Demir Demirkan (Kaynak: Facebook) |
- Sizi bugüne dek müzisyen, besteci, prodüktör gibi çok farklı rollerde,
sayısız kaynaktan beslenen ve çok ayrı soundlara sahip projelerde gördük. Bu
esneklik müzik yolculuğunuzun ilk zamanlarından beri hissettiğiniz bir ihtiyaç
mıydı? Bu farklılıklar size ve müziğinize neler kattı?
Müzikle ilgilenmeye başladığımdan beri hiç tarzlar veya formlar arasında
ayırım yapmadım. Lisedeyken bile tiyatrolara müzik yazıyordum ve ayrıca aynı
zamanda sahnede gitar çalıp şarkı söylüyordum. Bu durum şu ana kadar hiç
değişmedi. Farklı tarzlar ve farklı alanlar konusunda sorulan sorular hala beni
şaşırtıyor. Benim için hepsi müzik. Farklı alanlarda ve tarzlarda müzik yazmak
veya çalmak beni hem müzisyen hem de insan olarak geliştiriyor. Ayrıca her
alanda ve tarzda farklı insanlarla birlikte müzik yapma şansı da buluyorum bu
da çok olumlu yansıyor hayatıma.
- Geçtiğimiz günlerde, Vatan gazetesine verdiğiniz bir röportajda,
sahnede yaptığınız performansın Türkiye’nin kültürel dokusu ile uyuşmadığı için
sahneleri bırakacağınızdan bahsetmiştiniz. Bize bu durumu biraz açar mısınız?
Sizden ileride bu yönde ne gibi projeler bekleyebiliriz?
Bu tip açıklamaları yanlış anlamak, özellikle de basındaki kısaltmalar
sayesinde çok kolay. Benim "sahneleri bırakmak" gibi niyetim yok. Bir
ara dinleyicim ile aramda bir şey yakalamıştım, 2004'den 2010'a kadar sürdü bu.
Sonraları konserlerde bunu hissedememeye başladım. Bu sebebi sanırım benim
gelişimim ve değişimimin dinleyicimle aynı yöne doğru olmamasından kaynaklandı.
Hatta bunun ana sebebi müzikal de değil, daha çok organizasyon ve teknik ile
ilgili. Tabi ki hala beni seven dinleyecilerim var, kimseyi yarı yolda bırakmış
olmak istemiyorum ancak ülkedeki "konser, canlı müzik" anlayışı
"normal" standartlara gelene kadar kendimi kompozisyon ve prodüksyona
yönlendirdim. Yıllardır ertlediğim projelerim vardı, şimdi onları yapıyorum.
Eğer bu "normal" standartlar nedir diye soracak olursanız
kısaca şunu söyleyebilirim; Menajer, organizatör, teknik ekipman ve ekip,
mekanlar, bilet sistemi gibi temel öğelerin işler bir hale gelmesi gerekiyor.
Bunların yokluğunda yapılan konserlerden ben de izleyicim de mutlu ayrılmıyor,
bunu biliyorum çünkü defalarca konuşuldu. Dinleyicimle diyaloğum konserlerden
sonra ve sosyal medyada oldukça iyidir. Bildim bileli organizasyonun eksikliği,
tanıtım eksikliği, sesin kalitesizliği gibi konularda yakınırlar, ben de
organizasyon aksaklıkları ve sahne üzerindeki duyumun kötülüğünden yakınırım.
Benim gibi müziğe bu kadar itina ile yaklaşan ve ciddiye alan birisi buna ancak
11 yıl dayanabildi. Ben de daha doğru işleyen ve kaliteyi tutturabildiğim alan
olan kompozisyon ve prodüksyona yöneldim, aslında bir bakıma geri döndüm de
diyebiliriz çünkü 96'dan beri bu alanda çok üretimim oldu.
- 2000’lerden itibaren müziğin gerek dinleme gerekse yaratımında
teknolojiyle ilişkisi oldukça karmaşıklaşmaya başladı. Siz bu gelişmeleri nasıl
yorumluyorsunuz? Sizce gelecekte müzik ve müziğin dinleyiciyle ilişkisi nasıl
bir yön izleyecektir?
Ben teknolojiye inanan ve destekleyen biriyim. Yeter ki teknolojiyi akıllıca
kullanalım ve doğayı ve ruhumuzu kaybetmeyelim. Teknoloji en baştan beri sanatı
ileri taşıdı. Akustik ortaçağ enstrümanlarından elektro-gitara,
synthesizer'lara, oradan digital audio'ya ve soft-synth'lere kadar geldik. Bir
kompozitör için önemli olan sestir. Renk dünyası ne kadar çeşitli ve
şekillendirilebilir olursa müzik de o kadar fazla şey ifade edebilir. Bir de
tabi buna hızı da ekleyin. Eskiden bir eserinizin duyulması için önce el ile
notaya yazılması, sonra el ile kopyalanması, orkestra provası ve buların
hepsinin sonucunda da çalınacak bir mekana ihtiyaç vardı. Bu da haftalar
alıyordu. Daha yakın zamanda, hatta benim profesyonel hayatımın başlarında
digital audio yoktu ve bir müzik parçasının her bölümünü ve her kanalını baştan
sona kadar mükemmel çalmak gerekiyordu. Şükürler olsun ki bunlar geçmişte
kaldı. Şimdi bir besteci/prodüktörün hayatı çok daha kolay. Bu sayede hem daha
çok üretebiliyor hem de daha çeşitli üretebiliyor. Olasılıklar sonsuz.
Buradaki asıl sorun yaratabilecek alan ise müziğin dağıtımı ve paylaşımı
ile ilgili. En basite indirgenmiş haliyle durum şöyle: "eğer müzik
karşılığında bir değer alınmazsa müzisyenlerin soyu tükenir." Dinleyici
eğer müziğin karşılığında bir şey vermek istemiyorsa o zaman dinleyecek kaliteli
müzik bulamamaktan da şikayet etmemeli. "Eski müzikler daha iyiydi",
"artık her şarkı birbirine benziyor" gibi yorumlar normal bu durumda.
Fark yaratacak bir ortam ve motivasyon kalmamaya başladı. Bence her ciklet ve
çikolata da birbirine benziyor, iki farklı marka hamburger de birbirine
benziyor ve eskiden yemeklerden aldığımız tadı alamıyoruz, çünkü özensiz ucuz
ve kalitesizleşmeye başladı çoğu şey. Malesef müzik de bunlardan biri.
- Üniversite hayatınızı Ankara’da geçirdiniz. Bu arada Tarkan Gözübüyük,
Alp Turaç gibi şu anda Türkiye müzik piyasasının önemli insanlarından bazıları
ile tanıştınız. Bize biraz Ankara dönemizden bahsedebilir misiniz? O dönem
Ankara’da nasıl bir rock müzik ortamı vardı?
Tarkan ve Alp ile 1989 sonbaharında Ankara'da tanıştık. 1990'da da aynı
evde yaşamaya başladık. İstanbul'da da Pentagram evinde (Hakan Utangaç'ın evi)
kalıyorduk prova zamanlarında. O zamanlar Alp Turaç da bas çalıyordu, genelde
kendi kendine :) Sonra ben Los Angeles'dayken ses teknisyenliğini seçmiş.
Tarkan Gözübüyük ile ilk tanıştığımız gün sabaha kadar gitar çalmıştık. Bu bir
süre böyle gitti. Ankara'da Süden Pamir'in solistliğini yaptığı bir grup bile
kurmuştuk. Volkan Öktem de davul çalıyordu grupta. Daha sonraları
rock-bar'larda çalmak için Özlem Tekin'in solistliğini yaptığı bir grup
kurmuştuk. Neyse, o zamanlar Farabi Sokak'ta üç mekan vardı çalınabilen,
A Bar, Grafitti ve Dorian Grey. Bizim ev de Güvenlik caddesine çok yakındı,
yani bu barlara yürüme mesafesindeydik ve üniversitedeydik! Daha ne olsun, hayat
iyi geçiyordu yani… O dönemde Türkçe rock yok denebilecek kadar azdı. Bazı
gruplar Türkçe'yi Amerikan aksanıyla yoğurup Türkçe sözlü rock ve metal
yapıyordu, ama genel kanı bizim dilin bu müzikle uyuşmadığıydı. Bir de o
zamanlar, belki gençlikten, belki cahillikten, belki de özentidendir Türkçe
sözlü müziği sanki daha hor görür bir halimiz vardı. Bunun sebebini hala
sorarım kendime ve sonunda da politik sonuçlara ulaşırım hep, bu da ayrı konu.
- Pentagram, bu ülkede 90’ların başında rock müziğin bayraktarlığını
yaptı. 2000’lı yılların başında ise Türkiye’de Rock müzik ciddi bir atılım
gösterdi, fakat devamında ortaya çıkan grup ve müzisyenler arasında vasatlık,
birbirlerine benzerlik göze çarpmaya başladı. Darbe sonrası büyük travma
geçirmiş bir toplumda, heavy metal gibi bugün bile Türkiye’de bir azınlığın
dinlediği bir müzik türünü yapmanın nasıl zorlukları vardı? 90’lardan günümüze
Türkiye Rock müziği için ne demek isterseniz? Türkiye Rock müziğini dünyada
nereye konumlandırırsınız?
Pentagram'ın ilk albümünun hikayesini
(Pentagram/Pentagram) Tarkan Gözübüyük veya Hakan Utangaç'tan dinlemenizi
tavsiye ederim. Ben gruba 2. albümde katıldım (Trail Blazer). Kayıt stüdyosu,
alet edevat, davul, gitar, vokal kaydı yapmayı bilen insan neredeyse yoktu.
Genelde her şey deneme yanılma ile oluyordu. Internet falan da yok, guitar
player dergileri falan vardı, oradan ne öğrenirsek uygulamaya çalışıyorduk.
Plak ve kasetlerde duyduğumuz sesin kalitesine ve gücüne ulaşmaya çalışıyorduk.
Hadi albümü yaptık da kim, nasıl dinleyecekti? Şimdinin Türkiye'si tuhaf, o
zamanın Türkiye'si daha da tuhaftı. Biz bu ülkede kendini batılı sanan son
kuşağızdır herhalde. Yanlış anlaşılmış, yanlış anlatılmış bir ülke fikri, bir
cumhuriyet fikri, bir medeniyet fikri, kulaktan kulağa oyunun sıradaki son
oyuncuları gibiydik biz. Aslında biz bir yerde çoğunluk başka bir yerdeydi. Biz
de tabi ki kendi bildiğimizi yaptık ve bildiğimiz şekilde ilerledik. Grubun
bütün elemanları çok kuvvetli egolardı, bu da bizi kuvvetli bir grup yaptı.
Pentagram'ın muzik dışında başka bir çekim gücü vardır bu da bu büyük egoların
bir hedefe doğru ilerlemesinin gücüdür, ve tabi ki bu güç de kontrol edilmesi
zor bir güçtür.
Türkiye'de şu anda bir kaç grup ve sanatçı dışında "rock" yok
denilebilir. Tamam gitar, davul, bas ile bir müzikler yapılıyor bağırış çağırış
ama eğer konu "rock" ise bunu iliklerinde hissedip de yapan çok az
grup var. Kanımca "rock" bir var oluş halidir ve bağırıp çağırmakla,
gürültüyle patırtıyla, maçolukla özdeşleştirildiğinde bu varoluş halini
"hiç"'e indirgemiş olursunuz. "Rock" aşık da olur, sarhoş
da, inanır da inanmaz da, maço da olur gay de, akustik de olur, elektrikli de,
mırıl mırıl da olur, gürler de… Rock ancak tek şey olmaz, yalancı değildir.
Dürüsttür. Kendine dürüsttür. Hissetmiyorsa bağırmaz, değilse maço taklidi
yapmaz, canı istemiyorsa içmez, ait olmak için üniforma giymez.
"Tarz" denen hapishaneye mahkum edildiğinde de etrafı ateşle sarılmış
bir akrep gibi kendini zehirler. Benim anladığım "rock" bu, şimdi
buyurun siz değerlendirin günümüz dünyası ve Türkiye'sindeki "rock"
müziğini...
- 90’lı yılların başında Los Angeles’a taşınıp Musician Institute’da
eğitim gördünüz. Bize biraz o dönemizi anlatabilir misiniz? Los Angeles sizin
hayatınıza ve müziğinize neler kattı? Painted on Water ile yıllar sonra
Amerikan sahnesine dönmek nasıl bir duyguydu?
90 başlarında Seattle akımı bütün dünyada olduğu gibi Los Angeles'da da
yapacağını yapıyordu. Ben rock bulacağım diye gitmiştim ama meğer rock oradan
geçmiş 3. dünyaya göçmüştü. Okulda rock gitar dersi veren hocalar vardı ama
genelde jazz ve fusion üzerine eğitim alıyorduk. Eve gelince de deli gibi metal
ve rock gitar riff'leri ve lick'leri çalışyorduk. Gerçekten deli gibi, 9-10
saat falan günde, her gün! Rock şarkıları yazarken içine biraz jazz/fusion
katıyorduk. Ayrıca şarkı yazma üzerine de ben seçmeli ders alıyordum.
Türkiye'de Ingiliz edebiyatı olumuştum ve çok seviyordum edebiyatı (hala
severim). Söz yazma konusunda çok faydası oldu. Sonra İngilizce olarak
öğrendiğim her şeyi Türkçe'ye adapte ettim buraya dönünce.
Painted On Water ile Amerika'ya dönünce aslında bambaşka bir dünyaya
dönmüş gibi oldum. Ben ilk gittiğimde Los Angeles'da yaşamıştım, daha sonra
gittiğimde ise New York'da konuşlandık. İnanın bana aynı ülke olmasına rağmen
ayrı gezegenler gibidir iki şehir. New York iyiydi ama ben o kadar da
ısınamadım. Zaten Amerika'da da yaşamak isemediğime karar verdim. Ailemin bir
bölümü oralarda yaşamını sürdürse bile bana hep bir şeyler eksik gibi gelir.
Garip bir his.
- 2010 yılında Sertab Erener, Aynur Doğan, Ayşenur Kolivar ve
Antakya Medeniyetler Korosu ile gerçekleştirdiğiniz Biriz projesi ile
binyılların kültür mirasını bizlere tekrar sundunuz. Son yüzyılda ulus devlet
zihniyetinin bu topraklarda bize unutturduğu kültür mozaiğini yeniden
hatırlamaya çalıştığımız bir dönemde yaşıyoruz. Bununla birlikte insanların
devletin tebaası olmak için var olduğu algısı ve “tek dil, tek din” tekilliği
tekrar tekrar dayatılıyor. Sizce ”Biriz” gibi projelerin çoğalmasıyla yerleşik
devlet zihniyetinin yıkıcılığı kıralabilir mi?
Soruyu sorarken zaten durumu özetlediniz. Bunun gibi projeler bu yöne
doğru olan hareketi durdurur mu? bence hayır. Ancak şunu yapar, bu hareketi
durduracak olan insanlara ilham olur. Sonuçta bizler sanatçılarız, politikacı,
bürokrat, iş adamı, endüstri devi, medya patronu falan değiliz. Biz insan
ruhuna hitap ederiz. İnsanların ruhlarını tanıdıkça onlar arasında ayrım
yapmak, ötekileştirmek de imkansızlaşır, işte bizim yegane yapabileceğimiz
insanların birbirleriyle ruh düzeyinde birleşmelerini sağlamak olabilir.
Barışın yolu ne hoşgörüdür, ne ayrımcılıktır, ne de aynılaştırmaktır.
Hoşgörünün merkezinde bile ayrımcılık vardır, kendini büyük görme vardır, kibir
vardır. Bireysel düzeyde, bireysel algıda cehalet aşılmadıkça, bireysel özgürlük
yaşanmadıkça sosyal barış falan da olmaz. Bunu ben demiyorum, dönün ve tarihe
bakın, toplumsal değişim hareketleri felaketle sonuçlanır bütün taraflar adına.
- Metropollerin sanatçılarda bir tür üretimsizliğe yol açtığı
söylenir. Bülent Ortaçgil, Turgut Berkes gibi müzisyenler metropol
sıkıntılarından arınmak ve kafa dinglinliği amacıyla İstanbul’dan ayrılıp
Bodrum ve Bozburun’a yerleştiler. Siz de bundan bir kaç yıl önce ani bir karar
ile Bodrum’a taşındınız. Bodrum ruhunuza ve müziğinize iyi geldi mi?
Çok iyi geldi. İlk anda kulağa klişe gibi geliyor "Bodrum'a
yerleşmek" ama gerçekten çok iyi geliyor üretim sürecime. Kendi ritmimi
yakalıyorum ve her şey tıkır tıkır işliyor. Her gün az ya da çok bir şey
yazıyorum ki bu çok sağlıklı benim için. Bir süre yazmadığımda ciddi sorunlar
yaşıyorum, böyle iyi anlayacağınız.
- Bugün geçimini sadece müzikten kazanan bir çok müzisyen, hayat
standartlarını koruyabilimek için piyasa dinamiklerinin çizdiği sınırlar içinde
müzik yapmaya devam edebiliyorlar. Az sayıda müzisyen kendi müziklerini
yapabilmekte. Endüstrinin bu saldırganlığı karşında sanatçılar kendilerini
nasıl koruyabilirler ve kendi müziklerini yapabilirler?
Kendi yapmak istediğin müzik ile çoğullar birleşmiyorsa o müziği yaparak
yüksek bir yaşam standartı tutturamazsın. Bu net zaten. Bu durumda iki seçenek
var, ya düşük standartı kabul edip küçük yaşayıp istediğini yapmaya devam
edeceksin, ya da başka bir işten gelir sağlayacaksın. Bu başka iş müzikle
ilgili de olabilir olmayabilir de. Bu sadece bizim ülkenin sorunu değil, bütün
dünyadaki sanatçıların sorunudur. Örneğin bugün bir fotoğraf sanatçısı ile bir
dergi röportajıma çekim yaptık. İsim vermeyeceğim ama bu fotoğrafçı kendi
sergileri olan hatırı sayılır bir sanatçı, ancak bir dergi için bir röportajın
fotoğraflamasını yapıyor. Bu ne ayıptır ne de davaya ihanettir. Bu bildiğin
"hayatın gerçeğidir." Keşke toplumun çoğunluğunun görsel ve işitsel
estetiği gelişmiş ve eğitilmiş olsa da "sanat" da sanatçıyı insan
gibi yaşatsa, değil mi? Evet, belki bir gün…
- Son dönemlerde, Türkiye’de ve dünyada beğendiğiniz müzisyenler kimler?
Dinlemekten hiç bıkmadığınız müzisyenler var mı?
Erkan Oğur, Şebnem Ferah, Sertab Erener, Bülent Ortaçgil bazıları. Ben
çok gürültülü müzikler sevmiyorum, genelde içerik beni daha çok tatmin ediyor.
Bir söz vardır ya, "kim olduğun o kadar çok bağırıyor ki ne dediğini
anlamıyorum," işte bu söz çok doğru bence. Kendini değil de sözünü
anlatanı dinlemeyi seviyorum.
Huzurlu kalın, erdem ile yaşayın...
Can Öktemer - Sertan Şentürk
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder