Orhan
Uluca, Almanya futbolu denilince akla gelen ilk isimlerden. Bundesliga üzerine
engin bir bilgiye sahip olan Orhan Uluca, uzunca bir zamandır blogu
üzerinden Bundesliga üzerine dikkat çekici analizler yapmakta. Çeşitli spor
yayınlarında da yazılar yazan Uluca, vasatlığıyla meşhur Türkiye futbol kültürü
içerisinde derinlikli analizleri ve yorumlarıyla futbol romantiklerinin ilgiyle
takip ettikleri yazarlardan birisi. Orhan Uluca’yla son yılların gözde futbol
ülkesi Almanya futbolunun başarısının ardındakileri ve son dönem Türkiye
futbolu hakkında konuştuk.
-
Son yıllarda dikkat çekici bir şekilde
futbolda Almanya’nın hegemonyasını görmekteyiz. Siz bu yükselişi neye
bağlarsınız? Almanya futbolda hangi atılımları yaparak bu duruma geldi?
90’ların
sonunda, otoriteler tarafından Almanya futbolunun kriz içerisinde olduğu
konuşuluyordu. Oysa 1999 yılında, Bayern Münih, Şampiyonlar Ligi’nin o
unutulmaz finalinde Manchester’a karşı son 1 dakikada kupayı ellerinden
kaçırmış, 2001 yılında ise aynı kupayı kazanmayı başarmıştı. 2002 yılında ise
bir başka Alman takımı Bayer Leverkusen, Şampiyonlar Ligi’nde yine final
oynarken, Dünya Kupası’nda Almanya finale kalmıştı. Kulüp bazında başarılar bir
yana Almanya’nın Dünya Kupası’nda final oynamasına rağmen, Almanlar,
futbollarının bitme noktasına geldiğini sıklıkla dile getirmeye başladılar.
Sorun Almanya’da geleceğe damga vuracak Sebastian Deisler hariç uluslarası bir
yıldızın olmamasıydı. Amaçları yeni yetenekleri keşfetmek ve modern futbola
uygun şekilde onları yetiştirmek oldu.
- Bunlar için neler yaptılar?
Almanya,
her şeyden önce 2002 ve 2003 yılları içerisinde öz kaynak düzenini baştan aşağı
değiştirdi. Önce yeni model oyuncu tanımı yapıldı. Çok yönlü, çok koşan, her
iki ayağını da kullanan mevki ayrımı saha içerisinde gözetmeyecek farklı
mentaliteye sahip bu yeni oyuncuların yetiştirileceği zirve futbolunun
gerektirdiği şekilde eğitim için farklı metotları belirlediler. Eğitim
farklılaştırıldı, yenilendi ve özellikle futbolcuların çok yönlülüğünün
üzerinde duruldu. Örneğin Götze, Müller, Draxler, Kaan Ayhan vb.
Ülkenin
366 farklı yerinde kontrol noktası oluşturarak 11 ile 14 yaş arası 14 bin
yetenek keşfedilecek şekilde “yetenek taraması” yapıldı. Yanlış hatırlamıyorsam,
Deniz Naki de bu taramalar sonucu keşfedilmişti. Bu çocukların hemen hepsi, bir
Bundesliga takımı çalıştırabilecek teknik direktör lisansına sahip antrenörler
tarafından belirlenilen hedef doğrultusunda çağa uygun şekilde eğitildi. 2007’de,
Matthias Sammer’in sportif direktör olmasıyla perspektif genişletildi. Kreşe
giden çocuğa dahi müdahale ederken, 21 yaşına kadar olan süreç ayrıntılarıyla
ele alınıldı. Bu verileri alındığında, toplam 600 bin insan yetenek
taramasından geçirilmiş oluyordu.
Thomas
Müller, Mario Götze ve Julian Draxler gibi ön alan oyuncularının sağ açık, sol
açık gibi kavramlarla tanımanamayacak ölçüde çok yönlü olduğunu görürsünüz ama
aynı zamanda bu oyuncuların hepsi maç başına 12 km koşabiliyor, Müller ise 13
km.
En
önemli ayrıntı ise bu görevin başrolünde federasyonun olmasıdır. Kulüpler kendi
çıkarlarına uygun şekilde hareket eden yapılardır. Gerek yetenekleri keşfetmek,
gerekse de kulüplerin yetenekleri doğru şekilde eğitmesi için kimi yatırımları
devreye sokmak federasyonun eylemidir. Bugün ülkede benzer bir metodoloji
uygulanacaksa, burada Türkiye Futbol Federasyonu sorumlu ve baş aktör olmak
zorundadır.
- Bundesliga, hem rekabet olarak
hem de kalite olarak İngiltere Premier Lig’le yarışacak durumda olmasına
rağmen, izlenirlik ve takip edilirlik konusunda hep geri kalmıştır. Siz bu
durumu nasıl yorumlarsınız? Son yıllarda Almanya’nın futboldaki beynelmilel
başarıları bu durumu dengelemiş midir?
Son
yıllarda en fazla çıkış yapan uluslararası lig olduğu gerçeği bir yana genel
olarak Bundesliga’nın tanınırlığı ve uluslarası piyasası bir hayli düşüktür. Bunun
en önemli nedeni ise ligde var olan yıldız oyuncularının azlığıdır. Bu da
aslında Bundesliga kulüplerinin sağlıklı bir ekonomiye sahip olması nedeniyle
transfere görece çok az para harcamasından da kaynaklıdır. Dünyanın en sağlıklı
futbol kulüpleri Bundesliga’dadır. İngiltere’nin orta sıra takımı olan
Tottenham’ın harcadığı para, Almanya’da harcadığı para açısından diğerleriyle
arasında bir hayli fark olan Bayern Münih’e ancak denk düşüyor. Üstelik Almanya’da
parası olan herhangi bir zengin kulübün hisselerinin en fazla yasa gereği yüzde
49’u alınabilir ve yüzde 51 hisse her zaman kulübün kendisinde kalır. Zenginler,
kulübün sahibi olamaz. İtalya’da ise Serie A, B ve C’de bulunan kulüplerin
yüzde 70’i iflasın eşiğinde. İngiltere ve son dönemde Fransa’da kulüplerin
başına zenginler geçiyor. Bu, bana göre zararlı olan koşulların Bundesliga’da
yaşanmamasının bir başka getirisi de yıldızların lige uzak kalışı oluyor. Bu
yüzden, Bundesliga oyuncu yetiştirir. “Parasıyla sürekli yıldız alır” algısına
sahip Bayern Münih’in en çok kazanan dört oyuncusundan üçü, Lahm, Schweinsteiger
ve Mülller kendi altyapısında yetişmiştir.
-
Türkiye’de yaygın bir anlayış olarak,
Pep Guardiola’nın başarısını antrenörlük kabiliyetine değil de, sahip olduğu
iyi futbolculara bağlanır. Bu görüş sizce ne kadar doğru? Pep Guardiola’nın
başarısının sırrı nerede yatıyor sizce?
Bakın
şunu söyleyebilirim: Pep Guardiola, dünyanın bana göre açık ara en iyi teknik
direktörüdür. Geçtiğimiz günlerde, Barcelona’nın bugününe bakarak, Roma Teknik
Direktörü Rudy Garcia, Pep için antrenörlüğün değerini gösteren adam olarak
övgüde bulunmuştu. Çünkü o gittikten sonra, Barcelona kupaları toplamaya devam
etse de, imzası silindikçe uzay takımı kimliğinden de sıyrılmıştır. Üstelik
Guardiola, çok başarılı bir kulübe gelmesine rağmen, sahanın içerisinde imzasını
net bir şekilde atar. 30 yaşındaki dünyanın en iyi bekini “defansif orta saha”
yapar, en yüksek pas yüzdesi yine onun çalıştırdığı takımın olur. Üstelik
bunların dışında oyunu okuma ve müdahale konusunda da son derece başarılıdır.
Geçtiğimiz sezon Mainz, Hertha Berlin gibi Bayern’i ilk devrede etkisiz kılmayı
başaran takımlar, onun doğru müdahaleleri sonucu sahadan boynu bükük
ayrıldılar. NTV yorumcusu Önder Özen ile olan bir muhabbet içerisinde Real
Madrid’in başındayken Mourinho’nun presi karşısında çaresiz kalan Barça’nın
üçlüye geçerek, beşli hat içerisinde Real Madrid’in presini kırmasını gördüğü
en büyük teknik direktör hamlelerinden birisi olarak anlatmıştı. Almanya’ya
geldikten sonra yakından takip ettiğimde gördüm ki, Önder Özen bu konuda çok
doğru bir tespitte bulumuş; zira Katalan teknik adam, kendisine özgü futbol
anlayışı ve oyunu okuma ve müdahale konusunda gerçekten çok üst düzey. Aynı
zamanda, topladığı kupaların dışında futbola “yeni” bir şeyler katan devrimci
teknik direktörler arasında yer alır.
- Almanya’da, son yıllarda Sami
Khedira, Boateng ve Mesut Özil gibi Alman olmayan futbolcuların yer
alabildiklerini görüyoruz. Bu tip konularda katılığını bildiğimiz Almanya, bu
sürece nasıl girdi? Sizce aynı durum Türkiye içinde uygulanabilir mi?
Başta
da belirttiğim gibi, Almanya 90’ların sonunda krize girdi. Bu dönemde ise
önlerindeki örnek, 1998 Dünya Kupası’nı kazanan ve 2000’de de Avrupa şampiyonu
olan Fransa vardı. O dönem, Fransa’nın kadrosunda 5 farklı kıtadan oyuncu
bulunuyordu ve bu başarısı göçmenlerinden aldığı verime de dayandırılıyordu. Bu
nedenle, Fransa örnek alındı ve yeniden oyuncu taraması yaparak göçmenler
üzerine daha fazla düştü. Nuri Şahin’in Türkiye’ye kaptırılmasının ardından,
Türk oyuncularla en azından Türkiye’ye göre daha yakından bir ilgi göstererek,
Mesut, Serdar ve İlkay gibi oyuncuları da milli takıma kazandırdılar.
Bu
durum, Türkiye’de olsaydı, bu futbolcular, pek tabii milli takıma katılırdı ama
asıl soru bence şudur: Milli takımdan davet alanlar, Almanya’daki göçmenlerin pek
çoğu gibi milli marşı söylemeyi reddetselerdi, nasıl olurdu? Bunu yapabilirler
miydi? Mesut, Khedira gibi milli marşı söylemeyerek, davet almaya devam
edebilirler miydi? Löw gibi Terim de bu onların tercihi diyerek anlayış
gösterir miydi? Sanmıyorum.
-
Bildiğimiz gibi geçtiğimiz günlerde
yaşadığımız Gökhan Töre krizi çok konuşuldu, çok tartışıldı. Sizin bu konu
hakkında görüşleriniz neler? Sizce bu kriz doğru yönetilebildi mi?
Birkaç
farklı açıdan bakıp değerlendirebiliriz bu konuyu. Etik ve ahlaki değerden
yoksun bir şekilde sadece pragmatist açıdan bakarak, milli takıma vereceği
zarar ya da fayda üzerinden ele alındığında net bir hata yapıldığı görülüyor.
Gökhan Töre, Hakan Çalhanoğlu ve Ömer Toprak arasında geçen bir olayda,
yetkililer, üç oyuncu arasında bir hukukun gelişmesini başaramadılar. Bu, Fatih
Terim’in başarısızlığıdır. Nihayetinde, bu olay basının kaşıması neticesinde
değil, verilen cezayı yeterli bulmayan Ömer ve Hakan’ın gösterdiği tepki
sonrası gündeme oturdu. Belki de ne ceza verildiğinin dışında oluşan korkunun
giderilememesidir tüm mesele. Dolayısıyla, bu krizin yönetilemeyişinin bir
başka mağduru da cezayı belki de çok daha ağır bir şekilde çekmek zorunda kalan
Gökhan Töre oldu. Riera ve Melo kavgasında da adaletli davranılıp
davranılmadığı konusunda basın bir tartışmaya girmedi, zira Riera, o dönem bu
olayı büyütmedi. Eğer Riera, o dönem ikinci maça isteksiz çıksa ya da çıkmayı
reddetseydi, basın bu olayı da uzun süre gündemde tutar ve cezanın adil olup
olmadığı konusu uzunca süre tartışılırdı. Belki de tartışılması gerekiyordu.
Burada nasıl bir yönetim başarısı varsa, bu olayda da başarısızlık söz konusu
ama bu bakılması gereken nokta değil.
Diğer
açıdan, ben sade bir vatandaş olarak yanıma silahlı bir arkadaşı alarak bir
odayı basıp hedefimdeki insanın yanındakileri yere yatırıp korkutarak bir
vatandaşa kanlar akıtacak şekilde girişsem, bunun cezai bir yaptırımı olmaz mı?
Milli takım kampında sınırları bu denli aşan bir oyuncunun gerçekten cezası 6’sı
özel olan 7 maç milli takıma çağrılmamak mıdır? Aynı zamanda, böyle bir
davranışta bulunan oyuncuya psikolojik yardımı esirgeyerek silahlı olayların
devamını hem milli takım yetkililieri hem de Beşiktaş kulübü sağlamış olmuyor
mu? Gökhan Töre’nin yerine oraya ben oğlumu koyuyorum. Ne yaparsınız? Bir daha
yaşamasından ve oğlumun kötü bir sona doğru gitmesinden korkmaz mıyım? Bir
sonraki silahlı olayda kurşun sekerek omzuna denk geldi, ya beynine denk
gelseydi? Ya o yanında getirdiği silahlı adamın elinden çıkan kurşun Hakan ya
da Ömer’e ölümcül bir yara açsaydı, o zaman mı bu konulara gereken önemi
gösterecektik? Bu ihtimal, Çek maçında alınacak olan 3 puandan daha mı az
önemli? Konu buysa, milli takımın maçının ne önemli var?
Milli
takım yoluyla Gökhan Töre, bu olaylar sonrası çok önemli Çek maçında son
saniyede galibiyet golü atmış olsaydı, eğer bu oyuncunun yaptığı bu hareket
toplumda nasıl algılanırdı? Gökhan Töre’nin milli takımın rezervasyonunu
yaptırdığı otele silah sokması ayrı bir suç. Silahlı bir adam sokmak çok daha
başka bir suç. Silahlı adamla milli takım arkadaşlarına saldırmak, kan akıtmak
ve onları elinde silahla tehdit etmek ise çok başka bir suç. Hakan benim oğlum
olsaydı eğer, ben asla ve asla Gökhan’ın olduğu takıma oğlumu göndermezdim. Bir
garanti isterdim. Hakan’ın babasının verdiği tepkinin içeriği de budur. Zira
Gökhan iyi niyetli olsa dahi, çevresinde silahın patlaması an meselesidir.
Almanya’da,
İvan Rakitic evine hırsız girdiği için günlerce uyuyamadı. Evini taşıdı,
psikologa gitti ve yine de psikolojisi düzelmedi, ülkeyi terk etti. Hakan’ın
annesi, bu olaydan haberdar olduktan sonra günlerce ağlamış. Hakan bunu
anlatırken gözü doldu ZDF ekranında. Söylenenlere göre, Ömer Toprak bu olaydan
sonra oynayacağı ilk maçı için teknik direktörden izin istemiş, psikolojisi iyi
değilmiş. Kendinizi bir başkasının yerine koyarak, her zaman doğruya
ulaşamazsınız. Çok başka koşullarda yetişmiş olan bu çocukların psikolojisi çok
fazla düşünülmedi. Hakan ve Ömer, hak iddia ediyorsa yüzde yüz haklıdır ve tüm
bu sorunların altında, aynı zamanda Fatih Terim’in “Ben ceza verdim, yeterli
olması gerekir, itiraz istemez” egosu da yatıyor.
-
Jurgen Klopp, son Galatasaray-Borussia
Dortmund maçından sonra, çok ilginç bir açıklama yaparak, ‘Başkanım, Türk
mantalitesine sahip olsaydı bugüne kadar gelemezdim’ dedi. Klopp’un bu
açıklamaları için neler demek istersiniz? Klopp’un Türkiye’de futbol zihnini
tek cümleyle özetleyebilmesini neye bağlarsınız?
Öncelikle
o röportajda soru da önemlidir. “Galatasaray bir sezonda 3 teknik adam
değiştirdi” ile başlıyor soru. Klopp da bu mentalite olsaydı diye çok doğru bir
tespit yapıyor. Nihayetinde bugün dünyayı kendisine futbolu ve tarzı ile hayran
bırakan Dortmund, öncesinde küme düşme potasına kadar gerilemiştir. Nihayetinde,
bu büyük çıkış için, şampiyonluk hedefi olmayan yılları geçirmeyi göze aldılar.
Türkiye’de büyük bir takımın Dortmund’u örnek alması çok kolay değil. 3
büyüklerin hepsi her sezon şampiyonluk istiyor. Bu her şeyden önce matematiksel
olarak mümkün değil. Dolayısıyla yılda 2 hoca değişimi, en azından düne kadar
kaçınılmazdı. Bir şeyleri oluşturmak için zaman gerekir, bunu kavramak gerekir.
-Türkiye’de teknik direktörlük
mesleğinin pek ciddiye alınmadığı bir gerçek. Gençlerbirliği, daha sezon
ortasına gelmeden dört hoca değiştirdi, hatta İlhan Cavcav, Mustafa Kaplan’ın
görevine son verdikten sonra bir sonraki maça kendisinin çıkacağını duyurdu. Türkiye’deki
bu garip futbol anlayışının değişmesi için neler gerekiyor sizce? Sizce teknik
direktörlerin, bu anlayışa dur demek için, Aziz Yıldırım ve İlhan Cavcav gibi başkanlara
ne gibi tavırlar alabilir?
Bu
iki başkanın yaptığı açıklamalar sonrası ben Antrenörler Derneği’nin bir tepki
koymasını bekledim. Antrenörler bir açıdan sahipsiz. Çok zor koşullarda iş
buluyorlar ve bunu kaybetmemek için çok fazla taviz vermek zorunda kalıyorlar. Bir
röportaj esnasında, bir teknik direktöre sözleşmedeki hakkınızı neden talep
etmediğini sorduğum zaman, bu “uygunsuz” davranışın sonucunda bir daha iş
bulamayacakları korkusunun yattığını söylemişti. Benzer şekilde pek çok tavizi
bu nedenle veriyorlar.
Kişisel
isteğim, bu tarz yaklaşımda bulunan bütün başkanların başarısız olması.
Başarısızlık, ancak antrenörlere yapılan bu saygısızlığı anlatır. Öte yandan iki
başkanın da çok uzun süre başkanlık yapması da böyle bir aymazlık içerisinde
bulunmalarına imkân veriyor. TFF’nin “Bir kulüp bir sezonda sadece bir kez
teknik direktör değiştirebilir” gibi koşullandırmaları kısmen bu sorunu
çözebilir. Toplum algısında bu açıklamaların absürtlüğünün anlaşılması için
gereken tek şey ise başarısızlık.
-
Bildiğiniz üzere, Frank Rijkaard, Roberto
Mancini, Vincente Del Bosque gibi oldukça kariyerli hocaların Türkiye
maceraları oldukça kötü hatıralarla bitti. Bu büyük isimlerin Türkiye’de
başarısızlıkların sebebi neydi?
Çok
bilinen cevabı ülkedeki futbol anlayışının yetersizliği. Lakin ben, 2-3 yıl
önce Avrupa’nın beş büyük ligini kapsayan bir araştırma yapmıştım. Gördüm ki,
Avrupa’da beş büyük lig kendi dilini konuşamayan teknik direktöre iş vermiyor. Premier
Lig’de, Avusturya veya İsviçre
liglerinde başarı yakalamış teknik direktörler görev almıyor ya da Bundesliga’da
Galli veya İskoç hocalar iş bulamıyor. Uruguaylı ve Arjantinli hocalar, dil birliği
nedeniyle İngiltere ya da Almanya değil, İspanya’da başlıyor çalışmaya. Çünkü
teknik direktör, tercüman aracılığıyla potansiyelinin yüzde 70’ini ancak
sonuçlara yansıtabiliyor. Elbette beş büyük lig ile kalite farkı açılmış olan
ligler, yabancının bu dezavantajında dahi fayda sağlayabiliyor. İstisnalar da
her zaman mevcuttur.
Löw
için konuşmak gerekirse Almanya’ya dönüşünde de başarısızlıkları oldu. Adana’da
olduğu gibi Karlsruhe’de de 18 maçta 1 galibiyet alarak kovulmuştu. Aradan çok
zaman geçti. Del Bosque’nin de İspanya dışında ne kadar başarılı olacağını
bilemeyebiliriz. Rijkaard da keza Türkiye tecrübesi sonrası Arabistan’da da
başarısız oldu. Özetlersek, tercüman aracılığıyla kendilerini ifade ederken,
motive edici etkilerini kaybetmeleri ve futbolculara istediklerini yaptırma
konusunda başarısız olmalarının yanı sıra, kültürel uzaklık ve ligler arası
yapısal farklılık da önemli bir etken.
Eski
model bir Alman teknik direktör, (Magath, Daum, Feldkamp) istediği disiplin ve
fizik futbolunun geçişini dünyanın her yerindeki oyuncuya sağlayabilir. Fakat
bugünün Almanyası’nda, 2000 sonrası farklı şekilde eğitilmiş yeni model
oyuncularla çalışmaya alışmış, video analizleri ve yeniden oluşturulan
taktiksel terminoloji ile derdini anlatarak başarı kazanmış teknik
direktörlerin oyunculara istediklerini yaptırmaları güç. Almanya’da artık “geçersiz”
olarak görülen Magath’lar, Daum’lar, belki Türkiye’de başarı kazanabilirler.
İlk soruya dönersek, Almanlar oyuncularını farklı şekilde eğiterek, aynı
zamanda bu yeni model teknik adamların başarısının da önünü açmış oldu. Türkiye,
oyuncularına altyapıda ortalama eğitimi doğru bir şekilde vermediği sürece, İtalyan,
yeni model Alman teknik adamların gelip de burada başarı kazanması çok zor. Dürüst
olmak gerekirse, Prandelli’nin pragmatist zekasına güvenmiş ve başarılı
olacağını düşünmüştüm ama İngilizce dahi konuşamaması, söylediklerinin aynı
anda pek çok dile çevirmesi ve Sneijder’in betimlediği gibi soyunma odasının
arı kovanına dönmesi sonucu başarılı olması zor.
- Geçten yıllarda BirGün gazetesi
için Türkiye’deki teknik direktörlerle röportajlar yapmıştınız. Yapmış olduğunuz,
röportajlarda sizi en çok şaşırtan detay ne olmuştu? Sizce Türkiyeli teknik
direktörlerin başarı anlamında yurtdışındaki meslektaşlarına oranla geride
kalmalarının en büyük sebebi nedir?
Tek
ve net bir cevabı bence şudur: Kibir. O kadar çok kendilerine güveniyorlar ki,
kendilerini yenileme ihtiyacını hissetmiyorlar. Hikmet Karaman, “olumlu”
anlamda beni şaşırtmıştı, yeni bilgiye olan açlığı ve buna ulaşmak için çaba
sarfetmesiyle. Maalesef pek çokları benim beklediğimin çok altında bir
taktiksel içeriğe sahiptiler. Onlar için çok önemli olacağını düşündüğüm
ayrıntılar söz konusu olduğunda, dillerinin dahi kabalaştığını görüyordum
konuya karşı. İçten içe “Bırak bunları. Para yok, oyuncu disiplinsiz” gibi
oyuncuların özel yaşamına dair yazılamayacak tonla ayrıntı sunuyor ve çok şeyi
de buna bağlıyorlardı. Onlara üst düzey takımları başarıya götüren
ayrıntılardan bahsettiğim zaman, neredeyse hepsi “Zaten tam da biz onu
yapıyoruz” diyerek var olan bilgiyi deşmektense, aslında kendilerinin de o
seviyede olduklarını anlatma çabası içerisindeydiler.
Oysa
bugün Gladbach ile başarıdan başarıya koşan Lucien Favre, Hertha Berlin
macerası sonrası kurslara gidiyor, Premier Lig kulüplerinde yeniden stajyer
gibi antrenmanlarına ilgi duyup hafta hafta önemli teknik adamlarını ziyaret
ediyor ve gelen teklifleri ise kendisini geliştirmek için bir yıl kabul
etmiyor. Guardiola, Bielsa gibi teknik direktörlerin odaları kitaplarla dolu ve
boş günlerinde dahi kendilerini geliştirmek için var güçleriyle çalışıyorlar.
Türkiye’deki yerli antrenörlerin yüzde 95’i, abartmadan ifade etmek gerekirse,
dünyanın değilse de Avrupa’nın en iyi teknik direktörü olarak görüyor, tek
eksikleri büyük kulüplerin onlara yeteri kadar şans vermemesi. Ertuğrul Sağlam
gibi beğendiğim teknik adamları saymazsak, bir kez olsun orta sıra bir Anadolu
kulübü ile neden şampiyonluk yarışına giremediklerini kendilerine sormuyorlar.
Gelişime kapalılar.
-Türkiyeli futbol yorumcuların Türkiye’de
hocalık yapan kariyerli yabancı teknik adamlar için sıklıkla kullandıkları
argüman ‘Futbolu bilmiyor’ olmuyor. Futbol yorumcularının bu sığ yorumlarının
futbol kültürüne ciddi zarar verdiğini düşünüyor musunuz? Bu bağlamda iyi
futbol bloglarının futbol kültürüne katkı sağlayabilir mi?
Bence
bloglar kendilerine bir misyon biçmediler ama ülke futbol kültüründe bir
eksikliği kapatarak, kendilerine sonradan biçilen misyonlarını yerine
getirdiler. “Futbolu bilmiyor” tarzı açıklamalar, biraz da teknik adamların “yabancı”
olduklarından dolayı kolay bir şekilde dile getiriliyor. Yerli-yabancı
futbolcularda da bunu görürsünüz. Lincoln, Diego ya da Sneijder için rahatlıkla
“Bunun neresi yıldız!” diyenini görürsünüz ama iki yıldır oynamayan Selçuk için
olumsuz eleştiri olsa da, “Bunun neresi futbolcu!” yorumu yapılmaz. Eleştiri
olsa da, nezaket elden bırakılmaz. İki gün sonra, bir mekânda karşılarına çıkıp
o futbolcu hesap sorabilir çünkü. Her ikisine de yapılmamalıdır, o başka bir
konu. Bir yorumcunun Melo’ya karşı olan öfkesine şahit olurken, aynı zamanda
Emre’yi sarıp sarmaladığına da çokça kez şahit olduk. Melo da, Emre de
gerçekten çok iyi futbolcular ve fakat karakter yapıları benzer. İki futbolcuya
karşı olan yaklaşımdaki farklılık, hocalar konusunda da görülebilir. Çünkü
yerliler, açar telefonu, hesap sorar, yabancıların pek çoğu o yorumu duymaz.
Genel
olarak Türkiye’deki futbol yorumcularının eksikliği Avrupa futboluna olan
uzaklıktan kaynaklanır. Oysa senin takımların her sezon en az 5 yabancı oyuncu transfer
ediyor ve sıklıkla yabancı teknik direktörlerle çalışıyorsa, işinin sorumluluğu
gereği Avrupa futbolu’na ilgi duymak zorundasın.
Aynı
zamanda futbol yorumcularının neredeyse tamamı, bu işi en iyi kendilerinin
yaptıklarını düşünürler. Bu “kibir” de yine gelişiminin önündeki en büyük
sorundur. Bloglardan ziyade sosyal medyanın aracısız ve pervasız hesap soran
dili, biraz olsun yorumcuları farklı maçları izlemeleri için ekran başına
oturttuğunu da düşünüyorum.
Can Öktemer