Ankara’da, daha çok popüler kitaplar ile süreli yayınların
satıldığı bir kitapçıda yığılı Heba’ları
gördüğümde önce şaşırdım, sonra da bu duruma oldukça sevindim. Gerçek
edebiyatın okunmaya başlanması, talep görmesindendi sevincim. Hasan Ali
Toptaş’ın bu coğrafyada çok satmaya başladığını görmek, ister istemez
edebiyatseverleri şaşırtır. Kitapları böyle çok sayıda görünce hemen çalışanlardan
birine yaklaşıp, Heba’ya ilginin
nasıl olduğunu sordum. “Oldukça iyi,” dedi, “Çıktığında on tane getirtmiştik
ama birkaç gün içinde bitince elli tane daha getirttik.” Genç, yüzümde beliren
memnuniyet ifadesini görünce sohbeti uzattı. “Bir arkadaşım, onun bütün
kitaplarını okudu. Çok değişik bir yazar, diyor, onun için. Ben de Heba’yı yeni okumaya başladım, evet
oldukça farklı. Duyduğuma göre
Denizli’de yaşıyormuş.” Gülümsedim, “Hayır,” dedim, “Eryaman’da yaşıyor.”
Bana kalırsa, bu kısa diyalog, Hasan Ali Toptaş’ın otuz
yıldan biraz daha fazla olan yazarlık hayatının özetidir. Birincisi, ondan
coşkuyla söz eden genç, onun daha bir kitabını dahi okumamıştır, şu an sadece
buna meylettiğini, belki birkaç sayfa okuduğunu söylemiştir sadece: Hasan Ali
Toptaş’ın genel okur profilinin oluşum evresidir bu. HAT’tan etkilenmek, onun
okuru olmak için onu okumaya başlamış olmak yeterlidir. İkincisi, genç, Hasan
Ali Toptaş hakkındaki ilk bilgilerini bir arkadaşından almıştır: Bir ilan, bir
eleştirmen veya başka bir otorite aracılığıyla onun kitaplarına ulaşmamıştır.
Böyle olduğu için en etkili tanıtım aracı olan ‘okur tavsiyesi’ yoluyla HAT’ın
yeni okurlarına eklenmiştir. İlk kitaplarını kendi imkânlarıyla bastıran,
aldığı ödüllere rağmen Bin Hüzünlü Haz
gibi muhteşem bir kitabı bastırmak için yayınevi yayınevi dolaşmış bir yazardan
söz ettiğimizi göz önünde bulundurduğumuzda bugünkü okur sayısının ulaştığı noktayı
oldukça önemsememiz gerektiğini düşünüyorum. Üçüncüsü, genç, Hasan Ali
Toptaş’ın Denizli’de yaşadığını söyleyerek onu merkeze koymamıştır: Bunun
nedeni onun merkeze yakıştırılmaması değil, merkezin ona yakıştırılmamasıdır. Hasan
Ali Toptaş, büyük ve küçük bütün merkezlerin dışında yaşamaya devam ediyor ama
unutulmamalı ki kitaplarının merkez yayınevleri tarafından kabul görmesi bile
çok uzun yıllar almıştır. Buna en güzel örneklerden biri, Kültür Bakanlığı
Roman Yarışmasında mansiyon alan Sonsuzluğa
Nokta romanının basımında yaşadıklarıdır. Fethi Naci’nin Aydınlık’taki
köşesinde iki yayıncı arkadaşına Hasan Ali Toptaş’ın romanıyla ilgilenmelerini
önerir. Bu iki yayınevinden Ankara’dakinin kapısını çalar HAT. Fethi Naci’nin
yayıncı arkadaşı gerçekten de öneriyi dikkate almış ve yazıyı kesip çekmecesine
koymuştur, bunu ona da gösterir. HAT, dosyasının yayımlanacağını düşünür ama
uzun bir zaman sonra romanın basılmayacağı söylenir kendisine. Romanın
basılmama nedeni, edebiyatımızın önemsenen yazarlarından birinin yazdığı editöryel
rapordur. Rapora göre, “Cümleler oldukça uzundur ve okur bunları anlayamaz.” İyice
hayal kırıklığına kapılır HAT. Hatta köşesine çekilir ve edebiyat dünyasına
küser. Bundan sonra sadece kendi için yazacaktır. Sonunda yazdıklarının
basılması için hiçbir yayınevinin kapısını çalmayacağı kararını alır. Zaten
onun yazın hayatı bir talihsizlikler zinciri gibi uzar gider, ta ki son yıllara
kadar.
Heba,
Hasan Ali Toptaş’ın merakla beklenen yeni romanı. Uykuların Doğusu’ndan uzunca bir süre sonra geldi. Heba’yı önceki
romanlarından ayrı bir yere koymakta fayda var. Özellikle Bin Hüzünlü Haz ve Uykuların
Doğusu’nda anlatılanlar bir belirsizliğin içinde akar. Belirsizlik öyle
baskındır ki akıntının nereye doğru olduğu da romanın sonuna kadar okurun
kafasında sürekli bir sorun teşkil eder.
Olaylar, hareketler ve tepkiler; yoğun imgeler aracılığıyla ve
sembollerle, neden sonuç ilişkisi iyice silikleştirilerek hatta bazı durumlarda
hiç kurulmayarak, zaman ve mekânsal yapı bozularak, bulanık, belirsiz bir
görüntü içinde cereyan eder. En uzun bölüm olan ‘Sınır’ı saymasak Heba da birçok açıdan HAT’ın önceki
romanlarına benzemektedir. Ancak ‘Sınır’da olaylar, anlatılar, gerçek bir mekân
ve zaman algısıyla veriliyor çoğu yerde. Romanın orta yerinde uzayıp giden bu
bölümde geçen yer adları (il, ilçe vs.) sonuna kadar gerçektir. Zaman da hatta
Mehdi Zana, Koçero gibi bazı kişi adları da doğrudur. Bu açıdan bakıldığında ‘Sınır’
bölümünü Heba’nın içinde, Heba’yı da bütün Hasan Ali Toptaş
romanlarının içinde delinmiş bir rüya olarak görebiliriz. “Muhtemelen öyle olmuştur, Ebecik’in sesi sana uykunun delinen yerinden
akıp gelmiştir.” (s. 83). Bu yüzden Heba’da
anlatılanlar, bize, önceki Hasan Ali Toptaş romanlarında olduğu gibi bazen
eğlenceli, bazen moral bozucu bir oyunun içinde olduğumuzu düşündürtmüyor,
Binnaz Hanım’ın betimlediği apartman sakinlerinden başlayarak neredeyse romanın
son sayfalarına kadar, yürek sızlatan, ağır, sancılı birçok olayın içinde
buluruz kendimizi. Bu nedenle romanın sonunda Ziya’ya kapısını açan kişiye
minnet besleriz. Bu noktada şunu özellikle vurgulamakta yarar var sanıyorum: Heba’nın her bölümü ayrı bir okuma
gerektiriyor. Örneğin ‘Sınır’ bölümü sosyolojik bir okuma gerektirirken son
bölüm olan ‘Fena’, tasavvufî, ‘Anahtar’
bölümü Freudcu bir yaklaşımla okunmayı gerektirir. Bu bölümler nasıl okunursa
okunsun hepsinin öbeğinde minnet duygusu var, diyebiliriz. Böyle olduğu için
minnet duygusu romandaki en hareketli unsurlardan biri; kahramanların büyük
çoğunluğu minnet duygusuyla varlığını hissettiriyor, hatta bu duygu, çoğu zaman
kişiden kişiye geçerek romanın akışına ayrı bir hareketlilik getiriyor. Romanın
giriş bölümü olan Anahtar’da Binnaz Hanım’ın dile getirdiği, “Minnet duygusu feci bir şey Ziya Bey, onun
insanda nasıl bir tahribata yol açtığını bana kalırsa ancak yaşayan bilir.”
(s.44) sözü bir şekilde romanın yaslandığı temel düşüncelerden biridir.
Ziya’nın o karanlık, yalnız, kirli şehir hayatından kurtulup tabiata gitme
isteği bu duygudan ayrıymış gibi gelişse de aslında çok da ayrı değildir. ‘Rüya’
bölümünde Ziya’nın kime, neden bu duyguyu beslediğini çok net bir biçimde
görürüz. Bu bölümde Ziya’ya bir şeyler anlatma derdinde olan bir güvercin peyda
olur. Bu kuş roman boyunca özellikle Ziya’ya bakışıyla birçok kez karşımıza
çıkacaktır. Uykuların Doğusu’nda
Cebrail’in peşine takıldığı, şekilden şekle giren kuştur bu bana kalırsa, hatta
Gölgesizler’deki Güvercin’in ta
kendisidir. Ne var ki kuşun kaderi, Gölgesizler’deki
Güvercin’in kaderiyle aynıdır. Ziya bu
kuşun kendine bakan gözlerinin aynısını kırk iki yıl sonra farklı bir canlıda yeniden
gördüğü zaman, Güvercin’in de kuşun da yaşamaya devam ettiğini anlarız. Heba’daki sarmal yapı diğer Hasan Ali
Toptaş romanlarından oldukça farklılaşmış, genişlemiştir diyebiliriz bu
örnekten yola çıkarak. Heba’daki bu
yapı, bütün Hasan Ali Toptaş kitaplarını içine alacak kadar genişlemiştir
hatta. 1990 yılında basımı yapılan Yoklar
Fısıltısı öykü kitabında yer alan ‘Yabu’ öyküsündeki baş karakterin izine Heba’da da rastlarız. O öyküde Enver’e,
Yabu’nun ne olduğu sorusunu soran anlatıcıya cevap Heba’da verilir. Bu ilişkilendirme sadece ‘Yabu’ üzerinden değil, o
dönemki Hasan Ali Toptaş’ın yazar kişiliği üzerinden de yapılır. Yabu’nun
aslında bir hikâye olduğunu söyleyen Seyfettin, hikâyenin yer aldığı kitabın
adını ve yazarını hatırlamadığını söyler Ziya’ya. “Hatta yazarı hatırlamadığıma göre demek ki önemli bir yazar da
değildi,” der. İlk kitaplarını kendi imkânlarıyla bastıran, yaşadığı hayal
kırıklığından dolayı bir köşeye çekilip sadece kendi için yazmaya koyulan (Yalnızlıklar böyle bir dönemde
yazıldı.), ne Oğuz Atay gibi okuruna seslenme ihtiyacı hisseden ne de Ahmet
Hamdi Tanpınar gibi uğradığı sükût suikastından şikâyet eden o dönemki Hasan
Ali Toptaş’ı görmeyen, yok sayan edebiyat çevrelerine bir göndermedir bu aynı
zamanda. Yani bu döngüsel yapı, yazarın ilk kitaplarından son kitabına kadar
sayfalar dolusu yazılanları ve yazarın yaşadıklarını içine almıştır. “Hamaz ortalıkta şöyle bir gezindi ve
gezinirken dağınıklığın sisleri altında yatan kasabanın ruhundan hayata dair
çeşitli parçaları topladı da, işte burada olup bitenlerin geçmişini, şimdisini
ve geleceğini gösteren işaretler bunlardır diye getirip hepsini oracığa
bırakıverdi sanki.” (s. 71). Gölgesizler’deki
sarmal yapı, nasıl Cennet’in oğlunun beline dolanan yılanla açıklanabilirse, Heba’nın sarmal yapısı da hamazla
açıklanabilir. Hatta, Heba’daki Karcı
Ali, Gölgesizler’deki Cennetin
Oğlu’nun sorduğu “Kar neden yağar kar?” sorusunun cevabını vererek sarmal yapının
döngülerini fazlalaştırır.
Heba’daki
dilin üzerinde de ayrıca durmakta yarar var. Hasan Ali Toptaş’ın zengin bir
kelime dağarcığıyla yazdığı bilinmektedir. Bu romanda dil daha zenginleşmiş,
artık neredeyse pek de kullanılmayan büvelek, horata, duluk, hamaz, tahra,
hitam gibi pek çok kelime, romanın kelime dağarcığına eklenmiştir. “İyi
yazılmış bir sayfada bütün sözcükler aynı yöne dönük olmalı,” diyen Stevenson’u
haklı çıkarırcasına bu kelimeler oldukça özenli ve güçlü anlamlarıyla
kullanılmışlardır. Bu kelimelerin nasıl gün yüzüne çıktığının ilk
tanıklarındanım. Hatta, Heba’daki
bazı cümlelerin, üzerinde nasıl çalışılarak yeniden kurulduğunun da. “Sadece Suriye topraklarından değil,
mevzideki nöbetçilerin üzerine belki yedi sekiz Kalaşnikofla Türkiye tarafından
da ateş ediliyordu.” (s. 240) cümlesi, hatırladığım kadarıyla “Mevzideki
nöbetçilerin üzerine sadece Suriye topraklarından değil, belki yedi sekiz
Kalaşnikofla Türkiye tarafından da ateş ediliyordu.” şeklindeydi. Ancak bu
cümle son derece doğru olmasına karşın, yazarı rahatsız etmiştir. Askerlerin
iki ateş arasında kaldığını sadece anlatımla söylemekle kalmayıp biçimsel
olarak göstermek için cümleyi bozup, romandaki haliyle yeniden kurmuştur.
Sadece bu cümle için değil romandaki her bir cümle için bu özeni göstermiştir,
diyebilirim. Bu nedenle Heba, altı
çizilecek sarsıcı ve birçoğu felsefi olan cümlelerden meydana gelmiştir.
Hem Heba hem de
Hasan Ali Toptaş için çok şey söylenebilir kuşkusuz. Ne söylenirse söylensin
mutlaka eksik bir tarafı olacaktır söylenenlerin. Heba, her okuyanın onda farklı şeyler bulduğu, bir kimsenin farklı
okumalarında bile kendini çoğaltan bir roman. O kadar çok şey söylüyor ki
bunlardan genel olanları bile açıklamak sayfalar dolusu yazmayı gerektirir neredeyse.
Hallac-ı Mansur’a yapılan atıflardan, tasavvufî açıdan tanrıya ulaşmaya, asker
intiharlarından şehirleşmeye, köylülükten, bombalanan kitabevi üzerinden Türkiye’nin
belli bir dönemine bakış açısına, çok katmanlı yapısından, üst kurmaca
özelliklerine kadar birçok okuma gerektirebilir. Ama nasıl bir okuma yapılırsa
yapılsın, Hasan Ali Toptaş’ın kelimelerle kurduğu bir âlemde yaşadığını pekala
biliriz biz. Bu nedenle Ziya’nın yerleştiği köyün adı Yazıköydür, ve buraya
Kenan Eli, der Ziya. Köye en yakın köyün adı da Ovaköy’dür. Bu nedenle alnından
vurulan yazıcının yerine geçecek yeni yazıcının durduğu yazıhane, yan yana
sıralanmış altısı küçük, biri büyük yedi pencereden oluşmaktadır. Yazıhanenin
sütbeyaz duvarlarının sessizliği ortasında uzun boylu bir asker olarak vardır,
yazıcı. Bu nedenle Rüya’nın büyük bir delikle yırtıldığı yerde, yani, ‘Sınır’
bölümünde, Resul’e Ziya, “Bu
yaşadıklarımız bana gerçek değilmiş gibi geliyor.” der. Resul de ona, “Gerçek fazlasıyla hissedildiğinde insana
her vakit gerçek değilmiş gibi gelir,” diye cevap verir.
Heba’yı
bitirdikten sonra, Hasan Ali Toptaş’ın, “Sanatçının hiçbir önemi yoktur,
yazdığı önemlidir,” diyen Faulkner’la, “Gerçekte iyi bir kitap yazabilmek için
gerçeğin biraz da farkında olmamak lazım,” diyerek sezgiyle yazmayı önemseyen
Borges’le, Silahlara Veda romanının son sayfasını otuz dokuz kez yazan
Hemingway’le, Kafka kadar olmazsa bile yakın akraba olduğunu düşündüm.
Abdullah Ataşçı
Bu yazı, Agos Kirk'in Mayıs 2013 sayısında yayınlanmıştır.