26 Haziran 2012 Salı

Tibet Ağırtan: 'Mavi Sakal ile iki akşam arka arkaya Wembley Arena'da konser verdik'


- Rock’n Roll’a nasıl bulaştınız. İlk dinlediğiniz müzisyen ve gruplar kimlerdi?
Babamın plakları sayesinde rhythm and blues ile tanıştım. Daha sonra Beatles ve Elvis Presley dinlemeye başladım. Sonra da Chuck Berry'yi keşfettim.

- 1979 - 1994 arası Türkiye rock tarihinde çok özel bir yerde olan Mavi Sakal grubundaydınız. Mavi Sakal’ın hikayesinden bahsedebilir misiniz?
Mavi Sakalın hikayesi uzun: Ortaokul yıllarında kurdugumuz hayallerin peşinden gittik diyebilirim, Orta 3 ten bu yana sadece istedigimiz müziği yaptık, İstanbul'a taşındık ve kendi konserlerimizi düzenlemeye başladık, sonra grup patladı. Zaman zaman faaliyetlerine ara verse de 2000'li yılların ortasına kadar gedik.


- 90’lı yıllarda Mavi Sakal grubu olarak efsanevi Wembley Arena’da konser vermiştiniz. Bize bu konserin hikayesini anlatabilir misiniz?
Status Quonun menajeri ile Kan Kokusu albümünün prodüktörü tanışyorlar. Bu sayede teklif geldi ve biz de iki akşam arka arkaya Wembley Arena'da çıktık. Gerçekten bir grubu batıracak ya da çıkartacak güçte bir mekan. Alnımızın akı ile çıktık.

- 70’li ve 90’lı yıllar hem üretim hem de izleyicinin ilgisi sebebiyle Türkiye rock müzik tarihinde çok özel biri yer vardı. O yılların genel havasından ve o yıllarda Rock müzik yapmanın zorluklarından bahsedebilir misiniz? 
Örnek alacağımız grup yoktu. Enstrüman sıkıntısı çekiyorduk. Piyasayı elinde tutanlar rock müziğe yatırım yapmıyordu. Kamuoyu oluşturamıyorduk. Bütün bu zorluklar olaya daha duygusal yaklaşıp bağlanmamızı sağladı...


- Türkiye’de uzun yıllar Türkçe sözlü Rock müziğe ön yargıyla yaklaşılmıştı. Başta Mavi Sakal ve Bulutsuzluk Özlemi bu ön yargıyı kırmayı başardı. Siz bu konuda neler demek istersiniz?
O zaman da anlamamıştım hala anlamıyorum... O yargılarda bulunan arkadaşlara o zaman da gülüyordum, şimdi de gülüyorum. Özentilik işte..

- Başucu albümleriniz nelerdir? Son zamanlarda kimleri dinliyorsunuz?
Başucu albümüm çok. Son zamanlarda Mana, tüm zamanlarda da Status Quo dinlerim..

Can Öktemer

Ferdi Merter Fosforoğlu: 'Birçok sanatçımız dünyanın en güzel mesleğini yanlış ülkede seçmiştir'

- Türkiye sinemasında bir kült olan “Turist Ömer Uzay Yolunda” filminde Dr. McCoy karakterini canlandırdınız ve aynı zamanda filmin senaristliğini yaptınız. Bu filmin öyküsünü anlatabilir misiniz?
O dönem Ankara’da TRT’de orijinal Uzay Yolu filminin dublajlarını yapıyorduk, ben de Dr. McCoy’u, Erol Amaç Mr. Spock’ı, Oytun Şanal Captain Cork’u konuşuyordu. Saner Film’in sahibi Hulki Saner, bizim o donem magazindeki popularitemizden yararlanmak için bu 3’lü ıle Turist Ömer‘i mix ederek, kaynaştırarak, Turist Ömer bakış açısıyla bir Uzay Yolu filmi yapmak istedi. Ben devamlı olarak Hulki Saner’in yardımcı yönetmenliğini yaptığım için, yıllardır seslendirmesini yaptığım bu dizinin yerli senaryosunu benden yazmamı istedi. Daha önce seslendirmesini yaptığımız Uzay Yolu’nun bır bölümüyle Turist Ömer bakış açısını birleştirerek senaryoyu ortaya koydum ve hem oyuncu, hem de yardımcı yönetmen olarak filmin çekilmesini sagladım. Dr. Spock rolünü Erol Amaç oynadı ve Captain Cork rolünü ise o sıralarda bir yarışmada 1. olmuş olan Cemil Şahbaz üstlendi. Oytun Şanal ise senaryodaki bir başka rolü canlandırdı.

- “Turist Ömer Uzay Yolunda” filmi günümüzde halen güncelliğini koruyan bir mizah anlayışına sahip, hatta birçok filme referans olmakta. Filmin mizahının bu denli güncel kalmasını neye bağlıyorsunuz?
Bu güncelliğe neden sanırım benim ve Sadri Alışık’ın Türk toplumunu yeterince tanımamızdan geliyor.


- Türkiye’de özellikle 60’lı, 70’li yıllarda Yılmaz Atadeniz ve Çetin İnanç’ın bayraktarlığında,  yoğun bir fantastik türü film üretimi vardı.  Geçmişten bugüne fantastik Türk sinemasını nasıl değerlendirirsiniz?
Zor bir değerlendirme, çünkü gerçekçi fantastik sinema yapımı tekniğe dayanır, fakat o teknik ise Yeşilçam’a henüz gelmedi. Cem Yılmaz, elindeki ve dışardan aldığı olanakları kullanarak Gora’yı yaptı. Seyirci memnun kaldı. Bizde Uzay Yolu’ndan, Killing’ten ve Superman’den çok örnekler yapıldı ama sözünü ettiğimiz teknik eksiklikler onları yalnız bizim seyircimizin izlemesine neden oldu.

- Seslendirme alanında Türkiye’nin dünya çapında çok önemli bir yerde olduğu iddia edilir. Siz de bir seslendirme sanatçısı olarak, bu iddiaya katılır mısınız? Seslendirme sanatçıları hak ettikleri değeri görüyorlar mı?
Çok iyi bir yerde olduğumuz iddia edilirdi. Çünkü başlangıç dönemlerinde, salt tiyatrocular, bu görevi üstlenirlerdi. Daha sonraları şöyle böyle kurslar bitirmiş kişiler, bu seslendirme işlerine soyundukları için yılların seslendirmecileri ellerini ayaklarını bu işten çektiler ve maalesef ki seslendirmenin gerçek değeri sadece lafta kaldığı için ekonomik olarak gereken değerlendirme yapılamamıştır.


- Türkiye sinemasına oyunculuk olarak büyük emek vermiş olan Kayhan Yıldızoğlu, Danyal Topatan gibi nice önemli oyuncular hakkında bugüne kadar kapsamlı biyografiler bir türlü yazılmadı. Siz bu ilgisizlik için ne demek istersiniz?
Film-San Vakfı’nın benim başkanlığım döneminde çıkarılmış olan Yeşilçam’dan Serpintiler adlı ansiklopedik kitapta, bu sanatçılar gibi ismi unutulmuş ya da bilinmeyen birçok sanatçının biyografilerine yer verilmiştir. Teknık aksaklıklar nedeniyle kitaplar şimdilik toplatılmış ve okuyucusuna henüz ulaşamamıştır, fakat 14 Kasım 2012 tarihinde yeniden bunun hazırlığında olduğumuzun müjdesini verebiliriz…

- Film-San Vakfı’nın Yönetim Kurulu Başkanlığı’nı yürütmektesiniz. Vakfınızın ne gibi faaliyetleri bulunuyor. Metin Erksan ve Ömer Kavur gibi yönetmenlerin filmlerinin kopyalarını, yeniden banyo edilmiş hallerini piyasada bulabilmek neredeyse imkansız, Film-San Vakfı olarak sizin bu filmleri restore etme gibi düşünceniz var mı? Bu filmlerin tekrar gün ışığına çıkması ve korunması için neler yapılabilir?
Sizlerin dediği olaylar, ekonomik olaylardır. Bir vakıf, sponsor olmadan böyle bir çalışma yapamaz ama tabi ki de yapmak isterdi. Bu filmlerin çoğu, Sayın Sami Şeker’in laboratuarında bulunmaktadır. Ekonomik koşullar oluşursa, yapılmaması için hiçbir neden yok.

- Türkiye’nin en değerli oyuncularından biri olan Sadri Alışık’la -kaldı ki bence yetenek olarak dünya çapında bir oyuncuydu- beraber çalışmış bir oyuncu olarak ondan ve onun oyunculuk sanatından bahsedebilir misiniz?
Sadri Alışık’ın ilk filmi 1945 yılında oynadığı “Günahsızlar”dır. O filmde sevgili Sadri Abimizin çocukluğunu oynamıştım. Kendisi her zaman sabırla çalışmalarını yürütmüştür. Yalnız Türkiye çapında değil, dünya çapında da yerini bulmasını arzularız. Birçok sanatçımız dünyanın en güzel mesleğini yanlış ülkede seçmiştir.

Can Öktemer

24 Haziran 2012 Pazar

Akın Eldes: 'Enstrümanlarını seven, onlara hakim müzisyenler yeterince ilgi görmüyor'


- Siz 20 yılı aşkın bir süredir Türkiye müzik piyasasının içerisindesiniz. Bize biraz müzik hayatınızdan söz edebilir misiniz? 
1980-81 den beri müzik piyasasındayım. İlk solo albümüm 2002 de yayınlandı. 2006'dan beri de Pinhani grubundayım. 2011'de de 6. solo albümüm yayınlandı. Umarım devamı gelir, hala istekliyim. 

- Geçtiğimiz aylarda Sinan Cem Eroğlu ile birlikte Hane-i Akustik adlı bir albüm yayınladınız. Bize biraz bu albümün oluşum sürecinden ve genel olarak albümden bahsedebilir misiniz? 
Hane-i Akustik 6. albümüm. Sinan ile bir Telvin konserinde tanıştık. Çok yetenekli birisi ve onunla bir kimya oluşturmaya başladık. Umarım geliştirmeye fırsatımız olur. Albüm ise bu başlangıcın stüdyoda şipşak, ama audiofil dinleyicilerin bile ilgilenebileceği kalitede çekilmiş bir fotoğrafı...


Uzun yıllar Bulutsuzluk Özlemi ile çaldınız. Bize 90’lı yıllarda Türkiye’deki Rock müziği ve diğer müzikleri, hem de Bulutsuzluk Özlemi döneminizi anlatabilir misiniz? Sizce bu süre zarfında Türkiye’de müzikal olarak neler gelişti ve değişti? 
Bulutsuzluk Özlemi ile 1986 yılında çalmaya başladım. Sahne deneyimimi o dönemde edindim. Elbette müzikal olarak olgunlaşmaya başlamam da o döneme denk geliyor. Bu dönemin bendeki etkilerini, izlerini zaman zaman hissediyorum. 90'lı yıllar aynen sorunuzda betimlediğiniz gibi idi. Günümüzde hızlı iletişim  imkanları ve bilgiye, müziğe ve aslında bir çok şeye kolay ulaşılabilirlik, dönemimizi şekillendiren ve eskiye göre farklı kılan faktörler..

- Türkiye’de gitar virtüözü denilince akla ilk gelenlerdensiniz. Sizce Türkiye’de iyi gitaristler hak ettiği değeri görüyorlar mı? 
İltifatınız için teşekkür ederim, ama kendimi hiç virtüöz gibi hissetmiyorum... Enstrümanlarını seven, onlara hakim müzisyenler gerçekten yeterince ilgi görmüyor. Yurt dışında durum biraz daha olumlu gibi görünse de, genel olarak pek fark yok bence..


- Hem grup hem de solo projelerinde sıkça yer alan bir müzisyensiniz. Sizce solo çalışmalar ile grup müziğinin ne gibi getirileri veya kısıtlamaları var? Sizin için özel yerde bulunan bir çalışmanız var mı?
Ben müzik yaparken patronluk yapılmasını pek sevmem aslında ve dolayısı ile kendi müziğimde de öyle değilim. Fakat sözlü müzikte iş ister istemez biraz değişiyor. Biraz mantığım çerçevesinde tolere edebiliyorum. Yine de fazlası fazla tabii Her çalışmamın kendine göre bir özelliği var. Hepsini yeri geliyor seviyor veya bazen de nefret ediyorum.

- Özellkle solo albümlerinizde yoğun bir caz etkileri görünüyor. Pinhani ve Bulutsuzluk Özlemi kayıtlarında ise daha farklı bir anlayışınız oluyor. Siz kendi gitar çalma stilinizi nasıl tanımlarsınız? Farklı çalışmalarınızda ton, teknik ya da stil olarak ne tür kaygılarınız oluyor?
Aslında solo albümlerimde yoğun olan caz etkileri değil, doğaçlamalar. Az da olsa çalabildiğim stilleri farkına varmadan bir tencereye koymuşum. Çorba pişiriyorum sanırım. Sadece iştah kaçırmaması için bulanık görünmesin istiyorum. Ton ile ilgili bir kaygım pek kalmadı artık. Onu geçtim bitirdim anlamında değil, sadece oraya artık enerji ve vakit sarfetmek istemiyorum. Sonu yok çünkü. Sesim çıktığı sürece kendimi idare edebiliyorum gibi...

- Siz analog kayıtların son dönemlerini görmüş bir müzisyensiniz. Sizce kayıt teknolojilerinin dijitalleşmesi sizin kendinizi ifade etme biçiminize bir etki yaptı mı?
Dijitalde tabii ki imkanlar ve kolaylıklar neredeyse sonsuz. Bunlardan anlayabildiğim kadarı ile ben de faydalanıyorum. Ama Hane-i Akustik albümünün kayıt ve özellikle de miks süreci ile birlikte eski sisteme dönmeli mi diye düşünmeye başladım doğrusu. Daha zevkli bence...



-  Kullandığınız gitarlar, pedallar, tel markası ve anfiler nelerdir? Kullandığınız ekipman sizce müziğinize ne şekilde ve ne kadar katkıda bulunuyor?
Artık kullandığım ekipmanlar daha standart. Aslında güzel pedallarım (özellikle drive ve delayler) var ama, ton konusunda da belirttiğim gibi bunun sonu yok...

- Türkiye’de ve dünyadan sizin özellikle dinlemekten büyük keyif aldığınız gitarislter ve müzisyenler kimlerdir? Başucu albümleriniz nelerdir? Son zamanlarda kimleri dinliyorsunuz? 
Başucumda epey albüm birikti. Artık müzik dinlemek için Mezzo kanalını açıyorum. Güzel konserler oluyor. Ayrıca Youtube izlemeyi çok seviyorum. Kim denk düşerse. Sonucunda bir sürü iyi müzisyen var. X gitaristinin, 2011'deki Y bar konserinde Z parçasını açmak, sonda da değişik zamanlardaki ve mekanlardaki farklı yorumlarını izlemek, akabinde kullandığı ekipmanlar veya hakkında değişik bilgiler için başka bir sayfayı tıklamak, oldukça heyecan verici şeyler. Fakat bu benim için veya meraklısı için böyle. Laf olsun diye veya öylesine müzik dinleyen, hiç para vermeden bilmemkaç mp3'ü, bilmem nereden dinleyen veya sizin hayranınızım diyip, "nee solo albüm mü yaptınız," hem de 6 tane mi diye şaşıran, dolayısı ile her ne kadar iyi niyetli olsa da, müziği anlaşılan bir şekilde yüzeysel olarak takip ediyor olanlar (elbette uzman olmak zorunda değiller..) bu zevki ıskalıyorlar tabii olarak.

Böylelikle soru kapsamından çıkmış oldum biraz. Hayranınızım deyip solo albümler çıkarttığımı bilmeyenlere biraz içerlemişim sanırım. Olsun o kadarcık..

İlginiz için teşekkür ediyorum. Herkese sevgiler.

Can Öktemer - Sertan Şentürk

20 Haziran 2012 Çarşamba

Hakan Küçükçınar: 'Mali müşavirlik ile geçinip müzisyenlikle yapmaya çalışıyorum'


- “Aşk Merdivenleri” isimli albümünüzü geçtiğimiz aylarda yayınladınız. Bize bu albümün öyküsünü anlatabilir misiniz? Şarkıları ne zaman yazmaya başladınız?
Gitar akorlarını öğrendiğim ilk günden beridir içimde hep bir şeyler yazma isteği oldu. Önce, ünlü şairlerin şiirlerini bestelemeye çalıştım. 20 yaşımdayken de bu albümde de yer alan “Kaybettiklerim” adlı şarkıyı yazdım ki sözleri de müziği de bana ait olan ilk şarkımdır. “Aşk Merdivenleri” albümündeki 6-7 şarkıyı bu dönemde yazdığım ilk şarkılar arasından seçtim. Çok dikkatlice elden geçirdim tabii şarkıları ancak ilk yazıldığı anki duygusunu ve duyarlılığını korumaya da özen gösterdim. Geri kalan 3-4 şarkıyı ise son birkaç yıl içinde yazdıklarım içinden seçtim. Aslında bu albüm için, son 20-25 yılda yaptığım işler arasından yaptığım bir seçki ya da antoloji demek de mümkün.

- Aşk Merdivenleri’nde yoğun bir melankoli hakim ve müzikal olarak da Bülent Ortaçgil’in müziğine yakın duruyor. Siz albümü genel olarak nasıl tanımlarsınız?


Albümü ve müzik tarzımı isimlendirirken biraz zorlanıyorum açıkçası. Ne desem tam karşılamıyor gibi geliyor. Alternatif akustik pop müzik gibi bir tanım bulduk yapımcımla son olarak. Hiç bilmeyen birine anlatırken gözünde canlansın diye Ortaçgil gibi, Kızılok gibi Mazhar gibi filan demek zorunda kalıyorum. Bu saydığım adamların müziğine hem benziyor hem benzemiyor gibi. Muhakkak ki beslendiğim kaynaklar bunlar ancak kendi özgün sesim ve tınımın da olduğuna inanıyorum. Genel olarak melankolik bir albüm denebilir de denmeyebilir de, zira melankoli deyince akla yenilenmiş arabesk tınıları da gelebilir… En azından bu albümde o tatta bir hüzün yok diyelim ki hiç bilmeyen kişilere yanlış bir imaj vermiş olmayayım. Bülent Ortaçgil’in müziğine de yakın duruyor denmesi benim için güzel bir iltifat olur doğrusu, katılabilirim de bu saptamaya. Bu arada Ortaçgil’in tüm şarkılarını özellikle eski şarkılarını çok iyi bilirim ve çok değerli bir şarkı yazarıdır nazarımda.

- Albüme genel olarak baktığımız zaman, sözler daha ön planda gibi gözüküyor. Şarkı sözü yazmaya ne zaman başladınız? Bir şarkı sözü yazarı olarak, sizin en çok beğendiniz şarkı sözü yazarları ve şairler kimlerdir?
Bu bir şarkı yazarı albümü olarak tanımlanabilir. Paul Simon, John Lennon, Dylan, Cohen gibi şarkı yazarlarından aldığım ilhamla onların yolunda yürüyerek bir şeyler üretmeye çalışıyorum. Dolayısıyla beslendiğim kaynak bu tip adamlar olunca işin içine daha yoğun şiir ve hikaye anlatıcısı konumuna gelmiş bir şarkı yazarı tipi oluşuyor. Seçtiğim tarz bu olduğu için sözler biraz yoğun, umarım dinleyene anlamlı ve güzel geliyordur. Şarkı yazarları dışında tabii ki en çok şairler ve roman yazarlarından etkilendim. Şiir tabii ki daha önemli ve doğrudan etkileyen edebi tür. Edip Cansever, Turgut Uyar, Cemal Süreya, Murathan Mungan, Nazım Hikmet, Metin Altıok gibi şairlerin yeri ayrıdır bende. Ancak bu iş sadece şiir okuyarak da olmaz, edebiyatı bütün olarak görmeye ve almaya çalışmak lazım bence. Roman, hikaye başta olmak üzere tüm türlere yakın durmak şart.

Çünkü sadece şiir gibi birkaç satır yazmıyorsunuz kendinize ait bir dil ve dünya inşa etme işine giriyorsunuz. En kolay ve en ucuz tüketilen sanat müzik oldu artık, ancak üretimi tüketiminden çok daha sancılı ve maliyetli. Ortaçgil son  albümü için 7 yıl çalışmış. Harcanan emeği kafanızda canlandırın buna göre. Tabii acıklı olan bu kadar zahmetle üretilmiş ürünün bedelsiz olarak MP3 halinde insanlar tarafından tüketiliyor olması.

- Mehmet Tez geçenlerde köşesinde sizin Altınoluk’da grubunuzdan bahsetmişti. Bize o dönemin atmosferinden bahsedebilir misiniz? 


O grup Altınoluk’ta 1993 yazında Experience adlı bir rock barda çalmıştı ve o yaz tanışmıştık Mehmet ile. Bizim  grubun adı bile yoktu sanırım. Mehmet’in de elemanı olduğu 3 kişilik bir grupları vardı. Şu anki yapımcım olan Haluk Polat klavye, Mehmet bas çalıyordu ve bir de solistleri vardı. O dönemde olmayacak bir yerde olmayacak bir müzik yapan bir gruptuk. Rock’n rolldan bu kadar uzak bir aile beldesinde klasik rock çalacak mekanın olması ve hatta bizim de orada çalmamız filan çok rastlanacak şeyler değildi. Hendrix, Beatles, Rolling Stones, Led Zeppelin, Dire Straits çalardık, güzel gruptu. Ben yine bas gitar çalıyordum o grupta, şu an albümün konserlerini verdiğimiz grupta akustik gitar bek vokal yapan Alp Dündar, sonradan Trip adındaki grupta yıllarca çalacağım Özgür Şener elektro gitar vokalde ve davulda Güray Mumcu ‘dan oluşan enteresan bir gruptu. Altınoluk o tarihlerde kasaba havasında çok güzel bir doğası ve havası suyu olan,  hayran olunacak bir yer idi, sonradan maalesef şehirleşti ve o güzelim Kaz Dağı ormanlarına da kıyıldı. Yıllardır gitmedim görmedim, anılarımdaki gibi hatırlamak istiyorum oraları. Sonuçta hayatımın en güzel yazlarından birini geçirdim o yaz ve bu albümde yer alan “Mavi Yaz Akşamlarımız” adlı şarkıyı yaşadığım masum bir aşkı ve o güzel yazı resmetmeye çalışmak üzere yazdım.

- Üniversite yıllarlarınızdan beri Ortanca, Çekirdek ve Trip gibi Ankara’nın önemli rock gruplarını kurup bu gruplarda çaldınız. Bu dönemlerinizi ve 90’ların başında Ankara’da Rock müzik ortamından bahsedebilir misiniz?
90’ların başında bugün bildiğimiz ve hatta bıktığımız anlamdaki rock barlar yeni yeni görülmeye başlıyordu. İstanbul’daki eski ve yeni Kemancılar’ın yarattığı rüzgar Ankara’yı da etkiledi. Ankara’dan Metropolis, Flu, Blues Express gibi gruplar gidip İstanbul’da Hayal Kahvesi’nde ya da o civarlarda biryerlerde çalıp geri dönüyorlardı. Sonra burada da A Bar, Grafitti, Manhattan, Gölge Bar gibi barlar açıldı ve hepsi de kendine özgü müşterisini yarattı. O zaman bütün barlar dolup taşıyordu. Hakikaten rock barların altın çağı 1990’lar boyu o 10-15  yıllık dönemdir. O dönem çalan gruplar şimdiki gruplardan daha iyiydi ve ayrıca onları izleyen yapılan müziği tüketen dinleyiciler de daha dikkatli, seçici ve müzikten anlayan kişilerdi. Bugün içki fiyatlarının yüksekliği, sigara yasağı,  ve işletme sahiplerinin acilen vıcık vıcık eğlence anlayışını ticari başarı saymaları nedeniyle klasik rock bar dönemi sona erdi diyebiliriz.

Bu açılmış kapanmış barlar arasında en çok çaldığım ve sahnesinde, içerisinde bulunmaktan zevk aldığım mekan Gölge Bar’dır. Trip ile bu mekanda efsanevi performanslara imza attık. Hayatım boyu unutamayacağım Trip ile yaptığımız işleri.

- Uzun yıllardan beri “ Kendinden Prensli At” isimli grubunuzla Süleyman Bağcıoğlu ile beraber klasik rock parçalarını yorumluyorsunuz. Süleyman Bağcıoğlu bugün Türkiye Rock camiasının en çok saygı duyulan gitaristlerin başında geliyor. Siz neler demek istersiniz Süleyman Bağcıoğlu hakkında? 
Süleyman Bağcıoğlu beni belki de bu işlere iten adamlardan birisidir. Yine 1990 başları gibi ki bara girme yaşımızın tuttuğu tarihtir aşağı yukarı, (o zaman henüz tanışmıyorduk ve uzaktan o olağanüstü gruplarını hayranlıkla dinliyorduk) Sahne adabı ile grubun nasıl ses çıkarması gerektiğiyle ilgili filan çok şey öğrendim, örnek aldım, hayran oldum. Trip çaldığında ben de biryerlerde sahne alır ve görünür olunca tanıştık, “ Kendinden Prensli At” grubunu birlikte kurmaya kadar vardı sonra iş. Rock bar gitaristliği konusunda sadece benim ve Ankara çevresinin değil, tüm memleket insanının feyz aldığı ve hayran olduğu üstün bir gitaristtir kendisi. Kendine özgü bir tuşesi ve tonu vardır her şeyden önce. Ayrıca çalmayı bu kadar delirmişçesine seven adam da az görülür, bıraksan ya da solist yorulmasa sabaha kadar kesinlikle çalar. Bu işlerde çok büyük emek harcamıştır, çok kapılar açmıştır Süleyman. Tanışmış olmaktan, birlikte müzik yapmaktan çok keyif aldığım ve hem müzikle ilgili hem de müzik dışında çok şey öğrendiğim biridir. Bir zamanlar hayran olduğunuz biriyle çalmak çok enteresan cidden.

- Dinlemekten asla bıkmadığınız gruplar ve müzisyenler kimler? Son dönemde kimleri dinliyorsunuz?
Müzik neden dinlenir sorusunu çok sorarım kendime. Yani birkez dinledik, anladık, geçtik diye bir şey yok müzikte. Belki hiçbir sanat türünde yok.Ancak en çok müzikte yok gibi geliyor bana. Kimilerine göre zamanında dinlediğin bir şeyleri halen dinliyor olmak müzik dinlemek değil filan gibi değerlendirmeler okuyorum. Kimdi Replikas idi sanırım böyle bir şeyler demişler bir röportajlarında. Bence böyle bir şey yok. Nasıl müzik dinleneceği ile ilgili kimsenin ders vermesine ihtiyaç da yok isteyen istediği gibi dinler.İnsanın canı istiyorsa aynı şarkıyı yıllarca dinler, kendi sıkılmasıyla ya da merakıyla ilgili bu. Benim her daim vazgeçemediğim gruplarım filan var elbette. Bunlara klasik rock janrının tüm gruplarını koyabiliriz, az önce bazı vesilelerle saydığım gruplar ve sanatçılar bu kategoride.


Beatles’ın yeri biraz ayrı, sadece müzik yapmadılar, konuşmaları, giyimleri, kimsenin cesaret edemeyeceği müzik türlerini ve yaşam tarzlarını denemeleri filan bu adamları bir müzik grubu olmaktan öteye  taşıdı. Ben de sadece bir müzik grubu olarak görmüyorum adamları. Sadece güzel şarkı nasıl yazılır, nasıl söyleniri değil hayatı anlatmışlar şarkılarında. Ayrıca kendi aralarındaki ilişkilerin ilk olarak başladığı ve sonra vardığı yerleri izleyerek bir tek müzik grubu üzerinden çok daha genel bir rock tarihini anlamak da mümkün. Sonraki tüm gruplar aşağı yukarı benzer süreçleri yaşadılar ya da hiç yaşamayanlar da oldu. Ancak yaptıkları albümlerle, Vietnam savaşına ve İngiliz sömürgeci tarihine karşı çıkmalarıyla (Paul’ün sir ünvanını kabul etmesi hariç), yaptıkları hatalarla ve çocukluklarıyla ayrı, yetişkinlikleriyle ayrı bir şekilde insanlık tarihini etkilemiş adamlardır sevin veya sevmeyin. Gorbaçov glasnostu anlatırken SSCB’nin yıkılmasına neden olanlardan birini de Beatles’ın müziğini ve yarattığı etkileri göstermiştir. Neyse çok uzattım lafı ama önemliydi.

Son dönemde yeni grup veya müzisyen dinlemiyorum.Bir tek sixpense none the richer grubu var bu aralar dikkatimi çeken. Cohen gibi Dylan gibi Mccartney gibi adamların çıkardığı albümlerle de her zaman ilgilenirim. Bir de Johnny Cash en büyük idollerimden biridir. Yeniliklere açık olmak lazım farkındayım ancak belki de vücudumun merak etme eşiği düşmüştür, yeni grup keşfetme güdüm zayıf bu aralar.

- Ankara Rock müzik özelinde Türkiye’de çok özel bir noktada duruyor.  Yıllar içerisinde birçok Rock müzisyeninin, Ankara çıkışlı olduğunu gördük. Sizce Ankara’yı Rock müzik özelinde bu kadar verimli kılan sebep nedir?
Açıkçası hiçbir fikrim yok bu konuda. Tahminlerim olabilir. Sosyologlara sorulsa daha güzel cevaplar da alınabilir bir ihtimal. Her kentin kendine özgü bir ritmi, doğası ve güzelliği-çirkinliği var. Şehirler de ve özellikle merkez olabilen şehirler dünya sanat tarihini derinden etkilemiştir.Floransa, Barcelona, Moskova, Prag gibi şehirleri düşünün. Ankara aslında Mustafa Kemal’in seçimiyle ve siyasi ve jeopolitik başkent olmuş bir yer. Geçmişi yok yani kısaca.  Yüz yıl önce kasaba olan bir yer. Tarihi olmayan nadir başkentlerden olmalı herhalde. Bir tane kale bir tane de Roma Hamamı dışında ben bir yapı görmedim. İstanbul ise insanlık tarihince bilinen en eski metropol. Ankara’dan müzisyen çıkar gider İstanbul'a yerleşir klişesi var.İzmir ve Adana’dan da çok müzisyen çıkar bu arada.

Ankara’yı bu konuda özel kılan şey muhtemelen bu şehrin yaşam ritminde olabilir. Sıkıntılı mekanlardan daha derin adamlar ve sanatçılar çıkar. Çünkü yoksunluk yaratıcılığı kışkırtan bir şeydir. Ben burada doğdum ve büyüdüm, en basitinden denize uzak yaşıyoruz ve bir Ankaralı için denizin, vapurun manası, her gün gören birine göre daha derin olabilir. Seattle, Liverpool gibi kasvetli şehirlerin ikliminden üstün yetenekli grup ve sanatçılar çıktı ve rock tarihini değiştirdi. Ankara da belki biraz böyle bir konumda olabilir. Doğal ve tarihi güzelliklerden yıkılan bir şehir değil burası. Vakit geçirecek ve keyifle takılınacak yerlerin sayısı İstanbul ve İzmir’e göre çok daha sınırlıdır.Biz de aradaki farkı iyi müzisyen yetiştirerek kapatmaya çalışıyoruzdur belki.

- Müzisyenlik dışında mali müşavirlik de yapıyorsunuz. Bu iki farklı dünyayı nasıl idare ediyorsunuz. Müzikal servüveniniz ne zaman ve nasıl başladı?
Mali müşavirlik ile geçinip müzisyenlikle de müzikal ve edebi birikimlerimi ortaya koymaya çalışıyorum. İkisi de dediğin gibi çok başka dünyalar.Ancak her iki dünyayı da tanımak ve yaşamak güzel bir deneyim. Müzisyen olduğumu bilmeyen müşterilerim var misal. Sadece muhasebeci olarak tanıyorlar ve zihinlerinde oraya yerleştirmişler. Hiç bozmuyorum bu algılarını ve sade bir mali müşavir olarak tanınmak ve değerlendirilmek deneyimini de yaşıyorum öte yandan rock star gibi tanıyan davranan kişiler de var hayatımda. Hayatın bir başka yüzünü görmüş ve tanımış oluyorum böylece. Tek kartvizit taşımak sıkıcı bir şey ya da ben çok alıştım çift kimlikli-kişilikli yaşamaya. İşlerimi çok arttırmıyorum, ( serbest olarak çalıştığım için böyle bir imkanım var ) bir tane çalışanım var, ikimizi geçindiriyor işte işlerin hacmi. Genelde sorunsuz götürüyorum işlerimi de müzik faaliyetlerimi de . Tarihleri mali müşavirlik işlerine göre ayarlayınca sorun olmuyor şimdilik. Bazen çok zor olduğu da oluyor tabii. Herşey her zaman kolay olsa tadı kalmazdı yapılan işin öte yandan.

Müzik serüvenim çocukken oyun oynadığım oyuncak müzik aletleriyle başladı sanırım. Oyuncak gitarım, akordeonum, mızıkam aklımda yer etmiş. İlkokul 4-5 gibi ailemin teşvikiyle saz çalmaya başladım. Ortaokulda Beatles dinleyince  sazı bıraktım gitara başladım, sonra lisenin müzik grubundaki basçının ayrılmasıyla okulun grubuna bas gitarist olarak girdim. Sonra da bas gitar üzerine çalışmaya başladım ve halen de bas gitar çalışıyorum. Şarkı yazmak ise müziğin ayrı bir katmanı. Gitar akorlarını öğrenince içimden derhal kendime ait bir şeyler yazmak söylemek geldi. İçgüdüsel bir şey midir nedir bilemiyorum.  İlk sorunun cevabı da bu kısma denk geliyor.

Halen iyi bas gitar çalmaya ve güzel şarkılar yazmaya çabalıyorum.Elim ayağım tuttuğu sürece de sürdürme niyetindeyim.

Can Öktemer

19 Haziran 2012 Salı

Cüneyt Cebenoyan: 'Kendi ülkesinin filmlerini daha çok seyreden ender ülkelerden biriyiz'

Cüneyt Cebenoyan

- Uzun yıllardan beri, sinema eleştirmenliği yapıyorsunuz. Siz genel olarak Türkiye’deki sinema eleştirmenliğini nasıl değerlendirirsiniz?
Genel olarak değerlendirmek çok zor. Bence üst düzeyde eleştirmenler var Türkiye’de. Tabii yazdıklarını hiçbir şekilde merak etmediğim eleştirmenler de var. Gazetelerin eleştiriye verdikleri yeri çok yetersiz buluyorum. Radikal ve Birgün dışında benim okuduğum gazeteler içinde sinema eleştirisine iyi bir yer ayıran gazete yok. Sinema ve Altyazı dergilerini takip ediyorum ve kendi kulvarlarında başarılı buluyorum. 

- Türkiye’de 2000’li yıllardan itibaren hem sinemada dijital teknolojinin yaygınlaşması hem de televizyon dizilerinin getirmiş olduğu bir hareketle, film üretiminin arttığını görüyoruz. Siz son dönem Türkiye sineması için neler söylemek istersiniz? Dünyada ki yerini nasıl konumlandırırsınız?
Kendi ülkesinin filmlerini daha çok seyreden ender ülkelerden biriyiz. Bu olumlu ama çok seyredilen filmlere bakınca sevinmek çok zor. “1453”e giden insan sayısına sevinmek bir yana, sinirleniyorum! Daha sanatsal işler yapmak isteyen yönetmenler finans ve dağıtım sorunlarını aşamıyorlar. Çiğdem Vitrinel Antalya’da Geriye Kalan’la en iyi yönetmen seçildi geçen yıl ama filmi hala gösterime girmedi.
Sinemamızın dünyadaki yeri çok güçlü değil. Bir ara daha çok ilgi vardı Yeni Türk Sineması adı da verilen son dönem filmlerimize. Ama bu ilgide biraz azalma var gibi. Yine de Türkiye sinemasının düzeyi fena değil kanımca. Güney Kore, İran ya da Meksika kadar değiliz ama fena da değiliz. Dünyada da çok iyi filmler çekilmiyor. Bu yıl Cannes’ın da Berlin’in de düzeyleri düşüktü.  

- Günlük hayatın bir yansıması olarak Türkiye’de milliyetçiliği,  televizyon dizilerinde ve sinema filmlerimizde sıklıkla görmekteyiz. İzlenme rekoru kıran filmlerimizin başında milliyetçiliği işleyen ve yücelten filmler başı çekiyor. Siz seyircinin bu tutumu için neler söylemek istersiniz?
12 Eylül’le başlayan, cemaatlerin çabalarıyla ve iktidarların katkılarıyla süren çabalar sonuç verdi. Milliyetçi ve muhafazakar nesiller yetişti. Milliyetçilik ilkel kimliklere sığınmak, hiçbir çaba harcamadan edinilen bir özelliğe yücelik atfetmek demek kanımca. Rahatlatıcı bir şey. Özellikle bu iktidar döneminde “elit” düşmanlığı başlığı altında aydınlar aşağılandı, aşağılanıyor. Gariptir bu çabaya liberal elitler de su taşıdılar. Elbette halktan kopuk, züppe bir aydın kesimine ihtiyacımız yok. Ama aydınların öncülüğüne de her zaman ihtiyaç var. Çoğunluk ne yazık ki çoğu zaman vasatı temsil edebiliyor. Vasat da milliyetçilikte kıvanç buluyor.

Bir de tabii, Orta Doğu'daki kanlı tablo ve bölgeye emperyalizmin korkunç müdahaleleri var. Bu tabloya ve Batı’da yeşeren İslamofobiye ve Ortadoğulu düşmanlığına karşı da bir tepki var. Bu da insanları milliyetçiliğe savurabiliyor.

- Bir dönem gerek medyanın gerek oyuncuların desteğiyle “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyasına benzer bir tutumla, seyirciyi yerli film izletmeye yönelik çabalar vardı.  Sizce sanata bu şekilde bakmak ne kadar sağlıklı? Seyircinin sadece yerli filmlere olan ilgisi ileride iyi,  kaliteli yabancı filmlerin ülkemize uğramamasına yol açar mı?
Kaliteli yabancı filmlerin önünde seyirci ilgisizliği ve sinema salonlarının tekelleşmesi gibi engeller var. “Bir Ayrılık”ı topu topu 5.000 kişi izledi! “Ömrümüzden Bir Sene”yi daha da az. Bu filmler bence geçen yılın en iyi yabancı filmleriydi. Bu rakamlarla “Fetih 1453”ün rakamları karşılaştırılınca acıklı bir tablo çıkıyor ortaya. Türkiye’de her şeyin seviyesi düşüyor. Eğitim kalitemiz dünya sıralamasında çok gerilerde yer alıyor. İnsan kalitesi çok düşük Türkiye’de. Bu bir gerçek. Yerli film izlemeye yöneltmek deyince hangi yerli film diye de sormak lazım. İyi yerli filmler iş yapmıyor ki!
  
-Türkiye’de popüler içerikli olmayan, politik duruşu olan müzik dergileri birer ikişer kapanıyor. Roll dergisi de bu dergilerden biriydi. Sizde bir dönem Roll dergisinde çalışmıştınız. Hem Roll dergisini hem de Türkiye’de ki müzik dergiciliğini nasıl yorumlarsınız. Bu bağlamda iyi müzik blogları, müzikler dergiciliğinde oluşan boşlukları kapatabilir mi?
Müzik bloglarını takip etmiyorum, bu yüzden cevap vermem güç sorunuza. Roll dergisi hem katkıda bulunduğum hem de benim de eğitim aldığım bir dergiydi.  Roll’un açıkça sol bir çizgisi vardı. İyi popüler müzikte ayrım yapmazdı. Arabesk de, az kişinin tanıdığı indie bir topluluk da yer bulabilirdi. Ciguli’yi, satmayacağını bile bile kapağına taşıyacak kadar da cüretkardı.

Roll’dan önce Ankara bazlı Müzük diye de bir dergide çalışmıştım ama o dergi kısa süreli oldu. Daha öncelerden Hey dergisi vardı tabii. Roll benzeri başka bir dergi bilmiyorum ama. Yıllar içinde satışı artmak yerine azaldı. Acıklı bir durumdu. İşin doğrusu Roll’un son dönemlerinde ben de artık sinemaya yönelmiştim ve dergiye pek katkıda bulunmuyordum. 

Can Öktemer