21 Eylül 2014 Pazar

Meral Salman Yıkmış: 'Kutsal otorite de toplumla birlikte değişiyor'



Alevi-Bektaşi toplumunun iki önemli kolundan biri olan Çelebi kolu, inancın Pir’i Hacı Bektaş Veli’nin “biyolojik” evlatları olduklarını iddia eden Ulusoy ailesi tarafından temsil edilir. ‘Efendiler’ olarak anılan bu aile, postunda oturduğu Pir’in ‘kutsal otorite’sini kullanma hakkına sahiptir. Aksaray Üniversitesi’nden Meral Salman Yıkmış, İletişim Yayınları’ndan çıkan ‘Hacı Bektaş Veli'nin Evlatları’ kitabında, Türkiye’deki inanç sistemleri içinde çok önemli rolü olan bu ailenin ‘yol’ izini sürüyor. Salman Yıkmış’la Ulusoy ailesinin Cumhuriyet’ten günümüze siyasi ve inanç temsillerini konuştuk.
Meral SalmanYıkmış
- Ulusoy ailesinin Alevi-Bektaşi toplumu içindeki yeri nedir?
Bektaşi tarikatı Babagan ve Çelebi kolları olmak üzere birbirinden farklı örgütlenmelere sahip iki kola ayrılıyor. Bektaşi olarak adlandırılan Babagan kolu, kan bağını reddederken, Bektaşi olabilmek ve tarikat içindeki mertebelere yükselebilmek için tasavvufi eğitimi gerekli görüyor.  Çelebi kolu, yani Ulusoy ailesi ise kutsiyete sahip olma ve Hacı Bektaş Veli’yi temsil etme iddiasını kan bağına, yani Hacı Bektaş Veli’nin evlatları olmalarına dayandırıyor. Kalıtsal olarak edindiği ve kuşaklar boyunca aktardığı kutsal otoriteleri Ulusoy ailesine kendilerine bağlı ocaklara ve bu ocaklara bağlı topluluklara ya da kendilerine bir ocak aracılığı olmaksızın bağlı olan topluluklara önderlik ve rehberlik etme hakkı tanıyor.
- Nasıl bir ‘kutsal otorite’den bahsediyoruz?
Kutsal otorite, birbiriyle ilişkili iki kavramla açıklanabilir, velayet yani Tanrı’ya yakın olmak ve batın yani ezoterik bilgi ya da hakikatin bilgisi. Alevi-Bektaşi geleneğine göre, Hacı Bektaş Veli’nin şeceresi 7. İmam Musa Kazım’a dayandırılır. Hacı Bektaş Veli, Ehlibeyt’e, yani Muhammed’in kızı Fatma ile evlenen Ali ve onların çocuklarına özgü olan velayeti bu kalıtsal bağla edinmiştir ve bu bağ onun mantık yoluyla çıkarılamayacak hakikatin bilgisine erişmesini de sağlamıştır. Alevi-Bektaşi Yolu’nun kurucusu, Pir olarak Hacı Bektaş Veli kendisine bağlı olanlara hakikatin bilgisine dayalı olarak rehberlik etme hakkına ya da kutsal otoritesine sahiptir. Hacı Bektaş Veli’nin kalıtsal mirasçıları olarak Ulusoylar da aynı kutsal otorite ile donanmışlardır.
- Osmanlı, bu kutsal otoriteyi kabul ediyor mu?
Osmanlı döneminde aile, merkezi yönetim tarafından resmi olarak Hacı Bektaş Veli’nin evlatları olarak kabul ediliyor. Aile, 1826 yılına yani Bektaşiliğin yasaklandığı döneme kadar Hacıbektaş ilçesinde bulunan Hacı Bektaş Veli dergâhının postnişinliğini üstleniyor ve Cumhuriyet’in ilanından sonra kapatılana kadar da dergâhın vakfının mütevellisi görevinde bulunuyor. Bu da ailenin dergâha bağlı tekkeler ve kendilerine bağlı topluluklar üzerinde dinsel, ekonomik,  hukuki, siyasi otoritesinin olması anlamına geliyor. Tabii Osmanlı dönemi boyunca merkezi yönetimin onlara sağladığı statü, hak ve ayrıcalıklar, merkezi yöntemle kurulan çatışmalı ya da uyumlu ilişkilere bağlı olarak artıp, azalabiliyor.
- Cumhuriyet’le birlikte nasıl bir değişim yaşanıyor?
Cumhuriyet’le birlikte ailenin resmi olarak statüsü tanınmıyor, dergâh ve vakıf kapatılıyor. Ayrıca ‘Çelebi’ unvanı yasaklanıyor, yani aile Osmanlı son döneminde de kaybetmeye başladığı hak ve ayrıcalıklarını tamamen kaybediyor. Erken Cumhuriyet döneminin sekülerleşme politikaları dinsel ve dünyevi ayrımına gidip, bu alanlarda kurumlar ve yeni otorite biçimleri inşa etmeye başladığında ailenin kutsal otoritesi resmi anlamda kendisine yer bulamıyor.  Üstelik ilerleyen yıllarda modernleşme ile birlikte Alevi-Bektaşi toplulukların kapalı toplumsal yapıları da dağılmaya başlayınca geleneksel ilişkiler de çözülmeye başlıyor; fakat bütün bunlar, ailenin otoritesine de Alevi-Bektaşi Yolu’na da son vermiyor.

- Bunun üzerine ailenin yapısında bir değişiklik yaşanıyor mu?
Yol’un hiyerarşik katmanları arasındaki sınırlar bulanıklaşıyor, roller ve ilişkiler değişmeye başlıyor ve Ulusoy ailesinde otorite mürşitten ailenin diğer erkek üyelerine dağılıyor ve kutsal otoritenin mahiyeti de toplumsal değişimlere paralel olarak değişiyor. Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra, aile önce iki kola, ardından da daha küçük birimlere bölünüyor. İlk bölünme, aile üyelerinin bir kısmının Hacıbektaş ilçesindeki konaklarından taliplerin yaşadığı Tokat, Zile gibi yerlere taşınmasıyla gerçekleşiyor. Bu bölünme ve taliplerle aralarındaki sosyal mesafeyi en aza indiren ilişki kurma biçimi, kutsal otoriteyi de dönüştürüyor. Talipler arasında yaşamaya başlayan Ulusoy erkekleri, her ne kadar çocukları tekrar Hacıbektaş ilçesine dönmüş olsa da, taliplerle mürşidin otoritesinden bağımsız, daha yakın bir ilişki geliştiriyorlar.
- Ulusoy ailesinin siyasi tercihi anlamında bu duruma bir tepkisi oluyor mu?
Çok geniş bir aile olan Ulusoy ailesi, yekpare değiller. Aile üyesi sayısı fazla ve siyasi tercihleri de farklılık gösterebiliyor.  O döneme dair bana bilgi verebilecek aile üyelerinin pek azı hayattaydı.  Genel olarak tek parti döneminde, özellikle de sekülerleşme politikalarının çok sert biçimde uygulandığı 1930’lu yıllarda ailenin sürekli baskı ve denetim altında olması, geleneksel ilişkilerinin yasaklanması ve gizlilik içinde yürütülmesi, otoritelerinin kaybı büyük oranda Demokrat Parti’yi desteklemelerine neden olmuş. Ama bu o dönem CHP’yi destekleyen aile üyelerinin olmadığı anlamına da gelmiyor. Sonraki yıllarda ise, ailenin nüfusu arttıkça ve aile daha küçük birimlere bölündükçe siyasi tercihlerde de çeşitlenme artıyor elbette.
- Ne tür bir çeşitlilikten bahsediyoruz?
Aileden şimdiye kadar altı kişi milletvekili seçilmiş. Çok partili döneme geçişin ardından, ilk olarak 1954 yılındaki genel seçimlerde ailenin bir üyesi, DP Tokat milletvekili olarak seçiliyor ve son olarak da bir aile üyesi, 1995 seçimlerinde CHP Tokat milletvekili oluyor. 1969’da da Alevilerin ilk siyasi partisi olan Türkiye Birlik Partisi’nden (TBP) üç aile üyesi milletvekili seçiliyor. Erken Cumhuriyet dönemi kuşağının çoğunun DP’ye ve sağa meyil etmesi söz konusuyken, günümüzde bunu söylemek pek mümkün görünmüyor. En azından saha araştırmam için bir araya geldiğim Ulusoylar’ın özellikle de ailenin genç kuşaklarının çoğunun sol-sosyal demokrat siyasi tercihleri olduğunu biliyorum.
- TBP’den milletvekili olan Ulusoylar, daha sonra Alevilik’te ‘din dışı olmak’ anlamına gelen ‘düşkün’ ilan edilerek partiden uzaklaştırılıyor. ‘Beş Yol Düşkünü’* olarak bilinen bu olayı nasıl yorumluyorsunuz?
Bu meselede çok ilginç iki şey var. İlki bir Alevi partisi kendi üyeleri aracılığıyla, ancak kutsal otoritenin gerçekleştirebileceği bir şeyi yapmaya kalkışıyor ve aralarında üç Ulusoy’un da bulunduğu beş kişiyi parti kararına rağmen Demirel hükümetine güvenoyu verdiği için düşkün ilan ediyor.  İkincisi, tabii ki parti tamamen Ulusoylar’ın kutsal otoritesine bağlı kişilerden oluşmuyor ama Ulusoylar’ın kutsal otoritelerine bağlı olanlar için, Ulusoylar’ı düşkün ilan edebilecek, onların üstünde bir mertebe bulunmuyor. Yani Ulusoylar’ı düşkün edebilecek bir mertebe yok, en azından Ulusoylar’a bağlı topluluklar için- ama tamamen geleneğe dayalı ve toplumsal düzenlemeyi sağlayan ve ancak hakikatin bilgisinin getirdiği adalet anlayışıyla gerçekleştirilebilecek bir yaptırımı üyeleri aracılığıyla uygulamaya kalkışan Alevi siyasi partisi var. Muazzam akıl karışıklığı! 
 - Bu olayın yankıları nasıl oluyor o dönemde?
Aile üyelerinin aktardığı kadarıyla aile için, hem aile içi ilişkiler açısından hem de taliplerle kurulan ilişkiler açısından çok sarsıcı oldu.  Aile içinde artık taraflar hayatta olmadığı halde, bazı aile üyeleri arasında bu meseleden kaynaklı bugüne kadar gelen bir küskünlük, anlaşmazlık hali söz konusu.  Üstelik bu mesele bazı bölgelerdeki taliplerin Ulusoylarla ilişkilerini kesmelerine, aralarındaki rızaya dayalı ilişkinin bozulmasına da neden oldu.
- Ulusoy ailesinin dini hiyerarşideki yerinde günümüzde bir değişiklik söz konusu mu?
Ulusoylar, TBP deneyiminden sonra, özellikle 1980’li yılların sonlarında tekrar canlanan Alevi hareketinde yer almadı.  2007 yılında düzenlenen Birlik Toplantısı ve Birlik Cemi, Alevi-Bektaşi örgütlenmeleri ve mürşit Veliyettin Ulusoy’u bir araya getirdi ve bu toplantıya katılan örgütlenmeler Ulusoy’u mürşit olarak tanıdıklarını beyan ettiler. Bu toplantının önemi kimlik politikaları yapan örgütlenmeler ve kalıtsal olarak edinilmiş kutsal otoritenin bir araya gelebilmiş olmasıydı. Şimdilerde ise, Veliyettin Ulusoy mürşit sıfatıyla herhangi bir örgütlenmeyle ilişkilenmeksizin politik alanda var oluyor ve topluluğun taleplerini ya da sorunlarını dile getiriyor. Alevi-Bektaşi kimliğinin politikleşmesi ya da kimlik politikaları, elbette ki Alevi-Bektaşi toplulukları dönüştürüyor ama Ulusoylar’ın Yol içindeki konumu değişmiyor.
‘CHP’nin sekülerlik iddiası kimliğin yok edilmemesi anlamına geliyor’
- Şu anda Alevi-Bektaşi toplumunun baskın olarak CHP’yi tercih ettiği söyleniyor, sizce bunun sebepleri nelerdir?
Alevi-Bektaşi toplumunun baskın olarak CHP’yi tercih ettiği savından da çok emin değilim.  Erken Cumhuriyet döneminin modernleşme ve sekülerleşme politikaları, Alevi-Bektaşi toplulukların geleneksel kapalı yapısını çözerken, bir yandan da bazıları için eğitim ve istihdam olanaklarını ve kent yaşamını da beraberinde getirdi. Fakat Alevi-Bektaşi inancı söz konusu olduğunda Aleviler topluluk olarak hiçbir zaman tanınmadılar ve Cumhuriyet’in kuruluşundan günümüze eşit yurttaşlık talepleri de karşılık görmedi.  Eğer söylediğiniz gibi gerçekten yaygın olarak CHP’yi tercih etmeleri söz konusu ise bu CHP’nin vaaz ettiği sekülerleşme ile yakından ilişkili olabilir, çünkü tarihi katliamlarla ve asimilasyonla dolu bu topluluklar için CHP’nin vaaz ettiği sekülerleşme, inançlarının, kültürlerinin, kimliklerinin tanınması anlamına gelmiyorsa da, bunlardan dolayı yok edilmeleri anlamına da gelmiyor olabilir.
* Türkiye'nin ilk Alevi partisi olarak bilinen Türkiye Birlik Partisi'nden (TBP) milletvekili seçilen üç Ulusoy'un da içinde bulunduğu beş milletvekilinin 1970'te parti kararına rağmen dönemin iktidar partisi olan Adalet Partisi'nin bütçesine destek oyu vermesinin ardından, parti başkanı Mustafa Timisi'nin adı geçen beş milletvekilini partiden ihraç etmesi ve bu ihracın gerekçelerini 'Beş Yol Düşkünü' isimli kitapta açıklamasıyla sonuçlanan olay. Muhafazakar Alevilerin partiden kopmasına sebep olmasının yanı sıra bu olay, Alevi-Bektaşi inanç hiyerarşisinin tepesinde yer alan Efendiler'in, bu inanç sisteminden aforoz edilmesi anlamına gelen 'düşkün' ilan edilmeleri ayrıca dikkate değerdir. 
Emre Can Dağlıoğlu

16 Eylül 2014 Salı

Ahdaf Soueif: 'Mısır’da devrime karşı savaş devam ediyor'



Türkiye’de Aşkın Coğrafyası romanıyla tanınan Ahdaf Soueif, 2011 Mısır Devrimi boyunca yerinde şahitlik eden önemli isimlerden biriydi. O günleri Cairo: My City, Our Revolution [Kahire: Benim Şehrim, Bizim Devrimimiz] kitabında toplayan Soueif, iktidarının başlangıcında Müslüman Kardeşler’e destek vermişti, fakat Muhammed Mursi’nin izlediği siyasetle birlikte bu desteğini çekmiş ve darbeye sonuçlanan Müslüman Kardeşler karşıtı protestolara destek vermişti. Darbeden sonra ordu karşıtı protestolar devam ederken, Soueif, halen sokakta ve çoğunluğu genç olan eylemcilerin arasında. Bu politik tavrından yola çıkarak, Soueif’le Mısır’da devrimden bu yana yaşanan süreci konuştuk.
Ahdaf Soueif
- 2011 Devrimi’ne gün be gün şahitlik ettiniz, o günlerin ruhundan geriye ne kaldı Mısır’da? 
Şu anda çok zor zamanlardan geçiyoruz. Fakat birçok genç insan için şunu diyebilirim ki, değişim iradesi ve otoriter, ataerkil yönetim şekline itiraz halen sürüyor. Son üç senedir yaşanılan acılar, hayal kırıklıkları ve zorluklara rağmen, genel olarak insanların herkes için daha iyi bir yaşam, sosyal adalet ve insan hakları arzuları ile yapabiliriz inançlarının devam ettiğini düşünüyorum, umut ediyorum.
- Muhammed Mursi’nin başkan seçildikten sonra yaptığı ilk konuşmasının ardından yazdığınız yazıda, “Daha umutluyum” demiştiniz. Sizi umutlu yapan neydi ve sonra bu umudunuz neden kayboldu?
Haziran 2012’de, başkanlık seçimi sonrası, Muhammed Mursi’nin ona verilen desteğin yarısından fazlasının ‘isteksizce’, rejimin yeniden güç kazanmasını engellemek için son çare olarak destek verdiğini bildiğini yazmıştım. Aynı zamanda, 7 milyon insanın, Müslüman Kardeşler’in (MK) iktidara sahip olduğunda yapacaklarının tahayyülünden korktukları, en azından sevmedikleri, için ordunun adayı Ahmet Şefik’e oy verdiğini de biliyordu. Ben de Mursi’nin bu mesajı aldığını düşündüğüm için umutlu olduğumu yazdım. Konuşmasında, kendisini tüm Mısırlıların başkanı olarak gördüğünü tekrarlamıştı. Hıristiyanlardan ve kadınlardan bahsediyordu, çünkü MK’ye mensup bir lidere karşı ihtiyatlı olmak için özel sebepleri olduğunu biliyordu. Öldürülen genç insanlardan, sakat kalanlardan ve ailelerinden, özgürlükten, insan haklarından, sosyal adaletten, Mısır’ın bağımsızlığından ve çıkarlarından bahsediyordu.

- Sonrasında neler oldu? 
Daha sonra ne olduğunu ise hepimiz biliyoruz. Mursi, Mısır’ın başkanı olmaktan çok MK temsilcisi gibi davrandı. Başkan olduktan birkaç gün sonra, ağırlıklı olarak ‘İslamcı Kurucu Toplum’ oluşturmak için yeni bir anayasa yazılması amacıyla kullanacağı, kendisine olağanüstü yetkiler veren kararnameyi devreye soktu. Genellikle liyakate bakmaksızın, önemli mevkilere MK kadrolarını yerleştirdi. Mezhepsel söyleme ve eylemlere izin verdi. Daha fazla borçlanmak dışında hiçbir ekonomik plan ortaya koyamadı. Hapsetme, zorla alıkoyma ve işkenceye devam eden ve halkın düşmanı olan polis gücünü ödüllendirdi. Dolayısıyla onun çok dar ve banal bir vizyonu olduğu, partinin ileri gelenlerinin fikirleriyle sınırlandırıldığı ve Mübarek’in mirasının dağıtmak yerine devralmaya çalışmasından dolayı başarısız olduğunu söylemek adil olacaktır. Halka güvenmedi ve devrimci bir başkana dönüşmedi, hatta bunları düşünmedi bile.
- 2011 Devrimi’nin önemli siyasi grupları ve bilinen isimleri Mursi karşıtı gösterilerde de yer aldı. Bu gösterilerin yarattığı zeminle yönetime el koyan ordunun hedefinde şu anda bu gruplardan isimler var. “Devrim, kendi evlatlarını yiyor” diyebilir miyiz?
Diyemeyiz, çünkü devrimcileri ‘yiyen’ devrim değil, devrime karşı devam eden savaş. Zamanla silahların arkasındaki yüzler değişiyor, fakat 25 Ocak’tan bugüne genç aktivistleri hedef alan bu insanların hepsi ziyadesiyle devrim, demokrasi ve reform karşıtı. Her rejim değişikliğiyle birlikte bu öfke, farklı bir ‘düşman’a karşı yeniden tarif ediliyor ve meşrulaştırılıyor. Şu anda ismi, terörle savaş ve çok sayıda kurbanı var. Çünkü devlet, özel olarak Müslüman Kardeşler’e, genel olarak “teröristler”e karşı harekete geçti; bu yüzden, rejim herkesi öldürme konusunda sınırsız yetkiye sahip olduğunu düşünüyor. Fakat şu andaki İçişleri Bakanı’nın görev yaptığı Mursi yönetiminde ise düşman, “Mısır’a kastedenler”di ve Mursi, bu ifadeyle özellikle aktivistleri ima ediyordu. O noktada sokak onun şiddetini görmezlikten gelmedi.
Bu hususta sayılara bakmak çok daha iyi olacaktır. Mübarek rejimi altındaki devrimin ilk 18 gününde, 1.075 insan öldürüldü. 12 Şubat 2011’den 1 Temmuz 2012’ye kadar süren Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi döneminde, 438 kişi öldürüldü, 16.806 kişi yaralandı. 1 Temmuz 2012 ile 3 Temmuz 2013 tarihleri arasındaki Mursi döneminde, 470 insan öldürüldü, 9.228 kişi yaralandı ve 4.809 insan tutuklandı. Sisi yönetiminde, 11 Kasım 2013’e kadar 2.665 kişi öldürüldü, 3 Aralık’a kadar 15.913 insan yaralandı ve 31 Aralık’a kadar 21.317 kişi tutuklandı ve hâlâ insanlar öldürülmeye, yaralanmaya ve tutuklanmaya devam ediyor.
- Bir önceki anayasa referandumunda olduğu gibi Sisi yönetiminin anayasa referandumda da katılım bir hayli düşük çıktı. Sandığa gitmedeki bu isteksizliğin sebebi nedir?
İnsanların çoğunun ‘sandık’la hayal kırıklığına uğratıldığını düşünüyorum, özellikle gençler için son referandum çok daha fazla sandığa mesafe koydukları bir tecrübe oldu. Sayıları gittikçe artan yaşlı insanlar onların hayatlarını ve geleceklerini yönetmeye çalışıyorlar. Birçok insan, “Evet” kampanyasının sorumluluğunu yüklenmek istemedi ve gürültücülüğünden sıkıldı. Zira birçok aktivist, “Hayır” posterleri dağıtırken yakalandı ve tutuklandılar.
- Şimdi nasıl bir rejim öngörüyorsunuz?
Müslüman Kardeşler’in Özgürlük ve Adalet Partisi, halen meşru bir parti, fakat sokaklar onlara bu kadar karşıyken, nasıl seçim çalışmaları yapabileceklerini göreceğiz. Bu sebeple, MK ve devletin Mübarek dönemindeki gibi pazarlığa oturacağını ve bir anlaşmaya varacağını düşünüyorum. Çünkü devlet, bunun bir demokrasi düzeni olduğunu ispatlamak için evcil bir muhalefete gereksinim duyuyor ve MK’nin de eylem için alana ve pastadan dilime ihtiyacı var. Bence pek yakında, devletin MK’yi evcilleştireceğini göreceğiz.
Soueif, yeğeni olan ünlü muhalif blogger Alaa Abdelfettah ile birlikte
- Bu siyasi kaosun ortasında, azınlık grupların durumlarında ne gibi değişimler oldu?
30 yıllık Mübarek dönemi boyunca devlet ile Kıpti Kilisesi arasında bir çeşit anlaşma vardı. Kilise, siyasi olarak rejimi desteklerdi, karşılığında da devlet, Kilise’ye Mısırlı Kıptilerle ilgili tam yetki sahası tanırdı. Bunun Mısırlı Kıptiler arasında ayrıştırıcı bir etkisi oldu. Birçoğu, Kıptilerin sosyal ve eğitimle ilgili işlerinden alıkondu.
Devrimle birlikte birçok Kıpti, özellikle gençler, bu kısıtlamaları kırdı ve siyaseten aktif hale geldiler. Örneğin Maspiro Katliamı’nda ordu tarafından öldürülenlerin çoğunluğu Hıristiyanlardı. Fakat yine de Müslümanlarla Kıptiler coşkuyla bir araya geldiler. Toplu ibadetler ve kutlamalar, 2011’in 31 Aralık’ında Tahrir’de doruk noktasına ulaştı.
Bu, bazı nefret söylemi ve kışkırtmaya varan mezhepsel söyleme izin veren ve bunu teşvik eden Mursi yönetimiyle birlikte değişti. Kısa zaman içerisinde, kiliselerin yakıldığını ve yağmalandığını, Kıptilerin aşağılandığını ve köylerinde gitmek zorunda bırakıldıklarını gördük. Tarihinde ilk defa Kıpti Ortodoks Patriği’nin ikametgâhı olan Abbasiye’deki Kıpti Katedrali’ne güvenlik güçleri silahlar ve göz yaşartıcı bombalarla saldırdı. Bu mezhepçilik, Şii Müslümanlarını da hedefleyecek biçimde yayıldı. Kahire’ye 40 km uzaklıktaki bir köyde 4 Şii öldürüldü. Ordunun ortaya çıkışıyla şiddetli mezhepçilik son buldu. Fakat şimdi de, Kıptilerin kiliselerinde Sisi posterleri asılı ve şüpheli MK mensupları kilise bahçelerinde öldürülüyor.
Kendisini dezavantajlı olarak niteleyen tüm grupların, Tahrir’deki 18 günde ve onu izleyen birkaç ayda gün yüzüne çıktığını söylemenin doğru olacağını düşünüyorum. Mısırlı Yahudilerin Yahudi olmak üzere televizyonda konuştuklarını bile gördük. Bahailerin sorunları üzerine tartışmalar yapıldı. Kimliklerden ‘din’ hanesinin çıkarılması için güçlü bir talep vardı. Kırılgan grupların haklarının yeniden inşası için önemli hareketler oluştu. Fakat şu anda bunların hepsi askıya alınmış durumda.
 ‘Mısır kanalları, Türkiye dizilerini bile yayınlamayı durdurdu’
- Mısırlılar Türkiye hakkında ne düşünüyor, sokaklar Türkiye’ye nasıl bakıyor?
Sokağın Türkiye’ye bakışı, daha çok medya tarafından belirleniyor. Devrimden önce Türkiye çok popülerdi, siyasi ve ekonomik olarak muhteşem bir başarı öyküsü olarak görülüyordu. Mısır piyasasında Türkiye ürünleri çok iyi satılıyordu. Elbette ki, Türkiye dizileri de inanılmaz rağbet görüyordu. Ayrıca Türkiye gözde bir tatil bölgesiydi.
Devrimden sonra Türkiye popülerliğini arttırdı. Devrimi çok erken tanıdı. Başbakan Erdoğan, Mısır’a geldi ve devrim hakkında çok olumlu konuştu. Türkiye, İslamcı bir hükümetin yönetimindeki başarılı bir devlet modeli olarak görüldü. Mursi dönemi boyunca bunlar olurken, insanlar iki İslamcı hükümet arasında nasıl bağlar olduğunu ve ilişkilerin nasıl şekillendiğinden kuşkulanmaya başladılar. Mursi hükümeti popülerliğini yitirdikçe, Türkiye ve onun müttefikliğine daha çok kuşkuyla bakıldı.
Sonrasında Mısırlı aktivistler, Mursi’ye karşı protestolar düzenlerken, İstanbul’da Gezi eylemleri gerçekleşti. Müthiş bir yakınlık ve yoldaşlık hissi vardı. Kahire ve İstanbul, birbirlerini takip ediyorlar ve birbirlerinden öğreniyorlardı. Örneğin, Gezi’de bir kütüphane kuruldu. Hemen ertesinde Mısır’da da yapıldı.
Akabinde Mursi, görevden alındı ve Türkiye, bunu darbe olarak isimlendirdi. Şu anda, elbette ki, hükümetler arası ilişkiler çok kötü. Televizyon kanalları Türkiye dizilerini bile yayınlamayı durdurdu. Sokaklarda Türkiye’ye karşı öfke var. Yine de iki ülkenin gençleri, siyasi aktivizm seviyesinde birbirlerini yakından takip etmeyi sürdürüyorlar.
Emre Can Dağlıoğlu

13 Eylül 2014 Cumartesi

Derinliklerin Moru (1)

deep_purple1

İlk Morluklar (Mark1)

“Bu adamlar ben dört yaşındayken başlamış bu işe. Sonra ben ilkokula başladım, basamakları tek tek tırmandım, ardından üniversiteye gittim. Sekiz yıllık bir ara haricinde bunlar hep vardı. Evlendim, çocuğum oldu, şimdi torun sahibi olacak yaştayım ve hala varlar. Hatta son yıllarda birkaç kez de Türkiye’ye geldiler. Şöyle bir düşünüyorum da Deep Purple’la ilk tanışmam 1974 yazında gerçekleşmişti galiba. Ablamın her hafta aldığı Almanca içerikli Pop dergisinin kapağında genç David Coverdale vardı. Alabildiğine gülümsüyordu kerata… On yaşındaydım...”

Jon Lord Kraliyet Flarmoni orkestrasıyla 1970

British Rock’ın efsane ismi Deep Purple 1968’de İngiltere’de doğdu. Topluluğun ilk başlarda bugünkü adını almadan önce Roundabout adıyla yaptığı arayışları, birkaç ay süren doğum sancılarını ve Jon Lord, Nick Simper’la birlikte çalışan ilk üçlüden Chris Curtis’in bu işten vaz geçmesini çabucak özetleyip geçersek ilk kadro şu elemanlardan oluşuyordu: Gitarda Ritchie Blackmore, klavyelerde Jon Lord, davulda Ian Paice, basta Nick Simper ve vokalde Rod Evans. Grubun fanlarınca Mark1 olarak adlandırılan dönemi böylece başlamıştı. Barok müzik delisi olan Jon Lord, çalıştığı gruplarda genç yaşına rağmen Jimmy Page gibi yeteneğiyle kendini kanıtlamış fakat yer aldığı organizasyonlarda uzun süre kalamayan nalet herifin teki Blackmore, kuvvetli ve yanlışsız bir davul tekniğine sahip Ian Paice ve bunlara eklenen (şimdilik) vokalist Evans ve basçı Simper ile birlikte Deep Purple güzel bir gelecek vaad ediyordu. Söylentilere göre grubun ismi Blackmore’un büyükannesinin çok sevdiği bir şarkıdan geliyordu.

Ritchie Blackmore 1970'lerin ilk yarısında

1968 tarihli Shades of Deep Purple grubun çıkış albümüydü. Dönemin modası psychedelic unsurlarla gayet progresif bir yapıya sahip şarkılar üretmişlerdi ama dişe dokunur ve Amerika plak listelerinde ilk dörde giren Hush dışında bir başarı elde edememişlerdi. Barok müziğe son derece tutkulu ve klasik müzik ögelerini bestelere taşımaya meyilli olan Jon Lord grubun görünürde lideriydi. Lakin diğer bir yetenekli ağır top gitarist Ritchie Blackmore için tüm bunlar yeterli değildi ve ilk albümden itibaren Lord’un liderliğini sarsmaya başlamıştı. Sadece blues sentezli parçalarla ve Beethoven, Mozart esintili org sololarıyla bir yere varılamayacağını sezen gitarist, bir yandan kendine özgü bir teknik geliştirirken, diğer yandan da grubun 1970’lerin başında diğerlerinden farkını gösterecek soundunu yaratmak için kafa patlatıyordu. Üretilenlerden de hoşnut değildi. Eski parçaların yeniden yorumu, kolajlar ve daha çok Amerikan zevkine hitap eden Hush’ın dikkat çekmesi Blackmore’u doğruluyordu. Zaten Hush da Amerikalı countryci Joe South’a aitti. Yetenekli gitarist bluesu çok sevse bile onu yeni bir soundla aşmak istiyordu. Geçen zaman Blackmore’u haklı çıkaracaktı!

Ian Paice 1970'lerin ilk yarısında

Fakat tüm bunlar olurken aynı yılın aralık ayında çıkan The Book of Taliesyn adlı albüm de umut veriyordu. Klavyenin ön planda olduğu ve zaman zaman Blackmore’un gitar sololarının süslediği parçalar epey değişikti ama henüz bir tarz oluşturmamıştılar. Bunda topluluğun iki önderi Lord ve Blackmore arasındaki çekişmelerin de rolü vardı. Bir anlamda karma beğenilere hitap ediyorlardı. Ancak grubun ilerideki tarzı hakkında da ilginç ipuçları bu albümdeydi. Tamamıyla hard rock olmasa da yer yer sonraları İron Butterfly’ın ilk dönemindeki soundu gibi benzer bir şeyler tutturup zamanın ünlü olmuş şarkıları yorumluyorlardı. Kentucky Woman bir Neil Diamond bestesiydi. We can’t Work it Out Beatles’ın, River Deep Mountain High ise o zamanlar kocası İke ile çalışan Tina Turner’ın söylediği popüler bir parçaydı. Albümdeki Anthem adlı şarkı ise tam Jon Lord’un istediği gibiydi. Görünen oydu ki kolajlama yoluyla yaptıkları coverlardan ziyade kendi ürettiklerini geliştirmek en doğru yol olacaktı. Var olan ekip yeterli miydi bu konuda? Herhalde o zamanlar Blackmore’un da düşündüğü buydu. Jon Lord ile iyi bir ikili oluşturuyorlardı ve davulcu Ian Paice bunlarla uyum içindeydi. Peki geri kalan ikisi Evans ve Simper? Bu kocaman bir soru işaretiydi.

İlk albüm. Shades of Deep Purple

1969 yılında grupla aynı adı taşıyan üçüncü stüdyo albümleri Deep Purple çıktığında ise tüm yapılan çalışmalar belirgin bir aşamayı simgeliyorsa da sağlanan ticari kazancın pek yüz ağartıcı olmadığı aşikardı. Blackmore, Lord ile birlikte iyi işler çıkardıklarını ve şarkılardaki barok etki ve klavye-gitar atışmalarının epey özgün olduğuna inanıyordu. Zaten April ve Concerto tamamen Jon Lord’un fikirlerinden doğmuştu ve yıl sonunda yapacakları Concerto for Group and Orchestra’yı müjdeliyordu. Bunun dışında Donovan coverı Lalena vardı dikkati çeken. Fakat Blackmore tüm bunların kendilerine yeterli çıkış sağlayacağına inanmıyordu. Ayrıca Nick Simper’ı sıradan bir basçı olarak görüyor ve Rod Evans’ın kalın sesinin ileride grubu taşıyacağı alana pek uymayacağını düşünüyordu.

Gruptan çıkarılan iki eleman Nick Simper ve Rod Evans

Ve bir gün üç grup üyesi Evans’la Simper’a, “Siz bir dolaşıp gelsenize, hem acıkmışsınızdır. Dönüşte bize de yiyecek bir şeyler getirirsiniz, hamburger, lahmacun falan” der. Simper ve Evans döndüklerinde yerlerinde başkalarını bulurlar. Bu işin şakası tabii, ama kesin olan Blackmore, Lord ve Paice’in diğer ikisini kovduğudur. Şüphesiz bugünden bakarsak grup için iyi olmuştur diyebiliriz. Ama bu hareketle gruptan adam kovmanın da önü açılmıştı. İleriki yıllarda Blackmore kendi kurduğu efsanevi Rainbow grubunda da bu işe sık sık başvuracaktı.

Yeni elemanlar Ian Gillan ve Roger Glover

Böylece topluluk gereken temizliği yaptıktan sonra Blackmore’un tavsiyesi ile Episode Six’in vokalisti Ian Gillan ile ilgilenmeye başlar. Bazı fanlar tarafından ise Gillan'ı asıl keşfeden kişinin Jon Lord olduğu söylenir. Rivayete göre Lord tesadüfen gittiği bir pubda vakit geçirirken sahneye Gillan çıkar ve onun sesinden, attığı çığlıklardan etkilenen müzisyen, koşa koşa arkadaşlarının yanına dönüp "Çocuklar galiba aradığımız vokalisti bulduk. Bir adam var müthiş söylüyor, gruba onu alalım" der. Sonuçta hangisi doğru olursa olsun Ian Gillan,  daha sonra hayranlarının onu anacağı ismiyle Jesus Christ grubun yeni sesidir artık. Ian Paice’in Gillan'ın grubundan basçı Roger Glover’ın tekniğinden de övgüyle söz etmesi onun da Purple’a dahil olmasıyla sonuçlanırken topluluğun efsanevi Mark2a dönemi başlar.

Orhan Berent

10 Eylül 2014 Çarşamba

Uğur Vardan: 'Bu topraklarda futbol, hayata ilişkin başka hesapların kapatıldığı bir alan'


Heyecanı ve oyun kalitesi yüksek ileride hayırla yad  edeceğimiz bir Dünya Kupası ertesinde, tekrardan kendi ligimize döndük. Daha lig başlamadan Süper Kupa'da yaşanan olaylar, e-bilet uygulaması, kulüp başkanlarının daha birinci haftadan öfkeli açıklamalarıyla sahadaki oyunun önüne geçmesi gibi bilindik memleketimize özgü futbol tablosuyla yeni sezonu açtık. Gazeteci Uğur Vardan'la  Türkiye'de yeni futbol sezonunu, e-bilet uygulamasının yaratmış olduğu sorunlar ve sıklıkla dillendirilen futbolda marka değerimiz üzerine konuştuk.
Uğur Vardan

- Son derece heyecanlı ve çekişmeli maçlara şahit olduğumuz bir  Dünya Kupası'nın ardından ligler yeniden başladı. İlk hafta itibariyle Türkiye'de yeni futbol sezonu nasıl buldunuz? Hangi takımlar size göre daha hazır gözüktü? 
Açık söylemek gerekirse Dünya Kupası sonrası tekrar bildik sulara dönmek insanın canını sıkıyor. Çünkü bu topraklarda futbol bir oyun değil, hayata ilişkin başka hesapların başka açıkların kapatılmaya çalıştığı bir alan… Erkeksi, komplekslerin yüzeye çıktığı, ergen dil ve mantığın hâkim olduğu, kimsenin yaptıklarından dolayı hak ettiği cezaları almadığı, hukuksuzluğun her daim tavan yaptığı ve ana aktörleri hiç değişmeyen kaotik bir düzen. Yöneticiler, basın ve taraftar hep aynı kimlikleri ve yaklaşımları sunuyor, sadece oyuncular değişiyor ve bu maskeli balo sürüp gidiyor. Bu durumda da bizim gibi meseleye hafif romantizm katarak bakmaya çalışanların payına da takım tutmaktan çok adam tutmak düşüyor. Yani Volkan’lar, Emre’ler, Melo’lar yerine Muslera’ları seviyoruz…  
- Bildiğiniz üzere Türkiye'de bu sene tribün şiddetini önlemek için  e-bilet uygulamasına geçildi. İlk  maçlar itibariyle de görüldü ki e-bilet uygulaması sebebiyle tribünlerin büyük bir çoğunluğu boş kalmış durumda. Siz bu uygulama hakkında ne demek istersiniz? Sizce taraftar mı haklı yoksa federasyon mu? 
Öncelikli şunu belirteyim, bu uygulamanın, temel argüman olan ‘Şiddeti önlemek’le bir ilgisi yok. Sadece ekonomik bir hamle ve belli bir gruba alan açmak için yapılıyor. ‘Çarşı’dan ‘Darbeci’ yaratan bir sistemden ne bekleyebilirsiniz ki? Gezi süreci boyunca onca insanın kanına giren devlet mi şiddeti önleyecek, önce kendisine baksın. Dolayısıyla bu konuda taraftarlar haklı, bence futbolseverler direnmeye devam etmelidir... 
- Bu sezon yabancı sınırlaması sebebiyle takımlar transfer sezonunda yerli oyunculara yöneldiler. Federasyonun ülke futbolunun ilerlemesi için aldığını iddia ettiği bu uygulama için ne söylemek isterseniz? Bu uygulamayla gerçekten de ülke futbolu ilerlemesini ve genç futbolcuların daha çok süre bulmasını sağlayabilecek mi? 
Her şeyimizde olduğu gibi burada da akıl ve mantık kapı dışarı edilmiş. Bir ülkenin doğru dürüst bir spor politikası olur ve bu her alanda uygulanır. Basketbolda Avrupa yıldızlar ve gençler şampiyonu olan bir ülke, takımlarında beş yabancıyı serbest bırakıyor, ama futbolda ortada hiçbir başarı yokken yabancı kısıtlamasına gidiyor. Üstelik son Dünya Basketbol Şampiyonası’nda gördük ki, takımın en önemli parçası Slovenya yerine Türkiye’yi seçen Emir Preldziç… Ben olsun ya da olmasın demiyorum, standart tutturulsun ve bu standardın bir akli açıklaması olsun… Ama doğrusu serbest bırakılması ve bizim oyuncuların da futbol ailesinin diğer parçaları olan Avrupa boy göstermesi, bu dolaşıma ‘Gideceğim takım Fenerbahçe’den, Galatasaray’dan, Beşiktaş’tan büyük olması’ cümlesine itibar edilmeden dâhil olunması tercih sebebimdir. Ancak böyle dünya vatandaşı olunur, bilgi görgü artırılır… 
- Son Galatasaray-Fenerbahçe maçında da görüldüğü gibi yöneticilerin ve futbolcuların çıkarmış olduğu sebepsiz gerginlikler yine maçın önüne geçti. Maçtan çok sonra bile yapılan açıklamalar oynanacak ilk derbide benzer olayların olacağını işaret etmekte. Gerçek futbol izleyicisini artık bıktırma noktasına getiren bu gerginlikler sizce nasıl son bulabilir?
Herkes gerçek suçluları biliyor ve bu suçluların arkasında olan yönetimler, meselelerle yüzleşmek yerine suçu örtbas etmeyi yeğliyorlar. Çünkü işin içinde ‘Bizim çocuk’ olunca, suyun rengi değişiyor. Ardından da sahaya milliyetçi argümanlar sürülüyor; özellikle de ‘Türk çocuğu’ kalıbı. Son olayda suçlunun adı bellidir, Volkan Demirel. Fenerbahçe yönetimi bu gerçek yerine “Bizi yok etmek istiyorlar, sindiriyorlar vs.’ gibi gerekçelerle oyuncusunun sırtını sıvazladı ve Volkan mağdurmuş algısı yaratıldı. Daha önce benzer şekilde Melo ve Emre Belözoğlu da kulüplerince sırtı sıvazlanmış oyunculardı hatırlanacağı gibi. Bence bu mantık sürer ve gerginlikler sona ermez, çünkü buradaki futbol sistemi tüm yan unsurlarıyla bu kaotik düzenden besleniyor. 
- Başta şike davası ve oynan kötü futbol sebebiyle Türkiye'de futbolun ciddi anlamda itibar kaybetmesine yol açtığını söyleyebiliriz. Bu durumda bir çok futbolseveri futboldan uzaklaştırdığını bazılarını da yurtdışındaki ligleri takip etmeye başladığını görüyoruz. Sizce bu durum nasıl düzelir? Sizce ilerleyen yıllarda genç futbolseverlerin ilgilerinin tamamen yurtdışında ki liglere yönelmesi gibi bir durum olur mu? 
Keşke öyle olsa ama bu coğrafyanın insanının adalet duygusu da her konuda olduğu gibi kendisine yönelik… Mesele, acının kendisine dokunduğu yerlerde seslerin çıkması. Kimsenin ‘Öteki’yle derdi yok… Şike de zaten sistemin sıradan bir ritüeliydi yakın geçmişe kadar ve en fazla tekrarlanan kalıp ‘Yapmayan mı var’dı… Üstelik Fenerbahçe camiası kendilerine komplo yapıldığını, Trabzonspor camiası ise haklarının yendiği kanısında. Bu saatten sonra da adalet dağıtılamaz. Dolayısıyla bu mesele sonsuza kadar ortada kalacak gibi. Keşke herkes başka liglere yönelse de sistem kendisine çekidüzen verse ama bu tabii ki bir ütopya... 
- Marka değeri vurgusu başta yayıncı kuruluş olmak üzere Spor Toto Süper Lig için son yıllarda sıklıkla dillendirilen bir söz haline gelmiş durumda. Sizce de federasyon ve yayıncı kuruluşun ısrarla vurguladığı şekilde ligimizin bir marka değeri var mı? 
‘Marka değeri’ sözcüğü benim için çok itici bir tanımlama. Zaten bunu kullananların da üzerlerine oturmuyor. Futbol, kökeni itibariyle arsalardan doğmuş, işçi sınıfının kendini ifade ettiği bir alan ama artık günümüzde ‘Endüstriyel’ bir hal almış. Lakin bizdeki endüstriyelleşme lümpen geçmişlerle birleşince ortaya tuhaf bir manzaralar çıkıyor. Marka değerini bilemem ama ligimiz hâlâ ‘Katar öncesi son durak’ görüntüsü çiziyor. Bu görüntüyü ise zaman zaman Avrupa cephelerinde elde edilen başarılar siliyor, umarım bu sezon bu görüntülerden çokça yaşarız...
Can Öktemer