Bu çivisi çıkmış dünyada ikamet
etmek zor, cidden zor. Hiç bitmeyecekmiş bir kötülüğün hükümranlığının
ortasında sıkışıp kalıp yaşamaya çalışanlar için hakiki kaybeden tanımını
yapmak herhalde yanlış olmaz. Son yılların en heyecan verici yazarlarından Etgar
Keret öyküleriyle bir nevi hakiki kaybedenlerin sesi görevi görüyor.
Keret, dünyanın bu acıklı
haline üzülüp de değiştiremeyecek olan insancıkların aşır acıklı hikayelerini
fantastik ve gerçek üstü öğelere yer vererek anlatıyor. Yaşamak
zorunda kalınan bu sıkıcı yerkürede yolda yürürken muza basıp düşenlerin,
pencere altından geçerken kafalarına saksı düşenlerin, yağmurlu havada yıldırım
çarpanların, kısacası bahtsızların, kaybedenleri sesi Etgar Keret... Kendisinin
öyküleri şimdiden 29 dile çevrilmiş durumda. Salman Rushdie'ye göre "Orta
Doğu'nun en iyi yazarı ve yeni kuşağın sesi". Keret'e yönelik bu
beynelmilel ilgi kendisini sinema da göstermiş bulunuyor. Kendisinin
"Kneller'in Mutluluk Kampı" isimli öyküsü 2009 yılında Goran
Dukic tarafından yönetilen ve Tom Waits'in de oyuncu kadrosunda yer
aldığı “Wristcutters: A Love Story” (Kesik Bilekler) adıyla
uyarlanmıştı.Keret'in öyküleri genellikle bir iki sayfayı geçmiyor, söz
oyunları ve uzun tasvirler yok metinlerinde yalın ve akıcı bir dili var. Siren
Yayıncılık tarafından ve Avi Pardo'nun eşsiz çevirisiyle Tanrı Olmak
İsteyen Otobüs Şoförü, Nimrod Çıldırışları, Buzdolabının Üstündeki Kız, Gazze
Blues, Kapı Birden Vuruldu ve Yedi Güzel Yıl kitapları Türkçeye
çevrilmiş durumda.
1967 Tel Aviv doğumlu Keret
tansiyonun bir an olsun hiç düşmediği bir coğrafya da öykülerini anlatıyor.
Öykülerinde ağırlıklı olarak görülen konulardan biri de savaşın bireyler
üzerinde yaratmış olduğu tahribat ve askerlik travmaları üzerine.
Gerilimin ve tansiyonun bir an
olsun hiç düşmediği bir coğrafya da yaşıyoruz. Her gün gazetelerden okuduğumuz
çatışma haberleri, sınırlara düşen bomba haberleri ve her geçen giderek normal
bir durummuş hali alan bu durum hiç kuşku yok ki insanların üzerinden kolay
kolay atamayacağı bir travma bırakıyor. Keret'in kitaplarında en çok
karşılaştığımız öyküler de askerlik ve savaş üzerine anlattığı olanlar.
Keret zaten sürekli savaş halinde olmanın yaratmış olduğu halet-i ruhiye
üzerine bir röportajında şöyle demiş: “İsrail’de bir kafeye gittiğimde pencere
yanına oturmam, çünkü bir bomba patlarsa cam parçalarının yüzümü keseceğini
biliyorum.”
Keret, İsrail ordusunda 3 yıl
askerlik yapmış. Kendisini dünyanın en berbat askeri olarak tanımlıyor. Aynı
zamanda ilk öyküsünü de askerliği sırasında yazmış. Askere en yakın arkadaşıyla
birlikte gitmiş, yerin altında ışık görmeyen bir yerde zamanını geçirmek
zorunda kalmışlar ve arkadaşı daha fazla dayanamayıp bir duygusal kriz sonrası
intihar etmiş. Etgar Keret de, yakın arkadaşının intiharı sonrası, “Borular”
isimli, kendine boru yapıp onun içine girip gerçek dünyadan kaçan bir
karakterin hikâyesini yazmış. "Borular" hikayesinin oluşum hikayesini
şöyle anlatıyor: "Askere en sevdiğim arkadaşımla birlikte gitmiştim.
Kötü bir deneyimdi. Yerin altında ışıksız bir odada bulunuyorduk devamlı.
Arkadaşım duygusal bir krize girmişti. Bir gün bana yaşamak için bir neden
söylememi istedi. 6 saat boyunca konuşmuştuk; aklıma bir neden gelmemişti.
Odadan çıktım ve intihar etti. Devamındaki günlerde o nedeni kendim için
aradım. İki hafta sonra yazmayı denedim ve ‘Borular’ adlı şeyi yazdım."
Borular hikayesinde hayatla
uyumsuzluk problemi çeken bir karakterin borular inşa ederek başka bir dünyaya
gitmesini anlatıyor. Bu sıkıcı dünyadan ne kadar uzağa gidilirse o kadar mutlu
olunabileceğini söylüyordu bize Keret. "Tanrı böyle bir karar vermeyecek
kadar merhametli ve müşfik. Cennet dünyada gerçekten mutlu olamayanların
yeri." Keret, aslında hiç bitmeyecek gibi duran savaş coğrafyasında
yaşanların iç dünyalarını anlatmış aslında bu hikayesinde. Bu coğrafyada
artık neredeyse sıradan bir hale gelen savaş ölüm haberleri bir çoğumuz için
akşam yemeği yerken televizyondan duyduğumuz bir kaç rakamdan ibaret. Böyle bir
ortamda ölümün ve savaşın yaratmış olduğu yıkımların altında ezilenler için
boruların içinden başka bir dünyaya kaçmak en güzel çözüm olabilir gerçekten.
Hele söz konusu askerlik travmasıysa. Savaşın yaratmış olduğu travmalar bazen
hiç geçmeyecek gibi olur. Keret'in bir başka öyküsü Nimrot Çıldırışları bu
durumu anlatır. Öykü aynı yerde askerlik yapan üç arkadaşın askerlik sonrası
sırayla delirmelerini konu alır. “Doktorlar, askerdeyken geçirdiği travmanın
birden beyninde tekrar belirdiği görüşünde, sifonu çektikten çok sonra suyun
yüzüne çıkan bok parçası gibi.”
Bu coğrafya da yaşamak aynı
zamanda kafanızın içinde bir şüpheyle dolaşmak, her an patlayabilecek bir bomba
ya da terör saldırısı ihtimali ile yaşamak demek bir anlamda Bununla
beraber bu travmatik durumun daha da ağrının Filistin'de yaşandığını söylemek
gerek. Çok uzun zamandır bitmeyen bir savaşın ortasında ve her an patlayacak
bombalar arasında yaşam filizlenmeye çalışıyor, çoğu zamanda başarısız oluyor
Filistin topraklarında da. Gökten yağan bombalar ve kurşunlar arasında çocuklar
çocuk olmaya çalışıyorlar. Zaten Naci Selim El Ali'nin yaratmış olduğu çizgi
kahraman ve Filistin topraklarında yaşanan acılar yüzünden tüm insanlığa
sırtını dönmüş Hanzala'nın sırtının hala bize dönük olmasının ana sebeplerinden
biri Filistin'de bir türlü bitmek bilmeyen savaşın yaratmış olduğu acılar
karşısında kayıtsız kalan tüm insanlara karşı bir protesto hali değil mi?
Wristcutters: A Love Story |
Savaş tüm o ölümlerin, acıların
ortasında iki taraf içinde üzerlerinden hiç çıkmayacak gibi duran travmalar
bırakmış durumda. Keret tüm öykülerinde savaşın bu anlamsızlığını
haykırmaya çalışıyor bu topraklarda yaşanan bu acılara dikkat çekmeye
çalışıyor. Malum sadece Filistin ve İsrail'de değil tüm Orta doğu halklarında
yaşanan bir durum bu ölümün tüm yıkıcılığı arasından yaşamaya çalışmak. Böyle
bir ortamda Barış Bıçakçı'nın dediği gibi: " Bunca acıya rağmen hala
hayatta olduğumuza göre ya üçkağıtçıyız ya da umudumuz var. Ben kendimi
üçkağıtçı gibi hissediyorum.”
Türkiye'de de bu durumun çok
farklı olmadığı da bir gerçek. Kapalı alanlarda özellikle metro gibi
yerlerde insanların akıllarının bir ucunda hep olası bir canlı bomba paniği yok
mudur zaten? Metrodaki güvenlik görevlisinin özentisiz bir şekilde çantalara
bakmasının ardından bir çok kişide tedirginliğin artması da muhtemel değil
midir? Keret'in Süpriz Yumurta öyküsü tam da bu durumu
anlatıyor. Otobüs durağında otobüs beklerken patlayan bir bomba sonrası
hayatını kaybeden bir kadının öyküsü. Hikaye kanımca Keret'in en sert
öykülerinden biri... Hikayenin devamında öğreniyoruz ki aslınca bomba patlamasa
bile kadın bu sefer vücudunu sarmış kanser yüzünden hayatını kaybedecekmiş.
"Yukarıdan gelen bir terörist saldırısından başka neydi ki kanser? Bir
şeye karşı olduğu için bize terör uygulamak değilse ne bu Tanrı’nın yaptığı?
Neye karşı olduğu için? Çok yüksek ve bizim kavrayamacağımız kadar aşkın bir
şeye.” Aslında Keret bağıra bağıra ölümü hatırlatmaya çalışıyor bizlere.
Yaşamın değersizleştiği insanların Bergman'ın Yedinci Mühür filmini
hatırlatırcasına sürekli olarak ölümle satranç oynamak zorunda olduğu bir
coğrafya burası netice de. Elbette Keret'in bütün öyküleri karamsarlık üzerine
kurulmuş değil. Onun alametifarikası ölüm gibi ciddi meseleyi bile belirli bir
mizah dozunda yazması. Bunun en güzel örneklerinden biri de kendi öz yaşamından
izler taşıyan Yedi Güzel Yıl kitabından ki
"Pastırma" öyküsüdür. Keret, eşi ve çocuğu ile arabada seyahat
etmektedirler, birden hava saldırısı siren sesi duymalarının ardından
hemen arabadan inip yolun kenarında çocukları Levi'nin endişesini biraz olsun
azaltmak için birbirlerinin üzerine yatıp sandviç oyunu oynarlar. Öykü her ne
kadar absürt gözükse de savaşın acımasız gerçekliğini yüzümüze vuruyor. Yolda
arabanızla seyir halindeyken etrafa düşebilecek bomba korkusuyla yaşamak
gerçekten tedirgine edici. Keret'in dikkat çektiği başka bir hüzünlü durum ise
etrafa düşen bomba parçacıklarının çocukların oyuncakları haline gelmesi.
"Of", diyor Lev, hayal kırıklığıyla, "şimdi Lahav bir parça bulacak
muhtemelen. Dün son düşen füzenin bir parçasıyla geldi okula ve parçanın
üzerinde imal eden şirketin amblemiyle Arapça adı yazılıydı.Neden bu kadar
uzağa düştü ki?"
"Dünyadasın Bunun Tedavisi
Yok"
Bu çağın ağızlara en çok pelesenk
olmuş kelimelerinden, kavramlarından biri kaybeden olma üzerinedir. Özellikle
90'lı yılların sonunda Türkiye'de üst orta sınıfa mensup olanlar hem sistem
çarklarını döndürüp aynı zamanda sistemin karşısında oldukları
iddiasındadırlar. Aslında onların kullandığı tabirle kaybedenlik biraz içi
boşaltılmış bir kavram halini almış durumdadır. Asıl kaybedenler için hayat
zordur çoğu zaman dertlerini bile duyuramazlar insanlara. Hayatın acımasız
gerçekliğiyle boğuşan ve çoğu zaman hayat karşısında en sert mağlubiyet yaşayan
hakiki kaybedenler. Keret'in karakterleri biraz bu türden kaybedenler olarak
tanımlanabilir. Keret'in kaybeden karakterleri karşılıksız aşkların içerisine
giriyorlar, zaman karşısında çaresizliği sonuna kadar yaşıyorlar ve
savaşın gölgesinde hayatı her şey yolundaymış gibi yaşamaya çalışıyorlar.
Hiçbir şekilde hakim olamadıkları bir dünya içerisinde çaresizlik içerisinde
debelenip duruyorlar. Keret'in ifadesiyle açıklayacak olursak: “İki tür insan
vardır; duvar yanında uyuyanlar ve onları yataktan aşağı iten birinin
yanında uyuyanlar.” Keret'in karakterlerinin tamamı için yataktan aşağıya
itilenler olarak kabul edebiliriz. Bu bağlamda onlar biraz da anti
kahraman olarak da tanımlanabilir. Hiç bir zaman mutlu olamayacakları bir
dünyada çaresizliklerini sonuna kadar yaşayanlar. Aynı zamanda içine tıkılıp
kaldığımız bu dünyadan sıkılanlar ve yaşamın manasızlığı karşısında olanca
çaresizliği yaşayan karakterler. Dünyada var olmanın vermiş olduğu sıkıntıyı en
iyi anlatan öyküsü ise "Gur'un Sıkıntı Teroisi"dir. Keret bu
öyküsünde sürekli teoriler üreten Gur'un geliştirdiği doğruluk olasılığı en
yüksek teori olan sıkıntı teorisini anlatır. "Gur'un Sıkıntı Teorisi'ne
göre bugün dünyada olup bitenlerin asıl nedeni; sevgi, savaş, keşifler, yapay
şömineler-bütün bunların yüzde doksan beşi sıkıntından kaynaklanır." Bu
anlamda Keret'in mutsuzluk olan öyküleri Beckett'in sözünü hatırlatıyor biraz
da "Dünyadasın bunun tedavisi yok" Sürekli tekrar eden bir
kaosun içine sıkışmış gibiyiz ve bu anlamda hayatın manası da giderek kaybolmakta
bir nevi...
Keret'in bir başka öyküsü
"9.90"da yaşamın manasızlığı üzerinedir. Hikaye gazete
ilanından 9.90'a satın aldığı hayatın anlamını öğrenen Nahum’un ölüm
karşısındaki çaresizliğini anlatıyor: “Ondan sonra hayatın anlamının insanlığın
bütününe açıklaması uzun sürmedi… Dünyanın bütün ülkeleri silahsızlanma
anlaşması imzaladılar, bazı ülkeler kılıçlarını saban demirine çevirdi… Nahum
zamanının büyük kısmını ailesinin evinin küçük bahçesinde domates yetiştirerek
geçiriyor, bütün dünyanın mutluluğunda pay sahibi olmanın tadını çıkarıyordu.
Onu kaygılandırmaya devam eden bir mesele vardı ama ölüm…”
Keret'in tasvir ettiği dünyaya
neticede gerçek dışı bir dünya tasviri değil. Yaşadığımız dünya özellikle bu
coğrafya ölüm kavramının baskın olduğu ve yaşamın ikinci planda olduğu bir
coğrafya. Her an patlayacak bombaların ya da silahların gölgesinde yaşam
yaşamamaktadır birazda. Haliyle bu ruh hali Keret'in bütün öykülerinde baskın
bir durumda. Özellikle ölüm fikri. Yedi Güzel Yıl kitabında
mesela hikayelerinin hemen hemen tamamı Keret'in kişisel hikayesinden
oluşmakta. Çocuğuyla olan ilişkisi onu büyütürken yaşadığı zorluklar,
beynelmilel bir şöhrete sahip olmanın getirisi uzun seyahatler de yaşadığı
komik anlardan oluşuyor kitap. Fakat kitabı okurken bir anda Keret'in babasını
kanserden kaybettiği öyküye sıra geliyor ve tabiri caizse midenize okkalı bir
yumruk yemiş gibi hissediyorsunuz. "İyi bir babam var. Şanslıyım,
biliyorum. Bütün babalar iyi değil. Geçen hafta rutin bir muayene için onunla
hastaneye gittim ve doktorlar onun öleceğini söylediler. Dilinin gerisinde
ileri safhada kanser var. Tedavisi olmayan türden."
Bana kalırsa Keret'in yapmaya
çalıştığı modern insanın unuttuğu ya da hatırlamak istemediği ölüm kavramını
hayatımızın önemli bir parçası olduğunu bizlere hatırlatmak. Keret bu durumu
şöyle açıklamış Notos'a vermiş olduğu röportajda: "Kabaca bakarsak
hepimiz günün birinde öleceğiz ve bu gerçeğin bilincindeyiz, yine de
sürdürüyoruz yaşamlarımızı... ölümle oynadığımız bir oyunsa bu, sonuçta
kazanacak olanın kim olduğu baştan belli. bize düşen, oyunun tadını çıkarmak ve
yenilgimizi zarafetle kabullenerek performansımızdan gurur duyarak sahadan
ayrılmak."
Ölümün her daim baskın geldiği
bir coğrafya da Keret'in kaleminden aşırı neşeli şeyler çıkmıyor belki ama
öykülerinin içerisinde barındırdığı mizahı tonla okuyucuları karanlığa
hapsetmiyor aklımızın bir köşesine umudu yerleştiriyor.
Her an patlayacak bir bombanın
korkusuyla ya da vücudun içinde gizlice pusuya yatmış kanser tehdidiyle
yaşamanın insana vermiş olduğu çaresizlikler ve sıkıntıların öykücüsü bir nevi
Keret. Kaybedenler Kulübü ile hayatımıza giren o meşhur
cümleyi "Ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilir" hatırlatıyor
onun öyküleri birazda.
Barış Hala İhtimaller Dahilinde
Etgar Keret uzun zamandır
uluslarası mecralarda barış çağrısı yapıyor. Sürekli savaş halinde olmanın
vermiş olduğu travmanın artık bir an önce sonlanması gerektiğini savunuyor.
İsrail'in, Filistin'i işgalinin ardından bu durumu protesto etmek için
alışılmışın dışında bir şeyler denemeyerek Filistinli yazar Samir El-Youssef'la
birlikte kitap çıkarmaya karar vermişler ve bu birliktelikten Gazze
Blues çıkmış. Keret, kitabın öyküsünü şöyle anlatıyor: "Bomba
saldırısından sonra Samir beni aradı ve, 'Bir şeyler yapmamız gerek,' dedi.
'Evet ama hiçbir işe yaramayacak bir imza kampanyası daha başlatmak
istemiyorum,' dedim. Bunun üzerine, 'Hayır, bir fikrim var,'dedi. 'Birlikte bir
kitap yapalım. Seni okuyan ve beni hiçbir zaman okumayacak o kadar insan
var ki... İki tarafı da insanlıktan çıkarmanın çok kolay olduğu bir konuda
tarafları insancıllaştırmak için bir çaba göstermiş oluruz."
Bu anlamda hem aynı coğrafyada
hem de benzer ruh hallerinde olduğumuzdan dolayı Keret'i en iyi biz
anlayabiliriz gibime geliyor. Keret gündelik hayatın içerisinde sürekli
başrolde olan savaşın yaratmış olduğu tahribatlar üzerine yazıyor hemen hemen
bütün öykülerinde.
Öykülerin konu olarak ağır
meseleleri içerse de içinde barındırdığı mizahla Keret bir bakıma bu durumu
protesto ediyor bir nevi. Yedi Güzel Yıl kitabında ki
"Kibrit Çöpü Savaşı" öyküsü bir bakıma bu durumun absürtlüğünü
anlatıyor. Öykü üniversitede hocalık yapan Keret'in artık rutine bağlamış bomba
saldırıları esnasında hatta bombalar çevrelerine doğru yağarken üniversitenin
sığınağında eski okul arkadaşı Kobi'yle karşılaşmasını anlatıyor. "Şu füze
büyük şans dedi Kobi."Düşünsene; şu Kassam füzesi olmasaydı birbirimizin
yanından geçsek de karşılaşmayabilirdik."
Böyle bir ortamda kalıcı barış
sağlanabilir, belki edebiyat ya da genel olarak sanat bu konuda yardımcı
olabilir bize, neden olmasın. Edebiyat bize çoğu zaman
karşımızdakini anlamaya onunla empati kurmamızı sağlayabilir. Keret'de barış
konusunda iyimser görünüyor: "Barışın getirmesi gereken kaynağın
kahramanlık değil işlevsellik olduğuna inanıyorum. Bu yüzden, barışı önemli ve
ahlaklı bir kavram olarak “satma” derdinde değilim. Önemli ve ahlaklı
olmadığından değil elbette; ama kimselerin zaten o tarafıyla ilgilendiği yok.
İnsanların hayatlarını güzelleştireceği iddiasıyla “satmak” çabasındayım
barışı. Barış her iki taraf için de gerekli. Uzlaşma gerektiriyor ama sonuçta,
çocuklarınız öleceklerine sağ kalıyorlar. Bence bu, gayet güzel bir çözüm."
Gülmeyi ve kalıcı huzuru uzun
süredir unutmuş bir coğrafyada barış olasılığına inanmak zorudnayım diyen Keret
gibi yazarlar her zaman için bize iyi gelecektir. Özellikle Türkiye gibi
antisemitizmin çok yaygın olduğu bir yerde üretilen her komplo teorisinin
altından illa ki Yahudileri sorumlu tutan sorunlu yaklaşıma karşı Keret'in
öyküleri bir nebze olsun ön yargıları kırmaya yarayabilir. Ailesi Yahudi
soykırımına uğramış Keret'in öykülerinde ki kırılganlığı ya da bu durumun daha
belirgin hale geldiği "Ayakkabılar" öyküsünde Adidas marka ayakkabı
giyerken kafa karışıklığı yaşayan çocuğun da hissiyatını anlamamız
sağlayabilir. Karşı tarafı ne kadar anlarsak kalıcı barışa o kadar yaklaşmaz
mıyız zaten?
* Bu yazı, Duvar Dergisi'nin
Mayıs-Haziran 2014 tarihli 14. sayısında yayınlanmıştır.
Can Öktemer