Hayatımız
giderek betonlaşmakta. Gökyüzünün maviliğini, kapatan çirkin plazalar,
gökdelenler her sabah bize çirkin bir günaydın diyor. Son yıllarda bu 'beton
yeşilliğine' itiraz edenlerin sayısı artsa da, sistemin çarklarını döndüren,
plaza iş yaşamı içerisinde, pahalı gökdelenlerde oturmak için gece gündüz
çalışan, hayata karşı kayıtsız olan, kendilerinden başka hiç bir şeyi
önemsemeyen insanlar halen çoğunluk konumunda... Son yılların en dikkat çekici
yazarlardan Hakan Bıçakcı, İletişim Yayınları’ndan çıkan son romanı Doğa Tarihi'nde hikâyesinin merkezine
yıkıcı plaza hayatını almış. Hakan Bıçakcı'yla, Doğa Tarihi'nin başkahramanı
Doğa'yı, plaza ve betonlaşan hayatımızı konuştuk...
- Son
yıllarda beyaz yakalılara dair, plaza yaşamının yıkıcılığına dair yapılan araştırmalar
dikkat çekmekte. Lakin bu durum anlatısal olarak pek işlenmiyordu. Son
kitabınız Doğa Tarihi'nde bu durumu ele aldınız. Sizi, plaza yaşamına dair bir
hikaye anlatmaya yönelten sebep neydi?
Alışveriş
merkezleri, plazalar, yeni tip siteler ile kuşatılmış betonarme ve elektronik
bir hayatın içinde geçen bir roman fikri vardı ilk başta aklımda. Bu ortamın
başrolüne uygun bir robot gerekliydi. O da Doğa oldu. Yani aslında “plaza
kadını” boyutu daha sonra, karakterle birlikte eklendi. Konunun romana
dönüşebilmesi için böyle bir karakter gerekliydi. Sonuçta ağır basan bu olsa
da, plaza hayatını anlatacağım diye yola çıkmamıştım.
- Doğa
Tarihi'nde, Doğa karakterinin, gerek sosyal medya üzerinden, gerek hayatın
içerisinde sürekli bir görünür olma ihtiyacı var. Sizce, Doğa'nın bir tür
takıntıya dönüşmüş bu ruh halinin altında yatan durum nedir?
Evet, görünme,
beğenilme ve onaylanma telaşı içinde bir karakter var romanın merkezinde. Tüm
yaşamını kendine göre değil, başkalarının gözlerine göre şekillendirmiş. Bu ruh
hali bir noktadan sonra bir tür takıntıya dönüşüyor dediğiniz gibi. Altında
yatan durumlar son derece karmaşık ve çok boyutlu ama kabaca şöyle
özetlenebilir: Yitirilmiş içerik, aşırı biçimcilikle örtülüyor. Hemen her
konuda olduğu gibi…
- Doğa, her
ne kadar iş yaşamında üst mertebelere yükselmiş, ekonomik özgürlüğüne erişmiş
bir kadın olsa da, erkek arkadaşının maço ve zengin olmasını neye bağlarsınız?
Kafasına göre
değil, bir yol haritasına göre yaşamasına bağlarım. Bu haritada hep öyle
erkekler mevcut. Köşe başlarını tutmuşlar. Ve Doğa gibi kadınlar kendilerini bu
tip adamlarla birlikte olmak zorunda hissediyorlar. Adı konmamış bir kural
gibi. Konformizm bazen, aslında sevilmeyen bu adamların koluna girmeyi
gerektiriyor.
- Plaza
yaşamına dair anlatılarda özellikle sinemada karşılaştığımız örneklerde erkek hikâyeleri
gelmekte. Siz, hikâyenizi neden bir kadın karakter üzerinden anlatmayı tercih
ettiniz?
Bunu özellikle
tercih ettim. Bizi boğan bu sistemin erkekten daha çok kadının boğazına
yapıştığını düşündüğüm için. Kadının üzerinde daha çok baskı var. Hepsi yersiz,
gereksiz, insanlık dışı baskılar. Tüm bu baskıları anlatmak, teşhir etmek,
sorgulatmak adına karakterin kadın olmasını istedim. Tabii bunun eleştirilenin
kadın olması gibi korkunç bir yanlış anlaşılmaya yol açmaması gerekiyor. Zaten
romandaki hiciv yüklü eleştirel dilden iki cins de nasibini alıyor.
- Öğrencilik
hayatını Ankara'da geçirmiş, Jean Paul Sartre gibi yazarları okumuş, rock
müzikle ilgilenmiş birinin, iş yaşamına atıldığında tam tersi bir kişiliğe
bürünmesini nasıl açıklarsınız? Sizce Doğa hayatında hiç kendi gibi olabilmiş
midir?
Kendine göre
zevkleri, merakları, ilgi alanları olan birinin bir yaştan sonra sadece dışarıdan
dayatılanlarla yetinmeye ve robot uyumluluğuyla yaşamaya başlaması çevremde
sıkça rastladığım bir durum. Açıklaması zor bir mevzu...
Kurumsal hayatın karakteri aşındıran rekabetçi yönü, içinde bulunulan toplumun
dayatmacı değer yargıları, sosyal medyanın gönüllü teşhir boyutu gibi olgular
birleşerek bu manzarayı yaratıyor sanki.
- Doğa'nın
üst düzeyde korunaklı bir sitede oturmasına rağmen üst kat komşusuna dahi
güvenmiyor. Doğa'nın insanlara yönelik bu korkusu ve çekincesinin sebebi nedir sizce?
Komşusuna
güvenmiyor çünkü onu tanımıyor. Yepyeni bir yaşam alanı vaadiyle kendilerine
satılmış o tuhaf sitede ölümcül bir yalıtılmışlık içinde yaşıyor annesiyle.
Doğa’nın kapıyı açıp komşusunu tanımadığı ve bir yabancı olduğu için onunla
iletişim kurmayı reddettiği o andan hemen önce, yani kapıya bakmadan az önce,
Facebook’ta tanımadığı birinin arkadaşlık teklifini kabul etmiş olması da
Doğa’nın absürd hayatının bir başka cilvesi.
- Son
yıllarda plaza yaşamının yıkıcılığı karşısında beyaz yakalıların örgütlenme
çabasında olduğunu görüyoruz. Romanda gördüğümüz kadarıyla Doğa'nın herhangi
bir siyasi duruşu yok. Siz, Doğa'nın, siyasi görüşünü nasıl konumlandırırsınız?
Doğa hayattan,
canlı olan her şeyden ve doğadan yalıtıldığı gibi siyasetten de yalıtılmış
durumda. Dünyadan bağımsız bir cam kutunun içinde yaşıyor. Bu kutunun cam
duvarları bazen ofisteki odasına ait oluyor, bazen alışveriş merkezindeki
asansöre... Siyasetle, tarihle ve hatta coğrafyayla tüm bağları kopmuş bir
insan Doğa. Sermaye için son derece cazip bir insan yani.
- Kitapta
dikkat çeken bir başka durum ise, kentsel dönüşüm. Hayatımız, Albert Caraco'nun
"Dünya bir süre sonra yalnızca şantiye olacak" sözünü gerçek kılacak
şekilde hızla betonlaşmakta. Siz bu gidişatımız için ne demek istersiniz?
Doğa'nın, doğaya olan ilişkisizliğini, etrafının bu kadar betonlaşmasına dair
kayıtsızlığını nasıl yorumlarsınız?
Romanda benim
için en az kentsel dönüşüm kadar önemli olan bir diğer konu da bu gidişattan
rahatsızlık duymayan, betonlaşan ve insansızlaşan çevresiyle uyum için yaşan
bir karakteri anlatma denemesiydi. Bu nedenle diğer romanlarımın aksine birinci
tekil anlatıma değil, dışarıdan bir gözün anlatımına başvurdum. Daha önce
yazdıklarımdaki gibi karakterin gözünden aktarsaydım çevre hakkında pek bir şey
yazamazdım. Çünkü karakterin çevresi hakkında pek bir düşüncesi yok. Anlatının
distopik bir havaya büründüğü noktada karaktere mesafe alan, dışarıdan bir
anlatım mecburi oluyor sanırım.
- Ali
Şimşek'in Yeni Orta Sınıf - Sinik Stratejiler
kitabında yeni orta sınıfın 90'lı yıllarda altın çağını yaşadıklarını, 2000'li
yıllardaki finans kriziyle birlikte ekonomik ve varoluşsal sorunlarla
karşılaşmış olduklarından bahseder. Siz yeni orta sınıfın geleceğini nasıl
görüyorsunuz? Sizce yaşadıkları bu kriz daha da derinleşecek mi?
Yeni orta sınıf,
çok büyük bir insan kitlesini işçi sınıfından ayırmak için uydurulmuş bir
kavram bir yandan da. Hizmet sektörü kafa emeğiyle çalışan beyaz yakalı ve kol
emeğiyle çalışan mavi yakalı işçilerden oluşuyor aslında. Ancak beyaz yakalı
olanlar, kendilerini işçi olarak görmüyorlar. Dolayısıyla işçi sınıfından
çıkmış, işçi dayanışmasından kopmuş oluyorlar. Hâlbuki özünde ha kafa, ha kol
emeği… Emek emektir. Ve kapitalist bir yapının hesabına çalışan herkes işçidir.
Beyaz yakalı kesimin büyük çoğunluğu, ağır çalışma koşullarına karşı bırakın
işçi örgütlenmesine katılmayı düşünmeyi, işçi olduklarını bile düşünmüyorlar.
Orwell’in 1984’ünde sistemin bilinçli olarak ortadan kaldırdığı kelimeler vardı
ya. İşte öyle bir şey. Diğer soruya gelirsek; bence kriz daha da derinleşecek.
Toplu delirmeye kadar yolu var bu yozlaşmış gidişatın.
Can Öktemer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder