Türkiye'de son yıllarında en çok dillendirilen
kavramlardan biri hiç kuşku yok ki mutsuzluk. Gerek sosyal medyada paylaşılan
mutsuzluk dolu aforizmaların, ilgi gören kitapların, müziklerin hep mutsuzlukla
alakalı olmalarına bakılırsa bile bu halet-i ruhiyeyi kolaylıkla tespit
edebiliriz. Mutsuzluk hallerinin özellikle genç nüfus arasında bu denli yaygın
olmasının ana sebepleri arasında ekonomik kaygılar, geleceğin belirsiz olması
gibi hepimizin bildiği temel meseleler yatıyor elbette. Bununla beraber memleketin
bizzat kendisinin yaratmış olduğu bir bıkkınlık halinin de olduğunu eklemek
gerekiyor haliyle. Memleketin tarihindeki birikmiş ve bir türlü
yüzleşemediğimiz acı hatıralar, adaletin bir türlü tecelli etmemesi gibi bir
dolu meselenin yaratmış olduğu durumlarda bir mutsuzluk ve bıkkınlık hali
yaratıyor.
Türkiye'de özellikle 80 doğumlu kuşakta iyice
belirginleşen bir durum mutsuzluk. 12 Eylül darbesinin yaratmış olduğu
karanlığın ertesinde ilk çocukluğunu yaşayan bir neslin mutsuzluk halleriyle
karşı karşıyayız aslında. Gezi eylemleri sırasında sokağa taşan öfkeleriyle
daha da netleşen bu halet-i ruhiyenin başlangıç noktası çocukluğa dayanıyor bir
nevi. 80 sonrası doğumlu kuşağın çocukluk hatıralarının başında Anadolu Lisesi
sınavlarına hazırlanma safhasındaki o sıkıntılı dönem yer alır. İlkokul üçüncü
sınıftan itibaren önüne bir takım şıklar konularak aralarından doğru olanını
seçmesi beklenmeye ve bu sınavdan elde edilecek başarılı bir puanla mutlu
geleceğe ilk adımı atılacağı vaadiyle çocukluklarını geçirirler. Elbette üç
yanlışın bir doğruyu götürdüğü, insanı
türlü buhranlara sokan test sistemi Anadolu Lisesi sınavıyla bitmiyordu. Bu
sınavın daha da kötüsü vardı: ÖSS. Bu sırada Türkiye'de ise kaotik bir siyasi
atmosfer hakimdi. 90'ların sonuna doğru
28 Şubat dönemi, hayata dönüş operasyonu ve elbette masaya atılan anayasa kitapçığından
çıkan büyük ekonomik kriz yaşanıyordu. Bütün bu yaşananların ardından lise
dönemi ve o hiç bir şekilde hatırlanmayacak ÖSS dönemine geliyordu sıra. Okul,
dershane ve yaprak test kıskacında geçen o kötü dönem. ÖSS dönemi hayatın en
güzel dönemin en güzel yaşlarını en güzel şekilde yaşamak varken Osmanlı
Devletinin diğer devletlerle yaptıkları antlaşma maddelerini ezberlemek, hiç
bir zaman çözülemeyecek gibi duran logoritma soruları ile cebelleşmek durumunda
kalınan o berbat ve bol sivilceli dönemdir. Bütün o testler, puan hesapları
içerisinde boğulurken arada kaçan hayata hayıflanılır üstüne Okunacak nefis
kitaplara, dinlenecek müziklere bir türlü vakit kalmaması da cabası kalır
geriye. Kısacası ÖSS hayatı böyle geçer
koca bir boşlukla.
ÖSS sonrası ise zar zor kazanılan üniversite hayatı
gelir. Üniversite hayatı kısmen olsa da rahat geçer biraz daha ama asıl sıkıntı
ise üniversite sonrasında başlar. Diplomanın iş hayatında pek de işe yaramadığı
gerçeği ve yüze çarpan işsizlik. Evde oturmayıp belki kalıcı olarak işe girerim
hayaliyle başlanan ve hiç bitmeyecek bir işkence olan çay servisi ve çeşitli
angaryalardan oluşan staj günleri başlar daha sonra. Harıl harıl iş aranırken
arada ellerden yavaş yavaş kayan gençlik hayalleri ve mutlu bir yaşam umudu ise
kaybolmaya başlar. Bütün bunlar olurken üniversitede az biraz rahat ederim diye
alınan öğrenim kredilerinin geri ödemesi zamanı gelir. Düzenli bir gelir
olmadığı halde bir de devlete borcunu ödemek zorundalığı gerçeğiyle karşıya
karşıya kalınır. Özel sektörde uzunca bir süre iş arayıp hırpalandıktan sonra
çare yine dört şıktır. İş garantisi olur diye KPSS sınavına çalışmak zorunda
olunur. Yaş 30'a yaklaşmıştır bu arada
17 yaşında hayal edilen yaşam gitmiş öz hakiki bir mutsuzlukla karşı karşıya
kalınılmıştır artık.
2000'li yıllarda ise dünya çapında yaşanan ekonomik
krizle birlikte 90'lı yıllarda sistemin insanlara sunduğu tüketerek mutlu olma
reçetesinin de pek bir geçerliliği kalmamıştır.
Elbette vasatlığı hayatlarının merkezi yapanlar için ev, araba ve son
model cep telefonu almak hale mutluluk verici bir eylemdir ama gerçekten hayatı
ve yaşamayı tercih edenler için bir mutlu son olarak mutsuzluk var. Noah
Baumbach'ın 2012 yapımı Frances Ha filmi tam da bu durumu anlatıyor. Etrafı
kariyer meraklısı ve sahte mutluluklar için de yaşayan insanlar arasında bir an
olsun bile hayallerinden, yaşamdan vazgeçmeyen Frances Ha'nın hikayesi...
Frances Ha, tipik bir tutunamayan hikayesi ama onun
ki hakiki bir tutunamayan hikayesi onu da belirtmek lazım. Türkiye'de ki hem
sistemin içinde varolup hem de sistemi mağduru
gibi davranıp Oğuz Atay'ın Tutunamayanları bir kez bile bitirmeyi
başaramayıp sırf ismi havalı diye kütüphanesinde barındıranlardan değil. New
York'da başarılı bir dansçı olma hayalleri kuran ve bu sevimsiz dünya için
fazla naif kaçan çocuksu hayalleri olan biri Frances Ha... Hayattan
beklentileri de bu minvalde çok minimal. Kendisine ait tek göz bir evi olmasını
hayal ediyor ve hayatı boyunca sadece dans ederek para kazanmak istiyor mesela.
Fakat Frances Ha, bu hayallerinin peşinden koşarken hayat ona sürekli bir engel
çıkarıyor. En yakın arkadaşından hep kazık yiyor ve sürekli evsiz kalıyor.
Başkalarının hayatında bir sığıntı gibi yaşamak durumunda kalıyor. Modern
hayatın getirisi olarak bir mutsuzluk sarmalının içerisinde debelenip
duruyor. Frances Ha bütün bu
aksiliklere yaşamaya ve hayal kurmaya devam ediyor ve kendisini mutsuzluğa
hapsetmiyor. Taşların arasından sızan en ufak ışık bile onu hayat umutlu
bakmasını sağlıyor. Zaten bu özelliği
sayesinde film boyunca hiç yenilmiyor dimdik kalabiliyor hayat karşısında.
Frances Ha'nın hayat karşısında bu denli sağlam kalabilmesinin ana sebeplerinden
biri kendini mutlu mutsuz bir dünya yaratabilmesinde. Herkesin kasılarak
anlattığı başarı hikayeleri karşısında o sadece kendini anlatıyor mesela...
Filmin başında gördüğümüz yakın arkadaşı Sophie'yle kurduğu hayallerin belki
hiç birisi gerçekleşmiyor fakat hayallerinden de çok fazla uzaklaşmıyor
kıyısından köşesinden yakalıyor bir şekilde. Seyircinin onu bu denli sevmesinin
ana sebeplerinden biri bu durum galiba kendisi gibi 20'li yaşlarının sonuna
gelen sistem içerisine debelenip duran, hayallerinin yavaş yavaş kaybolmasını
çaresiz gözlerle izleyen nice insanla bir çeşit ruh kardeşliği kurması. Onu bu
kadar sevmemizin, film boyunca derdine ortak olmak, mutluluğunu paylaşmak
istememizin sebeplerinden biri de onun büyük mutsuzluklardan küçük mutluluklar
çıkarabilmekteki başarısı belki de.
Mutluluk tanımı herkese göre değişen bir kavram.
Yaşamak durumunda kaldığımız bu yerküre bir dünyada mutluluğun sırları sistemin
çizdiği sınırlar dahilinde gerçekleşmekte. Hatta bu durumla ilgili bir dolu
kitapta yazılmış sanki herkesin evinde Ferrari'si varmış gibi Ferrari'nizi satıp çok mutlu bir yaşama adım
atacağınızı vaat eden yazarlar bile çıkabiliyor. Ev, araba, saat alıp da mutlu
olunabileceği iddiasında olan insanlarda var. Fakat biliyoruz ki onların bu
mutluluk tanımı gelip geçici hep daha da büyük bir ev, daha da büyük araba
almak durumundalar mutluluklarının devamı için. Frances Ha gibi olup da
mutsuzluktan mutluluk çıkaranlar, sonunda hiç gerçekleşmeyeceğini bile bile
inatla hayallerinin peşinden koşanlar içinse mutluluk hala kalıcı bir ihtimal.
Can
Öktemer
* Bu yazı,
Deli Kadın dergisinin Haziran 2014 tarihli 2. sayısında yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder