (6), Meltem Yılmaz
(10), Melih Çalayoğlu (13), Gülhan Yılmaz (14), Özcan Beldek (14), Hasan Keskin
(15), Ercan Özkan (15), İbrahim Koyuncu (16), Bilal Ateş (16), Gökhan Umut
(16), Yaşar Serdar (17) ve sayısız diğerleri? Yok edilen çocuklara bir yenisi
daha eklendi bu hafta sonu. Damla Orhan… 1 Nisan günü yapılan YGS öncesi evinde
sınav stresinden dolayı kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti.
Bu yitirmelerin hepsi, öl(dür)meyi kutsayan ve başarının
tek ölçütünü dörtten veya beşten seçmeli yüzlerce sorudaki net sayısına
endeksleyen rekabet anlayışını pompalayan bir sistemin ürünü. “Bir torna tezgâhı”
olan eğitim hayatına adım atan “milli” atletler olarak yetiştirilen ve tüm
“tabiat” tarafından hiçbir zaman “çocuk” olması veya “çocuk” olarak yaşaması
istenmemiş insanların kaybı, bize artık bu sistemin böyle yürümemesi
gerektiğinin işareti değil mi? Sistemi sürekli değişen ama içeriğine bir türlü
dokunamayan bir düzenin oradan oraya koşturan ve bu sırada hayatı kaçıran
kurbanları, çocuklar… Cüneyt Yalaz’ın dediği gibi “her çocuk biraz eşkıya, biraz
umut” olamıyor Türkiye’de. Önce aileden başlıyor her şey. Ya da çocuklarını
maratona hazırlayan antrenörler mi desek? Meslek seçiminin kazandığı paraya
endekslendiği bir norm sistemine sokuluyor çocuklar. Aldıkları “milli” haplarla
önce umutları, sonra da isyanları törpüleniyor okulda. Nefes almadan, oyun
oynamadan, gülmeden, ağlamadan, sokağa çıkmadan dersanelere koşturuluyorlar
tatillerinde. Yuttukları hapların pekiştirilmesi veya “sınav sistemine göre
şekillendirilmesi” sağlanıyor. Sonra devlet, kendi hükümranlığındaki ve özgür
hareket etme, bilim üretme hakkı olmayan üniversitelere alıyor çocukları. Sürekli değiştiği için artık ismini
karıştırdığımız, sayısını hatırlamadığımız envai çeşit sınava tabi tutarak...
Yıpratarak, bir “yarış atı” gibi koşuya sürerek, ailenin, okulun ve maddi
rantın boyutunun dağları aştığı dersanelerin baskı düzeneklerinin eline
bırakarak, yalnızca “doğru şıkkı seç” diyerek…
Kalbi, bu sürece dayansa bile akıl sağlığı, bu “başarı
eşittir para” şiarıyla kurulmuş düzene dayanamayan milyonlarca “yorgun genç
akıl ve beden” var bu ülkede. Üniversite sınavında aldığı yaraları sarmaya
çalışırken, aynı yırtıcı sistemin tepesine oturmuş ve öğrenciyle birlikte diğer meslektaşlarını öğütmeye çalışan akademisyenlerle uğraşarak
üniversite hayatını geçiren birçok genç yürek çarpıyor. Bu sistemle birlikte
arkadaşlarına rakip edilen insanlardan, “ötekiler” için “empati” beklemekse
ancak boşa ümit etmek haline geliyor. Sistem, bir şekilde kendini temelden
besliyor. Kendi acımasız düzenini besleyecek bir “ordu”yu, üniversite yolunda
kendi kariyerini çizmeye çalışan insanları, yavaş yavaş iğdiş ederek yeniden
var ediyor. Ailelerin, öğretmenlerin, okulların ve dersanelerin bir yönüyle
beslediği bu insanlık dışı sistemin dikte ettiği rekabete dayanamayan
çocuklarsa, “devlet dersinde öldürülen çocuklar”ın kanı elinden akan sistemin
altında sessizce eziliyor. Biz ise sadece bu insanların çözmeye çalıştıkları
saçma soruların zor mu, kolay mı olduğunu tartışıyoruz. Ama artık bırakalım
“yaşasın çocuklar” ama Hovhannes Tumanyan’ın dediği gibi “yaşamasınlar bizim
gibi…”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder