26 Aralık 2014 Cuma

Osmanlıca tartışmalarında İnönü’den alıntı imal etmek

“Zorunlu Osmanlıca dersi” tartışması, 1928 Harf İnkılâbı’na dair süregelen münakaşayı bir süreliğine yeniden alevlendirdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Türkçe ile felsefe yapılmaz” çıkışı da gösterdi ki, bu tartışma cepheleri çok belirli şekilde süreceğe benziyor. Söz konusu tartışma, ziyadesiyle geçmişle ilgili olduğu için, Harf İnkılâbı’nın gelişim sürecinde yer alan tarihsel figürlerin düşünceleri haliyle daha da önem kazanıyor. Bu isimlerden birisi de 1928’de başbakan olarak görev yapan İsmet İnönü. İnönü, Sebahattin Selek tarafından hazırlanan ve Bilgi Yayınevi’nden yayımlanan Hatıralar isimli kitapta Harf İnkılâbı başlığında söz konusu değişimle ilgili görüşlerini anlatıyor ve bu bölümdeki ifadeleri, Harf İnkılâbı’yla ilgili her tartışmada güya yeniden tedavüle sokuluyor. Buraya kadar herhangi bir sorun yok elbette, fakat sorun, alıntı yapılan isimlerin sözlerini doğru yansıtılmadığında ortaya çıkıyor.
Ağustos 1928 tarihli Akbaba dergisi, Mustafa Kemal'i, Arapça harflerini ezerken resmediyor (Kaynak: http://www.zaman.com.tr/mustafa-armagan/7-soruda-harf-inkilabi_2010947.html)
Şöyle ki, Oral Çalışlar, 12 Aralık tarihli Radikal yazısında, “CHP’lilerin ve laikçi çevrelerin sözcülerinin, (…) Osmanlıca’ya tepki göstermelerinin nedeni”ne eğildiği "Osmanlıca'yı neden yasakladılar?" yazısında, İnönü’den yukarıda adı geçen kitabın 2. cildinin 223. sayfasında geçtiğini ileri sürdüğü şu alıntıyı yaptı:
Harf devriminin tek amacı ve hatta en önemli amacı, okuma yazmanın yaygınlaşmasını sağlama değildir. Okur-yazar oranının düşük oluşunun yegâne sebebi alfabenin öğrenilmesinin zor olması değildi. Uzun yıllar devlet, eğitim sorununa eğilmemiş, kütlesel eğitime önem vermemişti. Devrimin temel gayelerinden biri yeni nesillere geçmişin kapılarını kapamak, Arap-İslâm dünyası ile bağları koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı. (…) Yeni nesiller, eski yazıyı öğrenemeyecekler, yeni yazı ile çıkan eserleri de biz denetleyecektik. (…) Din eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunmayacak, dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı.
Tarihçi Halil Berktay da Serbestiyet’te 23 Aralık’ta yayımlanan “Eğitim Şurası (2) Osmanlıca sembolizmi” yazısında, “Oral Çalışlar’ın da İsmet İnönü’den alıntılarla hatırlattığı gibi” diyerek, bu alıntıyı sahih ve doğru kabul ediyor. İşin fenası şu ki, İnönü’nün sözü edilen kitapta Harf  İnkılâbı’na yönelik böyle sözleri yok.   
İnternette kısa bir araştırmayla bu alıntının kitabın 1985 baskısında olduğunun yaygınca iddia edildiğini öğreniyoruz. Hâlbuki bu kitabın ilk cildi ilk olarak 1969 yılında İnönü’nün Hatıraları: Genç Subaylık Yıllarım 1884-1918 adıyla Burçak Yayınları tarafından yayımlanırken, tekrar 1985’te Bilgi Yayınevi’nden çıkmış. Söz konusu alıntının yapıldığı iddia edilen ikinci cildin ise 1985 yılına ait baskısı yok. O cilt ise yine Bilgi Yayınevi tarafından 1987 yılında yayımlanmış. Daha sonra aynı yayınevi, 2006’da tek cilt olarak kitabın yayımına devam etmiş.
Peki, ilgili bölümün kitapta yer alan şekliyle, olduğu iddia edilen şekli arasında fark var mı? Kanımca bir hayli fark var. İnönü, Harf İnkılâbı’nın okuma-yazma kolaylığına bağlanamayacağını, Arap kültüründen kopuş sağladığını ve bu sayede, Türk dilinin ve milli kültürünün korunduğunu söylese de, yukarıdaki alıntıda bahsedildiği gibi İslam ve dine ilişkin tek bir cümle dahi etmiyor (İma ediyor denebilir mi? Ondan da emin değilim):
Harf İnkılâbı bir okuma-yazma kolaylığına bağlanamaz. Okuma yazma kolaylığı, Enver Paşa'yı tahrik eden sebeptir. Ama harf inkılâbının bizde tesiri ve büyük faydası, kültür değişmesini kolaylaştırmasıdır. İster istemez Arap kültüründen koptuk. Arap kültürünün ve Arap dilinin tesiri hakkında yeni nesiller bizim kadar fikir edinemezler. Bir misal olarak söylemek isterim. Benim çocukluğumda kültür sahibi adamlar Türk dilinin kifayetsizliğinden, eksikliğinden meyus olarak bahsederlerdi ve bunun için cemiyet içinde, hem Türk diye bir millet olarak, Araptan ayrılığı kaldırmalıydık, hem de sağlam bir dile kavuşmak maksadıyla Arapçayı kabul etmeliydik derlerdi. Yani vaktiyle devleti kurarken ve Türk dilini yaparken Arap dilini kabul etmek doğru olacaktı, görüşünü hararetle savunurlardı.
Anadolu'da ilk Türk devletini kuranların hepsi Türk beyi olarak devlet başına geçmişler ve milli hususiyetlerini muhafaza etmişlerdir. Sonra Osmanlılar devrinde, edebiyat vesilesiyle dil ihtiyacı genişledikçe sanatı Arap dili üzerinde işlemek hevesi milli kültürü zayıflatmıştır. Bizim devrimizde Latin harflerine geçmek Türk dilini ve milli kültürü kurtarmak için esaslı bir etken olmuştur. (bkz. 1987 baskısında s. 223 ve 2009 baskısında s. 485)
Kitapta yer alan alıntı da, Çalışlar ve Berktay’ın sözünü etmeye çalıştıkları anlamı bir yanıyla veriyor elbette. Alfabe değişiminin, sıklıkla savulduğu gibi, Arapça harflerle eğitimin çok zor olmasından ötürü değil, geçmişle ve geride bırakılmak istenen kültürle ilişkili olduğu çok açık. Fakat yine de, bu küçük örnek bile bize daha derin bir sorunu işaret ediyor. Türkiye’nin en önemli gazeteci ve tarihçileri bile yazdıkları yazılardaki bilgiyi hızlıca internet üzerinden elde ettikten sonra teyit etme veya doğruluğunu gerçekten kontrol etme ihtiyacı hissetmiyorlar. Bu da bize Türkiye entelijansiyasının hal-i pür melalini gösteriyor.
Emre Can Dağlıoğlu

25 Aralık 2014 Perşembe

CinsoMedya: ‘Cinsiyetçilik, çıkar etrafında üretilen bir önyargı aracı’



Türkiye medyasının cinsiyetçilik hususunda feci durumda olduğunu bilinen bir gerçek. Bu bağlamda, geçtiğimiz yıl medyanın bu hallerini ifşa etmek üzere yola çıkan bir site girdi hayatımıza: CinsoMedya. CinsoMedya, gerek sosyal medya, gerekse de diğer mecralardaki yer alan cinsiyetçi, ayrımcı dile sahip haberleri, yazıları ortaya çıkarmaya, eleştirmeye çalışıyor. Kadına yönelik şiddet ve tacizin korkutucu boyutlara ulaştığı, televizyonda büyük bir “gururla”, “Erkek gibi ye, erkek gibi yaşa” sloganına sahip reklamların döndüğü, bizzat Cumhurbaşkanı tarafından dile getirilen “Kadın ile erkeği eşit konuma getiremezsiniz, fıtratına aykırı” sözünün vahameti ortadayken, CinsoMedya’nın çok önemli bir iş yaptığını söylebiliriz. CinsoMedya’nın editörleri Aspurçe Kılınç, Elçin Poyraz, Alper Ard ve Levent Özyıldırım’la medyanın cinsiyetçi söylemini, sosyal medyanın durumunu ve bu cinsiyetçi dile karşı geliştirilebilecek panzehirler hakkında konuştuk.
- CinsoMedya’yı ne zaman kurdunuz? Bize biraz sitenizin içeriğinden ve kendinizden bahsedebilir misiniz?
CinsoMedya’yı blogspot üzerinde 2013 Mart ayında başlattık. Siteye geçişimiz ise Haziran ayının sonlarında oldu. Sitemiz medyanın çoğaltıp yaygınlaştırdığı cinsiyetçilik ile mücadele etmek üzere 4 arkadaşın birlikte yürüttüğü bir proje. Anaakım medyanın cinsiyetçi pratikleriyle mücadele ediyoruz. Tabii bu esnada sosyal medyaya da değinmek durumunda kalıyoruz.
Bize gelirsek, belli başlı sorunları kendine dert edinen bir ekibiz. Küreselbak, KEG, Dur-De gibi organizasyonlarda gönüllü olarak çalışırken tanıştık; medyanın cinsiyetçi söylemi üzerine tartışırken, neden bununla uğraşmıyoruz dedik ve CinsoMedya’yı kurduk. Sitede bazen kısa haberler, bazen de uzun yorum yazıları yer alıyor. Ortak noktaları, ilk bakışta gözden kaçabilecek kadar banal cinsiyetçi olsun veya açık ve vahim olaylar olsun, her türlü cinsiyetçi malzemeyi deşifre etmek, neden cinsiyetçi olduğunu dilimiz döndüğünce anlatmaya çalışmak.
- CinsoMedya olarak hangi haber sitelerini ve medya organlarını takip etmeye çalışıyorsunuz?
Elimizden geldiğince her şeyi takip etmeye çalışıyoruz. Fakat dikkatimiz daha çok anaakım medya üzerinde, çünkü etki alanları geniş. Bu arada her şeyi yakalayamıyoruz tabii ki, bu yüzden de okuyucularımızdan gözden kaçırdıklarımız konusunda yardım istiyoruz. Sitemizde “siz de deşifre edin” bölümü var.
- Dünyada sizin sitenize benzer, siteler de var mı?
Özellikle Batı dünyasında hem gündelik hayattaki ayrımcılıkları hem de medya dünyasındakileri takip eden sayıca çok site var, bazıları blog düzeyinde, bazıları daha kamusal projeler olarak öne çıkıyorlar. Bir hak mücadelesi, ne kadar güçlü ve eskiyse, onun toplumdaki yansımaları da o kadar büyük oluyor galiba. Bizim ilgiyle takip ettiklerimizden birisi, medya ile alakası olmasa da, everydaysexismproject.com, kadınlar başlarından geçen tacizleri ve ayrımcılıkları yazıyorlar, site kadınların birincil deneyimleri üzerinden oluşmuş bir katalog işlevi görüyor. Buradaki hikâyeleri, medyada yer alan taciz/tecavüz haberleri ile karşılaştırırsanız şayet, yaşanılan ile medyanın haberleştirmesi arasında nasıl bir uçurum olduğu netleşecektir. Medya kadının/mağdurun gözünden değil, erkeğin/güçlünün gözünden anlatmayı tercih ediyor.
- CinsoMedya olarak, medya taraması yaparak, medyadaki cinsiyetçi söylemi eleştiriyorsunuz. Türkiye’de medyanın cinsiyetçi söylemi hakkında bu güne kadar ne gibi durumlar gözlemlediniz? Bu bağlamda Türkiye medyasının durumunun vahim bir halde olduğunu söyleyebilir miyiz?
Geçmişi düşünürsek biraz iyileşme var elbette; fakat bu, kesinlikle medyada patronlarının değil, kadınların bizzat kendi mücadelelerinin sonucu. Ama kesinlikle daha kat edilecek çok yol var. Medyanın cinsiyetçi söylemini, toplumdaki eşitsizlikten ayrı düşünemezsiniz, toplumsal sorun aşıldıkça diğeri ile mücadele etmek de kolaylaşır. Toplumsal olarak kadın eşitsizliğinde, aşağıdan yukarıya, gündelik hayattan siyasete kadar her alanda oldukça sorunluyuz, cinsiyetçi medya da işte bununla besleniyor. En iddialı haber programlarında dahi bunun izlerine rastlayabiliyoruz.
Bizim gözlemimiz, bütün bunların ardında aslında sınıfsal bir problem olduğu. Medyanın dili, mevcut toplumsal sorunlardan bağımsız değil derken, anaakım medyanın kendisi de hâkim (cinsiyetçi-ayrımcı) fikirlerin etrafında oluşuyor demek istiyoruz. Çalışanların hayat kaygılarından, patronların aynı zamanda büyük şirket sahibi olmasına kadar, egemen fikirlerle iç içe bu medya.
Herkesin kendine göre neyin gösterilmesi gerektiği konusunda bir çerçevesi olabilir, ama temel insan haklarını gözeten, dışlananların da sesini duyurabileceği objektif bir medya yayını, minimum düzeyde yapılması gereken olmalı. Türkiye’de bunun böyle olmamasını bir kenara bırakın, tam tersine cinsiyetçilik, ırkçılık, ayrımcılık tekrar ve tekrar dolaşıma sokuluyor. Türkiye toplumu, ırkçılığı ile veya cinsiyet ayrımcılığı ile bir bütün olarak yüzleşmediği sürece, medyanın bu vahim hali devam edecek. Çünkü görmek istemesek de aslında hepimiz vahim bir durumdayız. 
Eylül ayında iCloud hesabı hacklenerek özel fotoğrafları internette yayınlanan oyuncu Jennifer Lawrence
- Türkiye’de medyada cinsiyetçi söylemin, uzun bir süredir varlığını korumakta. Sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla beraber bu durumun daha da arttığını görüyoruz. Siz bu durumu nasıl değerlendirirsiniz?
Bu aslında bütün dünyada da mevcut bir sorun. Cinsomedya’da, Jada Pozu ve Jennifer Lawrence (icloud hacklenmesi) olayı hakkında yazılarımız var, o yazılarda dünyadaki durumu ele aldık. Bu olaylarda basit internet trollerinden, Reddit gibi popüler web sitelerine veya falanca medyasında köşe yazarlığı yapanlara kadar birçok kişinin ve kurumun maskelerinin düştüğü görülüyor. Tecavüzün bile alay konusu olabildiği, kimseye saygı duyulmayan, sinik bir süreç bu. İnternet tacizi kolaylaştırıyor, avatarın ardına gizlenip bir kadını tecavüz ile cezalandırmaktan bahsedebiliyorlar. Üstelik bu vakalar, zararsız veya olağan görülebiliyor, gerçek hayat değilmiş gibi, sanki o olaylarda kadınlar zarar görmüyormuş gibi. Günümüzde az çok, taciz, tecavüz, hakaret, nefret suçu gibi konular yasalarla güvence altına alınmış durumda ama birincisi, bazı durumlarda yasalar internet için işletilemeyebiliyor; ikincisi, bu yasalar toplumdaki yapısal eşitsizliği gidermede ne kadar başarılı oldu noktasında şüphe sahibiyiz. Toplumsal eşitsizlik, mizojini, anti-feminizm, fırsatını bulduğu ilk anda su yüzüne çıkıyor.
Yakın zamanda Gamersgate olayı patladı örneğin, bir kadın video geliştiricisi, ayrıldığı eski sevgilisi tarafından, adamı video oyunları eleştirmeni bir kişiyle aldatmakla suçlandı. Bunun üzerine, başta sosyal medya olmak üzere, kadına ve ona destek olan feministlere yönelik muazzam bir taciz vakası yaşandı. Bazı mağdurlar, evlerini değiştirmek zorunda kaldılar. Bir kadının, erkek egemen bir işte, kendi yetenekleriyle başarılı olabileceği fikrine yönelik bir öfke patlamasıydı bu, kendine internette mecra buldu ama bizzat hayatın içinden doğmuştu.
Kısacası sosyal medyada olan biteni zaten var olan durumdan ayrı düşünmek olanaksız. İnternet ve sosyal medya hayatı kolaylaştırıyor, iletişimi hızlandırıyor ama tacizi ve cinsiyetçiliği de kolaylaştırıyor, ne yazık ki. Ama bu durum böyle devam edemez elbette, durumdan rahatsız olanlar zamanla bunu alt etmenin yollarını da keşfedecekler.
- Sosyal medya haberciliğinde dikkat çeken unsurlardan biri de; sansasyonel başlıklarla, okuyucuyu içeriği bambaşka haberlere yönlendirip, tık alma üzerinden para kazanma haberciliği. Özellikle kadın bedeni üzerinden üretilen bu haberler için ne demek istersiniz?
Dünyada buna bir isim kondu bile: click-bait; sansasyonel başlıkları rating için yem olarak kullanma fırsatçılığı. Biz de Ümit Kıvanç ve arkadaşlarının başlattığı #habericinikikeretiklama kampanyasına destek verdik, halen veriyoruz. Tabii, bunun mücadelesini daha geniş bir platform olarak vermemiz gerekiyor. Ve elbette bizim zaten hareket noktamız habercilik adına kadın bedeninin, bedenin asıl sahibi olan kadınlardan izin alınmadan reklam malzemesi yapılması. Habermiş gibi sunulması.
- Yine sosyal medyada gördüğümüz şekilde, yoğun fotoğraf kullanımı sebebiyle, haberler artık okunan değil, bakılan hale geldi. Sizce, haberleri bu şekilde sunan editörler kadar, okuyucunun da suç ortağı olduğunu söyleyebilir miyiz?
Okuyucunun suç ortağı olduğuna dair savunmalar yeni değil. Yakından baktığınızda bu tür argümanların çoğunlukla etik dışı yayın yapmakla eleştirilen medya organlarından geldiğini görürsünüz. “Bu tür şeyleri haber olarak sunuyoruz. İçeriğini etik dışı, cinsiyetçi veya nefret söylemine yakın bulabilirsiniz. Ama okuyucu bunu istiyor, halk bunu istiyor.” Hepimizin duymaya alışık olduğu bir akıl yürütme. Ama yanıltıcı. Nedense “halk bunu istiyor” medyasını, asla halkın istediği diğer şeyleri dile getirirken görmezsiniz. Halk, haftalık çalışma saatinin azaltılmasını, yıllık yasal izin günlerinin artırılmasını, kredi kartı borçlarının silinmesi, ücretsiz ve ulaşılabilir kreş hakkına erişim, ücretsiz sağlık hizmeti, konforlu ulaşım, devlet güvenceli konut hakkı, tehlikesiz işyerlerinde çalışma hakkı, askere gitmeme hakkı, savaş değil barış gibi şeyleri de istiyor mesela. Fakat bunları nedense aynı anaakım medya fazla haber değeri taşır görmüyor. Medya, bırakın tekrar tekrar önümüze getirmeyi, bilakis bu tür talepleri gizlemeyi seçiyor. Demek ki bu, “okuyucu bunu istiyor” savunması pek masum değil. Bu savunma esasında şu ya da bu okur talebi arasında bilinçli yapılan editöryel bir tercihi gizliyor.
Okuyucuların şu ya da bu etik dışı yayın için suç ortağı olarak görülmesi, genelde sadece bu yayınları yapan medyanın sorumluluğu kendi üzerinden atmasına yarıyor ve kendine çekidüzen vermesi konusunda aşağıdan gelen basıncı savuşturabilmesini kolaylaştırıyor.
Biz, hiçbir insanın doğuştan cinsiyetçi olduğuna inanmıyoruz. Okurlar da keza, büyük çoğunluğu cinsiyetçi olabilse de, cinsiyetçiliği “yaratan” kişiler değiller.
- Cinsiyetçi söylemin, sadece internet siteleri ve yazılı basında yer almadığını, reklam ve televizyonda da yoğun biçimde üretildiğini görüyoruz. Sizce cinsiyetçi söylem konusunda televizyon ne durumda?
Felaket durumda. Bizler artık belirli bir taraftan baktığımız için televizyonda neyin cinsiyetçi olduğunu fark edebiliyoruz. Gözümüze batıyor, içimize sinmiyor. Örneğin Game of Thrones, Spartacus gibi fenomen diziler, sabah kuşağı programları, evliliğin kutsallaştırılmasının yanında kadın katillerinin bu programlara talip olarak çıkartılması ve bitmek bilmez uzunluktaki yerli diziler, buradaki şiddet üzerine kurulu kadın erkek ilişkileri... Futbol programlarına değinmeye gerek bile yok herhalde. İzlendiği ölçüde içindeki cinsiyetçiliği gördüğümüz gün, bunu yapmayı bıraktığımız gün olsun diyoruz. Oyuncular, yönetmenler ve senaristler, TV programcıları, kanal müdürleri… Medyanın bütün özneleri birlikte cinsiyetçi içeriklere karşı durmalılar ama belki de önce kendilerinden başlamaları gerekiyor.
- Medyanın ürettiği, cinsiyetçi söylemin hayatımızın tamamına sirayet etmiş görünüyor. Bu söylemi değiştirmek için neler yapılmalı sizce?
Aktif mücadele yürütmeliyiz. Medyanın öznelerinin yanında olduğumuzu onlara hissettirmeliyiz. Hep birlikte mücadele edilecek daha kapsamlı bir platform oluşturabilmeli. Bunu yapana kadar biz elimizden geldiğince cinsiyetçi medya ifadelerini ifşa edeceğiz. Ama bunun için küçük bir ekip olduğumuzu hatırlatıyoruz. Lütfen gördüğünüz herhangi bir cinsiyetçi haber ya da programla ilgili görüşlerinizi bize mail atın. Okurlarımızla birlikte büyüyerek medya patronlarının karşısında medya çalışanlarının yanında yer almalı, onları cinsiyetçi içeriklere karşı durabilmeleri konusunda yüreklendirmeliyiz.
Zaten günün sonunda anahtar medya çalışanlarında, basın çalışanlarında. Onların patronlarına karşı verdikleri toplu mücadelede. Medya çalışanları eğer cinsiyetçi bir haberi yayınlamamayı tercih ederse ortada bu cinsiyetçi haberle muhatap olacak okur da olmayacaktır. Medya çalışanlarının kendi kolektif güçlerine güvenmeleri çok önemli. Editörlerine, patronlarına karşı “Bu haberde kullanılan görsel, bu haberin başlığı cinsiyetçidir. Biz bunun parçası olmayacağız, yayınlamıyoruz.” dedikleri anda bu işin yarıdan fazlasını aşmış oluyoruz zaten.
Basın çalışanlarının bu tür kolektif mücadelelerine en yakın şeyi Gezi’de yaşadık aslında. Penguen medyası Gezi’deki hareketi görmediğinde bu medyanın çalışanları hem kendileri hem de aile üyelerinin maruz kaldığı devlet şiddetinin görmezden gelinmesine çok öfkelendiler. Örneğin NTV binasının önüne sadece bir öğle yemeği vakti iki bin beyaz yakalı protestocu birikti. NTV daha sonra bu protestocuları haber yapmak zorunda kaldı. Dışarıdaki protestocuların kararlılığı içerideki medya çalışanlarına güç verdi. Eğer çalışanları içeriden bir baskı oluşturmuş olmasalardı asla haber yapmayacaktı. Öyle ki NTV’nin sahibi Doğuş Yayın Grubu’nun CEO’su Cem Aydın üç yüz çalışanını toplayıp onlardan yayın politikalarından dolayı özür dilemek zorunda kaldı. Belli ki çalışanlarının grevin eşiğine geldiğini hissettiler. Yoksa hayatta hiçbir medya patronu böyle bir özre yanaşmaz. Politikacılardan özür dilerler, şirketlerden özür dilerler ama çalışanlarından dilemezler. Biz şahsen Türkiye’nin yakın tarihinde buna benzer başka bir olay bilmiyoruz. Cinsiyetçilikle mücadele konusunda da medya çalışanlarının işte bu kolektif potansiyeline güvenmek ve umut dolu olmak için her nedenimiz var.
Can Öktemer

16 Aralık 2014 Salı

Behçet Çelik: 'Geleceğin değil şimdinin bile belirsiz olduğu bir zamanda yaşıyoruz'

Behçet Çelik, son dönem Türkiye edebiyatının en önemli yazarlarından biri, kendisini İki Deli Derviş, Yazyalnızı, Herkes Kadar, Düğün Birahanesi, Gün Ortasında Arzu, Dünyanın Uğultusu, Diken Ucu, Sınıfın Yenisi, Soluk Bir An ve Ateşe Atılmış Bir Çiçek kitaplarıyla tanıyoruz. Behçet Çelik,  kitaplarında ağırlıklı olarak kentli, orta sınıfa mensup bireylerin ikilemlerini, ekonomik krizin yaratmış olduğu tahribatları, yalnızlıklarını, aşklarını, hayata karşı tutunma çabalarını, sakin ve etkileyici bir dille anlatıyor.

Behçet Çelik'le ekonomik krizi, orta sınıfın bu kriz karşındaki yaşadığı bunalımları, yalnızlığı, artık aşk hayatımızın şeklini bile belirlemeye başlayan çarpık çalışma hayatını ve son yıllarda sıklıkla işittiğimiz "nostalji" kavramını konuştuk. 


-2009 yılında yayımladığınız, Dünyanın Uğultusu isimli romanınız işsizliği anlatıyor. Halen etkilerini hissettiğimiz ekonomik krizin varlığı sebebiyle de roman bir anlamda güncelliğini korumakta.  İşsizliği temel alan bir kitap yazma isteği ilk ne zaman ortaya çıktı? 
İşsizliği temel alan bir kitap yazma isteğiyle başlamadım Dünyanın Uğultusu’nu yazmaya. İlk kez roman yazmaya kalkıştığım için çok planlı programlı çalıştığımı da söyleyemem. Belki başlarken aklımda sadece romanın üç karakteri ve olayların ne zaman geçeceği vardı. 2001 krizinin hemen sonrasında geçecekti, ama bu dönemi seçerken derdim krizin sonuçlarını anlatmaktan ziyade nedenleriydi. Romanı 2007-2008 yıllarında yazdığımı da ekleyeyim. 90’lar boyunca memlekette düşük yoğunluklu bir savaş yaşanmıştı. Savaşın bölgesel kaldığı düşüncesi yaygındı, oysa savaş hepimizi etkilemişti. Olmaması da mümkün değildir zaten. Savaş elbette öncelikle ölen gerillalarla askerlerin evlerine ateş düşürmüştü, ama bu arada 12 Eylül sonrasında yeni yeni başlayan demokratikleşme çabalarını ortadan kaldırmış, milletvekillerinin hapse atıldığı karanlık bir döneme girmiştik. Bütün bunların yanında savaş güçlü olanın haklı olacağı düşüncesinin daha bir yerleşmesine neden oldu. 2001 krizinin nedenlerinden biri de bu zihniyettir bana sorarsanız. Hukuk her alanda göstermelik hale gelip güçlü olmak en çok önemsenen şey olunca ekonomik hayatın da “savaş kurallarıyla” yürütülmesi ve zaten dönemsel olarak krizler yaşayan kapitalizmin böyle bir konjonktürde yeni bir krize girmesi de kaçınılmazdı. O dönemde çevremde işsiz kalan insanlar hiç az değildi. 90’larda kariyerlerinde hızla yükselmiş, bu ivmeyle iş hayatlarının devam edeceğini düşünenlerin bir kısmı kendilerini bir anda işsiz buldular. Amacım işsizlik ya da kriz de değildi esas olarak, böyle bir karakteri didikleyen bir roman yazmak istedim. 10-15 yıllık parlak sayılacak kariyeri bir anda altüst olmuş, elinde üç beş kuruş parası olan, ama ona bu imkânları veren dünyanın sarsılmasıyla boşluğa düşmüş, başkalarının hayatları boyunca hissettiği sarsıntıları ilk kez duymaya başlayan birini. 

-Dünyanın Uğultusu'nda işsiz kalan Ahmet için bir röportajınızda onu tipik beyaz yakalı olarak tasarlamadım demiştiniz.  Ahmet karakteri neden beyaz yakalı tipolojisinin dışında kalıyor sizce?
O röportajda da belirttiğim gibi, pek çok yanıyla tipolojiye de uygun ama ayrıksı yanları da var. Yaşı kırka geldiği halde benzerlerinin çoğu gibi evlenmemiş olması, işsizliğin ona aylaklığı hatırlatmasıyla kafasının karışması, çalışma hayatının rutinlerinden çıkınca duyduğu ferahlık, belli belirsiz o zamana kadarki hayatını sorgulaması… Ama dediğim gibi tipik özellikleri de var. Gelecek kaygısı, alıştığı refahı yitirme korkusu, köklü değişimler için adım atamaması. Belki işsiz kalmasa da yaşı gereği yaşayacağı sorgulamaları benzerlerinden daha sert yaşamak zorunda kalıyor. Hem tipik hem de ayrıksı olmasını özellikle istedim. Sonuçta tipik dediğimizde bir grup insanın ortak özelliklerini bir araya getiririz, ama bir yandan hepsinin öbürleriyle ortak olmayan yanları da vardır. Bu ikisi bir aradadır. Orta sınıf işsizliği ya da prekaryalaşma üzerine bir deneme ya da makale yazarken ortak özellikler, tipik yanlar öne çıkartılır, ama edebiyatta karakteri kendi bütünlüğü içerisinde çelişkileriyle, çatışmalarıyla oluşturmak gerekir. Amacım orta sınıf işsizliği konusunda bir şeyler söylemek değildi –bu başka bir uğraş, bilgim de, görgüm de buna yetmez– benim derdim böyle bir insanın hikâyesini yazarak takip etmekti. Sadece tipik özellikleriyle bir karakter oluşturulduğunda ona ilişkin baştan vehmedilen özellikler metni bu tipin anlatımıyla sınırlandırma riski yaratır; oysa onun ayrıksı yanları olduğunda metin belirli bir tipin somutlaşmasının ötesine geçip daha geniş bir alana açılır. Roman yazmanın benim için heyecanlı yanı, baştan bilmediğim, çok da kestirmediğim alanlara açılması. Yazmak bildiklerimi aktarmak için seçtiğim bir yol değil, daha belirsiz bir alandayken yazmak bir şeyleri keşfetmek imkânı da sunuyor gibi gelir bana.

-Hakan Bıçakcı'nın geçtiğimiz yıl yayımlanan ve işsizliği değil de, plaza hayatının acımasızlığını resmeden Doğa Tarihi kitabında sistemin çarkını döndürmek için acımasızlığı benimseyen, insancıl değerleri zayıf olan karakterler ile tanışmıştık. Ahmet ise, bu tanıma pek uymuyor; vicdanı ve insancıl değerleri olan ve aynı zamanda ilk gençliğini 80'lerde geçirmiş biri. Bu anlamda sizce 80 kuşağı ve 90 kuşağı arasında hayata bakış açısından belirgin farklar var mı?
Zamanın ruhu diye bir şey var, ama bu ruhun on yıllık kısa sayılacak dönemlerde büyük değişimler yaşayacağını sanmıyorum. 80 kuşağından da pek çok insan da sistemin çarkını döndürmek için acımasızlığı benimsedi, 90 kuşağının bu gibi pek çok şeyi onlardan öğrendiğini de söyleyebiliriz. Hakan Bıçakcı’nın roman kahramanı Doğa’yı sadece kuşağıyla ilişkilendirerek değerlendirmek indirgemecilik olur, Ahmet’i de. Evet, o kuşaktan karakterler, ama daha ötesi de var. Doğa, mesela oldukça genç yaşta bir seçim yapar romanda. Elbette bu yaşadığı dönemin baskın ruh halinin ve toplumsal hayatın bir gösteri topluma dönüşmüş olmasının etkisiyle yaptığı bir seçimdir, ama sadece bundan ibaret değildir. Öte yandan Ahmet’in çalışma hayatında nasıl biri olduğunu da bilmiyoruz. Belki çok daha acımasızdır Doğa’dan. Bununla birlikte, çalışma hayatının, çalışma düzeninin, sürekli kışkırtılan rekabet duygusunun çalışanların iç dünyalarda ne gibi bölünmelere yol açtığı ortada. Bu da on yıllık dönemlerde değişebilen bir şey olmasa gerek, daha genel bir mesele olarak görünüyor bana. Belki 70 kuşağıyla 80 kuşağı arasındaki fark daha derindir, 1980 çok daha büyük bir kırılmaydı; 80’den 90’a geçişte takip edilmesi mümkün iyi-kötü bir süreklilikten söz edilebilir. 

-Yine Dünyanın Uğultusu'nda Ahmet farklı sınıfsal pozisyondan gelen Aynur ve Ayla arasında kalıyor. Kendi dünyasına yakın olmasına rağmen Aynur'la sınıfsal farklılıkları sebebiyle yakınlaşmaktan çekiniyor bir anlamda ve kendi sınıfsal pozisyona yakın olan Ayla'ya yakınlaşıyor. Bu anlamda siz, Ahmet'in aşka bakış açısını nasıl yorumlarsınız? 
Ahmet’in aşka “bakamayış” açısı var belki de. Ondan önce de kendisine bakamayış açısı. Ne istediğini, nasıl bir hayat arzuladığını bildiğinden emin değilim. Bu durumdaki birinin bir başkasına bağlanması da kolay değil. Kendisiyle ilgili olarak sabiteleri olmadığı için iki kadın arasında da bocalıyor. Şu da söylenebilir: Richard Sennett, Karakter Aşınması’nda yeni kapitalizmin çalışma koşullarındaki esnekliğin, güvencesizliğin, akışkanlığın insanları çalıştıkları kurumlara bağlanmaktan uzaklaştırdığını savunur. Bu uzaklaşma sadece iş hayatıyla ilgili de değildir, iş hayatında edinilen deneyimler insanın kişisel hayatını da etkiler. Dolayısıyla Ahmet’in halinde, aşka bakamayışında böyle bir durum da söz konusu olabilir. 


-Romanda dikkat çeken bir başka detay ise; Ahmet'in işsiz kaldıktan sonra şehirle yeniden tanışması ve işsizliğin ona sağladığı boş zaman olanağı. Fakat roman ilerledikçe Ahmet'in boş zamanından sıkıldığını ve nasıl değerlendireceği konusunda ikileme düşüyor. Siz modern insanın boş vaktini bile değerlendiremeyecek hale gelmesini nasıl değerlendirirsiniz? 
Gündelik hayat boş zamanı olmayan insanlara göre şekillendiriliyor. Daha doğrusu belirli ve sabit boş zamanlara göre. Bütün zamanı boş olduğunda daha önce sadece hafta sonunu boş zaman olarak görmüş, yaşamış biri haliyle bocalar. Şunu da unutmamak lazım. Boş zaman faaliyetleri kişinin tek başına yapıp edeceği şeyler değildir, yanında yöresinde birileri olması gerekir. Ahmet işsiz kaldığında yalnızlaşıyor, eski arkadaşlarının işlerine güçlerine gittiği saatlerde o şehirde bir başına. Kendisi gibi işsiz olanlarla yakınlaşması da bundandır biraz. Geçenlerde Selçuk Orhan’ın Aranmayan Özellikler’ini okudum. Oradaki roman kahramanı da bir beyaz yakalıdır. Ona dair romanda söylenen bir söz de bu konuda önemli. Roman kişisi, “herkes bir işin peşinde koşarken kendisini pinekliyor gibi hisseder.” “Çalışan insanların karşısında bir huzursuzluk, hayattan geri kalma telaşı” duyar. Bu da çalışan insanların derinden içselleştirdikleri bir şey sanırım. Hayatın sürekli çalışma ve kazanma uğraşı olduğuna inanmışsanız ve daha önemlisi kendinizi anlamlı hissettiğiniz tek alan iş hayatınız olmuşsa, hayat hikâyenizin temelinde bu varsa, boş vakitleriniz artınca mutlu değil, mutsuz, huzursuz olursunuz. 

- 2000'li yıllarda art arda yaşanan finans krizleri malum en çok orta sınıfı etkiledi ve devasa boyutta bir üniversiteli beyaz yakalı işsizliği doğurdu. Bu bağlamda Dünyanın Uğultusu'nda Aynur karakteri de bu tanıma uyan biri. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu karamsar tablodan halen umut yeşerme ihtimali var mı?
Üniversiteli beyaz yakalı işsizliğindeki artış sanırım önümüzdeki dönemde, ebeveynlerimizin ve bizim zamanımızda tanımlanan biçimiyle çalışma hayatının dışında bir başka çalışma hayatının da olağan kabul edilmesine yol açacak. Her gün işe gidilmeyen, belki işe de gitmeyip evde çalışılan, daha esnek ama bir o kadar da güvencesiz bir çalışma hayatı sözünü ettiğim. Bu durum insanları daha huzursuz ve depresif kılacak, ama bu kapitalizmin istediği, yeğlediği bir şey, istihdam giderleri azalıyor, yeni iletişim imkânları çalışanların üzerinde yeni usul tahakküm ve kontrol mekanizmalarına izin veriyor. Çalışma hayatındaki güvencesizleşme (ki bunu “esnek çalışma” adıyla sunarak tercih edilebilir hale getirme çabasındalar) işverenlere geniş bir hareket serbestisi tanıyor. İyimser bir tablo değil elbette. Ama tam bu noktada aklıma gelen başka bir şey, tablodaki karanlığı bir parça seyreltiyor. Gezi Parkı geçen Haziran’ın ilk on beş gün boyunca günün her saatinde –mesai saatlerinde de– tıklım tıklımdı. Elbette çalıştığı işyerlerinden senelik izinlerini alıp oraya gelenler de vardı, ama düzenli bir işi olanlardan mesai saatlerinde orada olanlar çok azdı sanırım. Hepsi öğrenci değildi parktakilerin. Üniversiteli işsizlerin ve esnek çalışma düzeninde çalışanların Gezi’ye katılımının az olmadığını sanıyorum. 

- Romanda Ahmet'le birlikte işten çıkartılan arkadaşları yarı ücretle çalışmak için kendilerini işten çıkartan müdürleriyle konuşmaya çalışıyorlar. Sizce bu karakterler, yaşamak durumunda oldukları acımasız iş koşullarını sorgulamak yerine neden daha kötü şartlarda çalışmayı sürdürmek istiyorlar?
Sebebi Âşık Dertli’nin dizesindeki gibi sanırım: “Viran olası hanede evlad ü ayal var.” Sadece bu değildir elbette. Şirketlerin gücü karşısında işçiler kendi güçlerinin çok zayıf olduğuna inanıyorlar, birlikte hareket edilmediğinde öyle zaten ve birlikte mücadele etmek konusunda yetkin bir bilinçten söz etmek, hele ki konu orta sınıf çalışanlarsa, pek mümkün değil.

-Kitaplarınızda genellikle sessiz, iç sesiyle konuşan, düşünen ve orta yaşa yaklaşmış karakterlerle karşılaşıyoruz. Günümüzde ise özellikle 90 kuşağına mensup olanlar da ise itiraf kültürünün hâkim olduğunu ve düşüncelerini direk olarak dışarıya yansıttıklarını görüyoruz. Bu bağlamda, sizce 80 kuşağının biraz daha içe dönük olmasının sebebi nedir?
Konunun kuşaklarla bağını çok bilemiyorum, ama şunu söyleyebilirim, itiraf kültürü ve doğrudan dışa yansıtma aynı zamanda içteki başka bir şeyleri bilmiyor olmaktan –içteki boşluktan– ya da içerideki başka şeyleri saklamaktan kaynaklanıyor da olabilir. Öykü ve romanlarımdaki kahramanların farkı belki şu olabilir. Onların da düşüncelerini dışa yansıttıkları zamanlar olmuş, ama yaşları ilerledikçe yansıttıklarının doğruluğundan kuşkulanmaya başladıkları için dışa bir şey yansıtmadan önce içerisini daha net görmeyi, deşmeyi, kurcalamayı yeğlemişler. Dönüp dolaşıp aynı duvara çarpmak insanda böyle bir arayışa yol açabilir bazen. Şu da eklenebilir. Dışa dönük olabilmeniz için bir dış olması lazım, yanınızda başkaları olacak ki onlara düşüncelerinizi aktarasınız. 1980 askeri darbesi sonrasında özellikle gençlerin bir araya gelmesi kolay değildi – cezaevlerinde zorla bir araya getirilenler hariç. Dolayısıyla içe dönüklük bütünüyle istemli bir tutum değil, zorunluluktu da. 

-Son yıllarda nostalji hayatımızın bir parçası haline geldi. Yaşı kaç olursa olsun, herkes geçmişin daha huzurlu ve daha iyi olduğuna dair bir inancı var.  Geçmişe özlem, geçmişe dair bir iç hesaplaşma, sizin kitaplarınızda da sıklıkla karşılaştığımız bir tema. Sizce gelecek artık neden bir umut vaat etmiyor ve insanlar mutluluğu neden geçmişlerinde arar hale geldiler?
Geleceğin değil şimdinin bile hayli belirsiz olduğu bir zaman diliminde yaşıyoruz. Bildiğimiz, alıştığımız dünyanın tersine, giderek dünyanın amorf bir hal aldığı, sözün içinin boşaldığı, bağların gevşediği, rekabetin arttığı, gücün belirli noktalarda toplandığı, bunun sonucunda insanların kendilerini hayli güçsüz hissettikleri, ancak günü kurtarmaya mecalimizin olduğu, ötesini, berisini kurcalamanın laf-ı gûzaf olarak algılandığı bir dünyada, bir zamanlar var olduğu düşünülen ya da kurgulanan bir geçmiş bir parça ferahlık veriyor olabilir. İşin iyi yanı, özlemiyor da olabilirdik, özlem duygusu şimdiye belli belirsiz bir eleştiri ve farklı bir gelecek özlemidir aynı zamanda. Bir şeyler bir parça değiştiğinde bu eleştiri ve farklı gelecek özlemi kendisine akacak bir mecra bulabilir – en azından ihtimal olarak.

- Yine son yıllarda sıklıkla dile getirilen kavramlardan biri de; yalnızlık.  Bu durum sizin kitaplarınızda sıklıkla karşılaştığımız bir durum. Siz bu durum için ne demek istersiniz? Siz, kendileriyle daha çok vakit geçirmek isteyenlerin, bilinçli bir yalnızlık seçimi yapanların, yalnızlıklarının daha değerli olduğunu düşünür müsünüz?
Kitaplarımdaki karakterlerin yalnızlıkları bazen maruz kaldıkları bir şey bazen de seçimleri. Yalnızlık bir imkândır, kaynağı ne olursa olsun, insanın içine dönmesini, gündelik hay huydan uzaklaşmasını sağlayabilir. Yalnızken ne yaptığımız, onunla nasıl baş ettiğimiz önemli sanırım. Başkalarıyla birlikte bir iş görmenin hazzını tatmamışsak yalnızlığımızı olması gereken bir şey zannedebilir, yalnızlığımızı idealize edip ona olmayan anlamlar yükleyebiliriz. Sistem insanlara bireyci olmalarını, diğerkâm olmamalarını, birbirlerine bağlanmamalarını empoze ediyorsa, yalnızlığımıza değerli anlamlar verebiliriz, ama bu durum aynı zamanda başkalarıyla etkileşim içerisinde değişip dönüşmemizin önünde büyük bir engel de olabilir. Böyle bir yalnızlık kendimizi başkaları vasıtasıyla sınama imkânımızı da ortadan kaldırır, kendimizi daha çok seviyor hale geliriz, ne var ki bu sağlıklı bir halden çok giderek bir ego şişmesine neden olabilir. Öte yandan, kendi kusurlarımız ya da egomuzun büyüklüğü başkalarının bizden uzaklaşmasına neden olmuşsa, sonradan “Bu yalnızlığı ben seçtim, değerli bir yalnızlık bu,” diyerek kendimizi ve çevremizi kandırmaya kalkışabiliriz – bireysel anlamda değilse de, yakın zamanda başka bağlamlarda böyle bir tutuma yakından tanık olduk. 

- Son dönem Türkiye'de çıkan öykü kitapları için ne düşünüyorsunuz? Sizce yayınevleri öyküye yeteri kadar ilgi gösteriyorlar mı? 
Öykü kitaplarının yayımında sevindirici bir artış var. Büyük yayınevlerinin yanı sıra küçük yayınevleri de öyküye yöneliyorlar ki bu onlar için riskli bir şey. Öykü kitapları roman kadar çok satmaz, buna rağmen sebatla yeni ve genç öykücülerin kitaplarını basıyorlar. Yazılan öykülerin niteliği bunu sağlıyor olmalı, ama aynı zamanda öykü kitaplarının yayın şansı bulabilmesi de öyküye olan ilgiyi artırıyor, bu da nitelik artışını. Bütün bunların yanında dünyanın farklı ülkelerinden bir hayli roman çevrilirken bunun bir benzerini çeviri öykü kitaplarında göremiyoruz. 

-Son olarak son dönemde en çok beğendiğiniz yazarlar kimler? Üzerinde çalıştığınız yeni kitap var mı?
Son dönemde en çok beğendiğim yazarların başında Ayhan Geçgin geliyor. Geçgin’in yeni romanının yanı sıra Hüseyin Kıyar’ın yeni öykülerini de merakla bekliyorum. Monika Maron’un, Tim Parks’ın, Makanin’in, Vasili Grossman’ın yeni ya da daha önce Türkçeye çevrilmemiş kitapları çevrilse ne güzel olur. Yeni bir öykü kitabı üzerinde çalışıyorum. Yayınevine teslim etmeme az kaldı. 

Can Öktemer

13 Aralık 2014 Cumartesi

Karanfil Sokaktan Dünyaya Bakmak

"Bir şehri sevmek, aşka sebep aramaktır."
Ahmet Hamdi Tanpınar

Ankaralı olmayan için anlaşılması zor bir duygu; Ankara'yı sevmek. Kent estetiği olmayan, yollarının denize çıkmadığı, dünyanın en absürt belediyecilik anlayışının hüküm sürdüğü, yürüyen merdivenleri hep bozuk olduğu, gece yarısından sonra ulaşımın bittiği, bir yer burası. Yani bir metropolden beklenilen hiçbir şey yok burada. Bu bağlamda, özellikle İstanbulluların biraz kibirli bir şekilde dile getirmiş oldukları "memur kenti, sıkıcı şehir" tanımlarının bir kısmında haklılık payı oluyor kuşkusuz. Etrafı olanca griliğiyle sarmış sevimsiz binalar, bürokrasi sıkıcılığının hayatın her yerine sirayet etmesi, gidilecek, gezilecek yerlerin az olması vs. bir dolu sebep sıralanabilir, Ankara'nın olumsuz yanlarına dair. Fakat Ankara, kendisine etiketlenen bütün kötü sıfatlarına rağmen, sevenin çok sevdiği, sahiplendiği bir yer de aynı zamanda. Mütevazı, telaşsız, bağırıp çağırmadan, usul usul ilerleyen zaman dilimi içinde, hayatın ince detaylarını yakalamak isteyenlerin, öğrenci olanların, öğrenciliğini uzatanların, sakinliği sevenlerin, kendisiyle daha çok vakit geçirmek isteyenlerin, ikamet ettiği bir yer burası. Belki de bu sebeptendir; Ankara'yı seven sıkı Ankaracıların, bu sevgilerini düz bir kent övücülüğü yerine, Ankara'nın bu özelliğini ön plana çıkartmaları. Bununla beraber, Ankara'yı özel kılan durumlardan biri de, herkesin birbirini bir şekilde tanıyor olduğudur. Gittiğiniz mekanlarda, otobüs durağında, her an tanıdığınız bir arkadaşınızla, ya da ihtimallerin en tedirgin edicisi olan; eski sevgilinize bile rastlama olasılığınız yüksektir. Bu durumun en güzeli yanı ise, bu karşılaşmaların genellikle hesapsız, tesadüfi olmasıdır. Edilen muhabbette, bu tesadüflere yakışırı şekilde samimidir. Ankara karşılaşmaları diye kitap bile yazılabilir bu konuda. Tanıl Bora'nın nefis tanımlamasıyla: "Ankara, büyük bir başrol olmayabilir, ama iyi bir karakter oyuncusudur."
"Ankara'da insan, sadece Ankara'nın haline üzülüyor."
Arkadaşlarım, bana sıklıkla Ankara'dan hiç çıkmadığım için eleştirilerde bulunurlar: "Bırak artık şu Ankara'yı" falan diyerek. Seyahat etmeyi de pek sevdiğim söylenemez, Ankara dışına da öyle pek fazla çıkmıyorum, yurt dışı deseniz, Türkiye sınırına hiç çıkmadım, tamı tamamına 29 yıldır buradayım. Mart ayında 30. şeref yılımı devireceğim burada. Hatırlarım, anılarım, hayatımdaki ilkler hep burada oldu, gerçekleşti. Ankara'yla aramdaki bağ bu sebepten çok güçlüdür. Bugün yerinde yerler esen, boş bir yer olarak duran Megapol Sineması'nda ilk filmimi, annemle saatlerce kuyrukta bekleyerek Terminatör 2'yi izledim mesela. Pazar günleri, yine bugün çirkin bir AVM'ye dönüşmek üzere Atakule'nin en alt katındaki Dreamland oyun salonunda saatlerce atari oynadım. Kulaktan, kulağa bir efsane gibi yayılan Hard Rock Cafe'ye gitmek için yanıp, tutuşup, yaşım tutmadığı için gidemedim ama Hard Rock Cafe'ye gitme ihtimali bile güzel geliyordu o yıllarda. Bugün Hard Rock Cafe de maalesef yok, artık oraya yaşım tuttuğu halde bile gidebilme ihtimalim de yok. 

Ankara, artık çocukluğumdaki Ankara değil maalesef, çok değişti, değiştirildi. AVM'ler alternatif buluşma alanları olarak, hayatımızın tam içine sokulmaya başlandı. Ankara'nın en eski sinema salonlarından ve film izleme keyfinin en çok tadına varılan Kavaklıdere, AVM hükümranlığına dayanamayıp kapanmak zorunda kaldı acı bir şekilde. Ankara'yı sevme şartları her geçen yıl giderek zorlaşmaya başladı, içimiz, dışımız beton oldu, alt geçit oldu  ama Ankara'ya karşı beslediğim duyguları yine de  koruyabildim.
"İnsan, yaşadığı yere benzer"
Edip Cansever'in Mendilimde Kan Sesleri şiirinde dediği gibi, "İnsan yaşadığı yere benzer, o yerin suyuna, o yerin toprağına benzer." Ben de, burada geçen 29 yılın ardından Edip Cansever'in dizesi gibi Ankara'ya benzemeye başladım sanırım. Bütün Ankaralıların buluşma noktası Dost Kitapevi'nde arkadaşlarımı beklemek, aynı kitapçıdan alışveriş yapmak, saatlerce raflarında dolaşmak, Ankara'da haftasonları Süleyman Bağcıoğlu'nun enfes gitarından Pink Floyd parçaları dinlemek, Joe Strummer'ın Ankara doğumlu olduğunu hatırlamak, Gençlerbirliği maçlarına gitmek, Karanfil Sokak'ta halay çeken, horon vuran, insan hakları için, kadın hakları için, Roboski için slogan atanları, kampanya kuranları izlemek, Karanfil Sokak'tan dünyaya bakmak, Sakarya'da enfes bir şekilde batan, akşam güneşi eşliğinde Büyük Ekspres'te bira içmek, sonra sıkı dostlukların kurulduğu bol nemli, dağınık öğrenci evlerinde şahane sohbetler etmek, müzikler dinlemek, okul çıkışı, iş çıkışı koşar adım eve koşmak, dostları eve çağırmak, dertleşmek... Tıpkı Barış Bıçakçı'nın dediği gibi, ”Hemen eve dönme isteği uyandıran şeyin güzelliğini” yaşamak... Kısacası, küçük, iddiasız ama samimi olana sahip olmanın huzuru yetecek bana...

Sonra yeri gelecek çok kızacağım, Ankara'yı kendine oyuncak edenlere, saçma sapan bir yer haline getirenlere, mesela Ankara girişine konulan çirkin kapılardan nefret edeceğim, garip belediyecilik anlayışını, berbat isimli köprüleri, alt geçitlerinden hoşlanmayacağım, uzun yıllar Ankara'da yaşayıp fırsatını bulup başka şehirlere gidip uzaklardan Ankara'yı kötüleyenlere kızacağım, sonra Barış Bıçakçı okuyup, onun tasvir ettiği Ankarası'nda kaybolup gitmek, mutlu edecek beni... İnatla, her yıl bu eski alışkanlıklar tekrar edilecek, aynı duygularla, Barış Bıçakçı'nın harika bir şekilde belirttiği gibi: “Sonra yine bahar gelecek, yaz gelecek. Tekrar eden şeyler bizi tekrar tekrar sevindirecek.” Bu tekrarlardan güzel, kötü hatıralar biriktireceğim, her geçen yıl; beni ben yapan, benim bir parçam olacak hatıralar, aklımın, ruhumun bir kenarında kalacaklar. Zaman geçecek, onları hatırlayacağım...
Başka bir yer de, başka bir coğrafya da hiç bulunmadım; şayet bulunsaydım bile ilk vasıtayla Ankara'ya dönerdim zaten... Ankara'yı romantize edemem, kimseye de yaşadığım yerin tarihsel, estetik güzelliklerini anlatamam, anlatılacak pek de güzel yanı da yok açıkçası. Fakat hayatı burada öğrendim, öğreniyorum, yaşadığım güzel hatıraları, anlatabilirim, tıpkı Levent Cantek'in dediği gibi: "Büyük laflar edemem, Ankara’yı sevdirmek gibi bir derdim yok anlayacağın. Yaşayıp gidiyorum. Bi bildiğim fidayda."
Hayat devam ediyor tüm hızıyla, nerede yaşarsanız, yaşayın anılar kalıyor her daim... Hem anılarınızı biriktirdiğiniz yer ne kadar kötü olabilir ki?

Can Öktemer