Hiç
kuşku yok ki Barış Bıçakçı son 20 yılda Türkiye edebiyatının başına gelmiş en
güzel şey... Az kelimeyle dünya kadar şey anlatabilmesi ve edebiyat ile
özellikle şiirle kurduğu müthiş uyumu, bütün kitaplarının satırlarına
sindirebilmesiyle Türkiye edebiyatının daha şimdiden en önemli yazarlarından
biri oldu. Bizim Büyük Çaresizliğimiz'in sinemaya uyarlanmasının ardından
(buradan bir kez daha Seyfi Teoman'ı özlemle analım) Bıçakçı'nın kitaplarına
yönelik yönelik müthiş bir ilgi söz konusu. Sosyal medyada kendisinin adına
açılmış ve onun kitaplarındaki cümlelere yer veren Twitter hesaplarına yönelik
ilgiye baktığımız zaman bile onun giderek artan popülaritesini görebiliriz.
Münvezi
yaşamı, medyaya hiçbir röportaj vermemesi ile de ünlü Bıçakçı. Bu tercihinin
imajlar çağında gayet garip hatta şaşkınlık verici olduğunu söylemek gerek.
Günde yüzlerce tweet atan yazarlar karşısında kendisinin derin sessizlikte
olması tıpkı kitaplarının birinde söylediği "İnsanın kendi dünyasını ve dilini susarak koruması ne tatlı
paradoks!" gibi bir durum yaratmıyor değil. Edebiyat dünyamızın bazı
yazarlarının sürekli röportaj verme ve görünür olma telaşında olduğu bir
ortamda Barış Bıçakçı itina ile kendi dünyasını muhafaza etmekte. Medyada
yayınlanmış herhangi bir fotoğrafının da olmaması, onun dünyasına olan
ilgiyi giderek arttırmakta. Bu durumun zaman zaman onu zorda bıraktığını da
düşünüyorum. Uludağ Sözlük’te yer alan bir yorum onun okurlarıyla kurduğu
sınırlı ilişkinin herkes tarafından pek de hoş karşılanmadığına dair iyi bir
örnek olsa gerek: "Kitabını
imzalamayan yazar. Kendini saklar bir havası var. Belli ki sivrilmeyi sevmiyor
ama okuru geri çevirmek de pek hoş değil doğrusu."
Kanımca medyada
görünmeme gibi tercihlerinin dışında onu özel kılan bir durum da kitaplarında
tasvir ettiği erkeklik halleri. Hemen hemen bütün kitaplarında başrolü verdiği
erkek kahramanlar Türkiye'de eşine pek de sık rastlamadığımız türden. Malum,
memleketi bir virüs gibi sarmış hegemonik erkeklik hayatımızın üzerine bir
kabus gibi çökmekte. Neredeyse her gün gazetelerin sayfalarında yer alan kadın
cinayetleri, dayak, taciz haberleri Türkiye'deki erkeklik hallerinin ne kadar
vahim bir durumda olduğunun en somut kanıtı. Barış Bıçakçı'nın erkek
karakterleri ise naif, kırılgan, feminen olarak tanımlanabilir. Bu sebeple
hegemonik erkeklikliğin dışında yer almaktalar ve toplum tarafından onay görmeme
tehlikesiyle karşı karşıyalar. Onların evlerinden pek dışarı çıkmamaları, insan
ilişkileri bakımından biraz zayıf olmaları bu korkunun yaratmış olduğu bir
durum olarak yorumlanabilir. Bununla beraber bütün erkeklik gösterilerinden çok
uzaktalar. Araba kullanmıyorlar mesela. Futbolu seviyorlar fakat maç izlerken
futbolculara küfür etmiyor, eşleri maçın en heyecanlı anında televizyonun
önünden geçti diye bağırmıyorlardır büyük ihtimalle. Şiddetten uzaklar, evde
oturuyorlar, onlara eşleri bakıyor. Hatta yemek yapabiliyorlar, ev
temizliğinden bile anlıyorlar. Kanımca Barış Bıçakçı'nın erkek karakterlerinin
bu farklı erkeklik halleri en çok kadınlarla olan ilişkilerinde belirginleşiyor.
Kadınlar
Karşısında Suratları Kızaran Erkekler
Türkiyeli
erkekler için çözülmesi en zor meselelerden biri kadınlarla olan ilişkileri
olsa gerek. Ergenliğe giriş yıllarından itibaren erkekler için bir tür
bilinmezdir karşı cins. Onlara nasıl yaklaşılacağı, onlarla nasıl muhabbet
kurulacağı konusunda hep çuvallamaya müsait bir haldedirler. Fakat öyle bir
memlekette yaşıyoruz ki aşkı da sevgiyi de orantısız güç kullanarak
gösteriyoruz. Daha orta okuldan itibaren karşı cinse sevgimizi göstermek için
onların saçlarını çekiştiriyoruz, tokalarını çöpe atıyoruz. Sevmek konusunda
sıkıntı yaşamıyoruz da onu nasıl göstereceğimiz konusunda kafamız bir karışıyor
galiba. Sevme meselesi karşılıklı bir hal alınca da bu sefer karşı cinse
nasıl yaşayacağını ve nasıl sevileceğini öğretmeye kalkışıyoruz. Çalıştırmıyoruz,
kendimize olan güvensizliğimiz ortaya çıkmasın diye evden dışarı çıkartmıyoruz,
onun eski dostu olan erkek arkadaşlarından nefret edip onlardan sevdiğimizi
delicesine kıskanıyoruz. Bunları yerine getirmeyen kadınların da sırtından
sopayı, karnından bıçağı eksik etmiyoruz. Aynı zamanda bu erkeklik
gösterilerini yerine getirmiyorsak yarım erkek yaftasını yiyoruz. Barış
Bıçakçı'nın erkek karakterleri ise Türkiye'deki erkeklik kodlarına göre
yarım erkekler olarak tanımlanabilir. Onun erkek karakterleri kadınlara salt
bir cinsellik içeren bakış açısıyla yaklaşmıyor, aksine ilk başta onlara aşık
olmaya çalışıyorlar, hatta uzun uzun konuşmak istiyorlar. Onlara aşık olmak
istiyorlar. Bu durum Sinek Isırıklarının Müellifi'ndeki Cemil'de daha
belirginleşmiş bir haldedir: "Ben doğru dürüst konuşamadığım, konuşmaktan
tat almadığım birine aşık olamam." Bıçakçı'nın utangaç erkek karakterleri
kadınlar karşısında yanakları, kulakları hemencecik kızaran erkekler. Veciz
Sözler'deki Sulhi mesela, sadece yanakları kızarmıyor heyecandan gözlükleri
bile buğulanıyor. Yine Sulhi'den devam edecek olursak, Sulhi otobüste tesadüfen
yanına oturduğu Nesteren'e hemen aşık oluyor. Fakat kadınlar karşısında ne
yapacağını tam olarak bilemediğinden onunla yakınlaşabilmek için en güvendiği liman
olan edebiyata sığınıyor. Ona bir sürü süslü edebi cümle kuruyor, bunları
söylerken de kulakları kızarıyor, gözlük camları buğulanıyor ve bolca terliyor.
Yolculuk boyunca aklında, ruhunda edebiyata dair bildiği ne varsa
dökülüyor ağızından Sulhi'nin. "Onun için varsa yoksa konuşmak, ruhunu
döküp saçmak, varsa yoksa sözcükler."
Sulhi'nin bir
başka özelliği de Nesteren'e kadar hiç bir kadınla bir ilişki yaşamamasıdır.
"Sulhi kadınlar karşısında nasıl da savunmasızdır, bilemezsiniz.
Diyeceğim, eline kadın eli değmemiş biriydi Sulhi. Hayata bu yoksunluğun
ıraksak merceğinden baktığında her şey olduğundan daha uzak, daha farklı
görünüyordu."
Bu durum
da Türkiye'de erkeklik kodları açısından sıkıntılı bir durumu işaret ediyor
haliyle. Sulhi, okuldaki arkadaşları tarafından dalga konusu oluyor. "Şuna
bakın! ‘... Hala nasıl bu kadar zayıf olduğu sınıfımızın erkekleri arasında
ciddi tartışmalara yol açmaktadır.’ cümlesindeki "mastürbasyoncu"
imasını fark ettiniz değil mi? Ah şu genç erkekler! Ah şu önlerinden sarkan
şeyi varlıklarının muskası sananlar!"
Sulhi'nin bu
halinin, elbette her an her dakika erkekliğin ispatlanması gereken bir toplumda
garip ve dalga konusu olması kadar doğal bir şey olmasa gerek. Bu sebepten olsa
gerek onun kadınlar karşısındaki pasif tutumu okulda erkek arkadaşları
tarafından alay konusu olabiliyor. Barış Bıçakçı'nın diğer karakterleri Sulhi
kadar çekingen değil tabii ki de.
Bizim Büyük
Çaresizliğimiz'deki Ender ve Çetin mesela, sevgilileri olması için Sulhi kadar
uzun yıllar beklemiyorlar. Belki başarısız ilişkiler yaşıyorlar ama Sulhi’nin
kadınlar karşısında yaşadığı tutukluğu da yaşamıyorlar. Sulhi ile ortak
noktaları ise cinselliğin yine ikinci planda olması. Ama burada Ender ve Çetin
arasında bir ayrım yapmak gerekiyor sanırım. Ender, Çetin'e göre daha duygusal,
ruhunu edebiyatın büyülü kelimelerine teslim etmiş birisi. Bu anlamda Sulhi'yle
bir nevi ruh kardeşliği var. Çetin ise biraz daha düz Türkiyeli, erkeklik
normlarına göre daha tanıdık biridir. Kitaplarla arası iyi değildir. Ender ise
daha suskundur, sürekli bir şeylerden sıkılıyormuş gibidir. Duygularını yoğun
bir şekilde yaşıyor hali vardır ama bunu bir zaafmışçasına çok fazla
konuşmayarak örtmeye çalışır. Çetin ise aşktan ziyade kuru cinselliğin
peşindedir. Bu iki yakın dostun kadınlara bakış açılarının bu kadar farklı
olmasının sonucu olarak birbirlerini eleştirmekten de geri kalmazlar.
Ender, Çetin'in
kadınlar karşısında İngilizce şarkılar söylemeye çalışan bir bukalemuna
dönüştüğünü söyler. Çetin ise Ender'i aslında kadınları değil de sadece
kendisini sevmekle suçlar. Ender ve Çetin'in kitaptaki aşka olan bakış
açılarında kırılma, üniversite öğrencisi Nihal'in evlerine taşınmasıyla olur.
Ender ve Çetin, Nihal'in abisi ile yakın arkadaştır. Bir trafik kazasında Nihal
ve abisi anne, babalarını kaybetmişlerdir. Ender ve Çetin evlerinde zamanla
kalbi kırık, genç yaşta acılara tutunmak zorunda kalan Nihal'e aşık olurlar.
Ona karşı hiçbir zaman açılamazlar ama ima yoluyla duygularını dile getirmeye
çalışırlar. Ender mesela onun için şiir yazar:
"Uzaktakini çağırıyordu en uzaktakini
Mevsimlerin tekrar edemediği bir şeyi
çağırıyordu,
gelmesi mümkün olmayanı.
Ve bir adım öne çıkıyordu mayıs."
Çetin ise
espriler yaparak, komik hikayeler anlatarak Nihal'e yakınlaşmaya çalışır.
İkisinin de zamanla Nihal'e olan aşkları derinlik kazanır ve onu arzulamaya
başlarlar. Fakat Nihal'in pantolonundan taşan çiçekli iç çamaşırını görünce ona
karşı hissettikleri derin duygular yerini masumiyete ve naifliğe bırakıyor.
Nihal'in o hali akıllarından hiçbir zaman gitmiyor. Sinek Isırıklarının
Müellifi'ndeki Cemil ise evine misafirliğe gelen üniversite öğrencisini arzular
fakat onun arzuları bir noktadan sonra aşkla ilişkilenecektir. Ne de olsa Cemil
uzun uzun konuşamadığı, anlaşamadığı kadınlara aşık olmakta zorlanmaktadır. Arkadaşlarına da altını çize çize bu durumu söyler, ben aşık olmak
istiyorum der. Bu karakterlerin aşka ve karşı cinse olan bu bakış açılarının
elbette hegemonik erkeklikte yeri yoktur. Ne de olsa bu topraklarda erkeğin
duygularını açıkça göstermesi pek de hoş karşılanmaz. Erkekten ağır olması
beklenir. Duygularını bu denli yoğun yaşaması beklenmez. Babalar mesela
çocuğuna sevgisini ancak çocuğu uyuduktan sonra başını okşayarak gösterir.
Belki çok sevdiği karısına dolu dolu ve yüksek sesle seni seviyorum da
diyemez. Seni seviyorum demek buralarda bir ayıpmış gibi bu duygular ruhun en
derinliklerine saklanır. Cemil, Sulhi ve Ender pek de öyle değiller; edebiyata,
şiire olan düşkünlükleri onların ruhlarını inceltmiştir biraz. Kadınlara seksüel
olarak bakmayan, onlara hep aşık olmaya çalışan karakterler zaten. Sulhi'nin
Nesteren'le ilk yaklaşmalarının hep edebiyat yordamıyla olmasının, Ender'in
Nihal'e şiir yazmasının, Cemil'in Nazlı'ya yazdığı uzun mektupların da hep
edebiyata bağlanmasını böyle açıklayabiliriz belki de. Ama bu meseleyi sanırım
yine en iyi Cemil özetliyor: "Kadınlardan ne çok şey istiyoruz diye
düşünüyor Cemil. Bizi affetsinler, bize memelerini göstersinler ve ölümsüzlük
versinler.”
Barış
Bıçakçı'nın erkek karakterlerini yerleşik erkeklik kodlarından ayıran bir başka
durum da birbirleriyle kurdukları yakın dostluklar olabilir.
Erkek
Dostlukları
Barış
Bıçakçı'nın hemen hemen bütün kitaplarında rastladığımız durumlardan biridir
erkek dostluğu. Onların dostlukları herhangi bir arkadaşlıktan öte, Ender'in
deyimiyle bir tür aşktır. Birbirlerinin yoldaşı, tamamlayıcılarıdır bir nevi.
Ender’le Çetin’in dostluğunun, kültürel kodlamadaki “erkek arkadaşlığı”
kalıbında yeri yoktur, birbirlerine hasretle mektup yazar, gerektiğinde birbirlerinin
sevgilileri, anneleri veya ablaları olurlar. Zaten Barış Bıçakçı kitaplarından
erkek dostluğuna örnek verecek olursak bu kesinlikle Ender ve Çetin olur
kanımca. Ender'in çok güzel bir şekilde anlattığı bu dostluk lise yıllarında
başlıyor. Yıllar sonra kocaman adam olan ikilinin aynı eve taşınmalarıyla daha
bir anlamlaşıyor. Onların dostlukları bir tür uyum, birbirlerinin sevgililerine
aşık olma hayali kuracak kadar aşk dolu bir dostluk. Çetin mesela, bir adım
daha ileri giderek sevgilisiyle yattığı odaya, Ender'in kendisini yalnız
hissedeceği gerekçesiyle, yatağın yanına bir yatak da Ender için serer. Tabii
ki onların bu durumlarının toplumda bir karşılığı yoktur. Onların bu halleri,
çevreleri tarafından garip karşılanmaktadır. Örneğin Ender, Çetin ile
dostluklarını büyük bir heyecanla anlattığında ve aramızda bir tür aşk var
dediğinde Nihal şaşkın şaşkın bakarak "aşk mı?" diye sorar. Nihal,
Ender'in “aramızda bir tür aşk var” ile ne demek istediğini anlayamaz; zaten
Ender ve Çetin arasındaki dostluğu kendileri dışında kimse anlayamaz. Neredeyse
40 yaşına gelmiş olmalarına rağmen evli olmamaları, beraber yaşamaları birçok
kişi için anlaşılmazdır. Apartmanda veya Çetin'in işyerinde arkalarından ne tür
dedikodular yaptıklarını tahmin etmek güç olmasa gerek. Ender ve Çetin de zaten
bu bakışlardan zaman zaman rahatsız olacaklardır. Gittikleri bir deniz kıyısı
tatilinde birbirlerine güneş yağı sürerken bir sürü şaşkın göz de onları izler.
"Birbirimize güneş kremi sürerken, dışarıdan birine nasıl göründüğümüzü
düşündüm. Kıllı, göbekli iki koca adam. Bizim olduğumuzu hissettiğimizden
farklı, çok farklı görünüyor olmalıydık. Bu acıklı gelmişti bana."
Barış
Bıçakçı'nın kitaplarında erkek dostluklarının tamamlandığı bir başka nokta da
kuşkusuz edebiyattır. Cemil mesela, daha sonra çok yakın arkadaş olacakları
İlhan ve Metin ile üniversitede tanışır. Dostluklarını edebiyat, müzik ve
elbette şiir perçinleştirir. İlk tanıştıkları akşam toplandıkları öğrenci
evinde bağıra çağıra şiirler okunur. Ya da üniversitede bir gösteri sırasında
gözaltına alınan arkadaşları için mahkeme önünde Turgut Uyar'dan
Kırlardan Geliyorlar şiirini yüksek sesle okuyarak protesto ederler.
Veciz
Sözler'deki Sulhi ve Hasan'ın da dostlukları onlardan pek farklı değildir.
Onların dostluklarının arasında da temeli edebiyat olan uyum ve ahenk vardır.
"O günlerden sonra sıkça görüştüler. Tutkulu bir arkadaşlıktı bu şehrin
sokaklarını arşınlıyor, parklarında oturuyor."
Edebiyata, şiire
düşkünlükleri olan bu karakterlerin nedense 80'li yıllarda ilk gençliklerini
yaşayan kuşağa ait olduğunu düşünürüm. 12 Eylül karanlığında 80'li yıllar,
öğrenci evleri, solculuk ve şiir... Barış Bıçakçı'nın nostalji seviciliği olsun
diye değil, hoş birer hatıra niyetine anlattığı dönemin tanıkları ne de olsa bu
karakterler. Bu anlamda da günümüz dünyasına pek ait değillermiş gibi dururlar.
Aynı zamanda evlerinden pek dışarı çıkmayan mesai bitimi evlerine, kitaplarına,
müziklerine ve sevgililerine koşarak giden karakterler. Ama zaman kavramı onlar
için çok önemli bir yerde durur. Zaman onlar için dünyadan uzaklaşmak demek bir
anlamda. Zaman ilerledikçe genç nesil tarafından anlaşılmayacakları için
üzülürler, artık seslerinin dışarıdaki çocuk seslerine karışamayacak olmasından
dolayı kendilerinin büyük çaresizliklerini yaşarlar.
Evde Oturan
Erkekler
Bu topraklarda
pek alışık olduğumuz ve hoş karşıladığımız bir durum değildir evde oturan ve
çalışmayan erkek. Türkiye'de erkeğe verilen ödevlerden biridir çalışması, eve
para getirmesi, eşine ve çocuklarına bakması... Barış Bıçakçı'nın
karakterlerinin böyle dertleri yoktur. Cemil ve Ender mesela, evde otururlar.
Bir mesaileri yoktur. Cemil mühendislikten istifa etmiş ve evde oturup kitap
yazmaya karar vermiştir. Halbuki toplum ondan işinde daha da başarılı olmasını,
iyi bir mühendis olup yüksek maaş almasını beklemektedir. Cemil bu idealleri
elinin tersiyle itmiştir. Hayatın çok hızlı bir şekilde aktığı bir dönemde evde
bir nevi zamanı yavaşlatmıştır. Hayatın gözden kaçan detaylarını gözlemleme
şansını yakalamıştır. Banyoda otururken başında beliren örümceğin ördüğü ağlara
hayranlıkla bakar, gazetenin üzerine dökülen su damlacıklarının arasından eski
haberleri okur. Kavanoza koyduğu fındıkların çıkardığı ahenkli sesleri büyük
bir keyifle dinler. Bu küçük detayları çalışırken yakalayamadığını düşünür. Ve
o evde bu detaylarları incelerken karısı çalışır, ona bakar. Bu durum
Türkiye'de elbette pek hoş karşılanmaz. Zaten bize verilen toplumsal rollerde
tam tersi olması beklenir, Cemil'in çalışıp karısı Nazlı'nın evde oturması gerekmektedir.
Cemil bu durumu kendisine dert edinmez, keza Nazlı da... Ama akrabalar,
komşular için eleştirilecek bir durumdur bu... Cemil'in maaşı artma noktasına
gelmişken işten ayrılması kabul edilecek bir durum değildir. Cemil daha çok
çalışmalı, çok iyi bir mühendis olup ev almalı, araba almalı topluma göre onun
ilk görevi bu olmalı hayatın ince detaylarında kaybolması değil. Ender de
farklı değildir, Cemil'in aksine çalışır, kitap çevirileri yapar ama o da evde
oturur. İnsan içine pek çıkmaz, toplumun içine pek karışmaz. Evde yemek yapar,
fasulye ayıklar, dolma doldurur, reçel yapar.
Cemil'in,
Ender'in evde vakit geçirmelerini, toplumla kaynaşmamalarını dünyanın
saldırganlığı karşısında kendilerini korumaya çalışmaları olarak
yorumlayabiliriz. Zaten Cemil'in "Bütün eve dönme hissi yaratan anlar
güzeldir" deyip İstanbul'dan Ankara'ya koşarak dönmesini bu duruma örnek
olarak gösterebiliriz. Elbette Cemil'de eve dönme hissi yaratan Nazlı'dır.
Beyoğlu'nda yürürken aklına bir anda düşen Nazlı'yı görme isteğiyle hemen
otogara koşar ve Ankara'ya ilk giden otobüse binip Nazlı’sına kavuşur. Evden
çıkmak istememelerinin ve sürekli eve dönme isteklerinin altında yatan başka
bir durum da orta yaş krizi olarak yorumlanabilir sanki. Mevcut dünyaya ayak
uyduramama korkusu da olabilir. Cemil, Ender, Çetin ve birçok Barış Bıçakçı
karakteri 30 yaş üstüdür. Saçları dökülmeye başlamıştır, göbekleri iyice
belirginleşmiştir. Yeni neslin onları anlayamayacaklarını düşünürler. İlk
gençliklerini yaşadıkları 80'li yıllara methiye düzmezler ama o yıllarda
öğrenci evlerinde geçirdikleri şiir ve edebiyat dolu günleri anmaktan geri
durmazlar. Zaten son tahlilde Cemil bu konuyla alakalı tartışmaya bir son
verir: “80’leri yaşamayan biri bizi nasıl anlayabilir ki, gerçi anlamasalar da
olur o kadar mühim insanlar değiliz.”
Vicdanlı
Erkekler
Ender, Cemil,
Sulhi için vicdanen solcular demek doğru olur sanırım. Ezberci zihin
kalıplarından uzaklar. Fakat 1 Mayıs törenlerini kaçırmıyorlar, haksız yere
tutuklanan arkadaşları için günlerce mahkeme önlerinde protesto eyleminde
bulunuyorlar. Bütün bunları zamanın ruhu olduğu gerekçesiyle veya gençlik
hevesi olarak yapmıyorlar. Doğru olduğuna inandıkları için yapıyorlar. Cemil
mesela, anket yapmak için kapısını çalan yüzü kan ter içinde kalmış olan
üniversite öğrencisinin haline çok üzülüyor. Çocukluğu ekonomik zorluklar
içinde geçmiş karısı Nazlı'nın ve Nazlı ile benzer durumda olan küçük kız
çocuklarının bir daha aynı zorlukları çekmemesi için sosyalizm gelmeli diyor.
Haline üzüldükleri dünyanın düzelmesi ve insanların omuzlarının kaldıramayacağı
yükü üstlenmek için yüksek sesle sosyalizm gelmeli diye bağırıyorlar neticede.
Bitirirken Barış
Bıçakçı'nın kitaplarının başrollerinde yer alan Ankara'dan bahsetmemek olmaz.
Sanırım insanlar su misali yaşadıkları yerin şeklini alıyorlar. Edip
Cansever'in de dediği gibi:
" insan yaşadığı yere benzer
o yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
suyunda yüzen balığa
toprağını iten çiçeğe
dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine"
o yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
suyunda yüzen balığa
toprağını iten çiçeğe
dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine"
Ender, Çetin,
Sulhi ve Cemil de Ankara'nın şeklini almış görünüyorlar. Olabildiğince sakinler,
aceleleri yok ve ancak bir Ankaralının alabileceği keyifleri alıyorlar.
Sonbaharda Konur Sokak’ta yürümek, kışın Kuğulu Park’ta gezinmek gibi...
Barış
Bıçakçı'nın kitaplarının tamamına sinmiş olan naifliğin, onun şair elinden
çıkma cümlelerinin yanı sıra yaratmış olduğu bu karakterler ile de ilgili
olduğunu düşünüyorum. Çevremizde pek sık rastlamadığımız fakat bir yerlerden
tanıyormuşuz hissi yaratan karakterler bunlar. Bütün gün evlerinde oturup
balkonlarından bakıp önce Ankara'nın sonra dünyanın haline üzülen tipler. Bu
halleriyle dünyanın bütün yükünü omuzlamış gibidirler. Bu bezgin hallerinin de
sırtlarına yüklendikleri bu yükten kaynaklandığını söyleyebiliriz.
"Gençliklerini, onlar gibi göğüs kafesleri açık yaşayanlar da
hastalanıyordu sonunda." Barış Bıçakçı'yı sırf yaratmış olduğu, insanda
iki kadeh içme isteği uyandıran, dertlerine ortak olma hissi yaratan naif,
kırılgan karakterleri için de sevmiyor muyuz biraz da...
Can Öktemer
* Bu yazı, Duvar Dergisi'nin Kasım-Aralık 2013 tarihli 11. sayısında
yayınlanmıştır.
1 yorum:
Bu nefis değerlendirmeye hiç yorum gelmemiş olması tuhafıma gitti. Kalbiyle yaşayan fazla kişi kalmadı maalesef, kalanların da kıymeti ne kadar biliniyor, en büyük soru işaretimiz de bu.
Yorum Gönder