Türkiye'de
sinemanın ilk yılları ve Osmanlı'da sinema denilince akla ilk gelen isimlerin
başında İstanbul Şehir Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim görevlilerinden
Prof. Dr. Nezih Erdoğan geliyor. Nezih Erdoğan, akademik kimliğinin
yanında edebiyatçı yönüyle de biliniyor. Geçtiğimiz yıllarda İletişim Yayınları’ndan
çıkan Büyükler Ölünce Toprağa Gömülür
eseriyle karşımıza çıkmıştı. Bugün Türkiye sinemanın ilk yılları hakkında bugün
halen yeteri kadarı bilgiye sahip olmadığımız bir gerçek. Erdoğan bu sorunun
ana nedenlerinin başında, Osmanlıca bilinmemesini ve arşivlere girilememesinden
kaynaklı olduğunu söylüyor. Nezih Erdoğan'la Türkiye sinemasının ilk yıllarını
konuştuk.
- Birçok
araştırmacı ve akademisyen, Türkiye sinema tarihini Fuat Uzkınay'ın 1914'te
çekmiş olduğu 'Ayastefanos Abidesi'nin Yıkılışı' isimli filmini başlangıç
saymakta. Fakat başka araştırmacılar da Türkiye sinema tarihini bu filmle
başlatmanın yanlış olduğunun kanısında. Sizce Türkiye sinema tarihini bu filmle
başlatmak doğru mu? Film üzerinden ortaya çıkan bu karışıklığın sebebi
nedir?
Tarih
deyince her şeyden önce kronoloji anlamamızdan kaynaklanıyor olabilir mi?
Mitlerle iç içe geçmiş, yerleşik anlatılarımız var. Bu anlatılar bir ilk ile
başlamak refleksiyle davranıyor. Biz de bu anlatıları içselleştiriyor ve tarih
anlayışımızı bu kronolojik yaklaşımın belirlemesine izin veriyoruz. Üstelik
ödevimizi de doğru dürüst yapmıyoruz. 'Ayastefanos Abidesi'nin Yıkılışı' ilk
film veya değil, ancak sözünü ettiğiniz karışıklık hayli semptomatik, bizim
akıl karışıklığımızı ele vermesi bakımından çok anlamlı. Bir sinema
yazarı bu filme ilişkin ipuçlarını Kasım ayına kadar gazetelerde tarıyor,
hiçbir şey bulamayınca belki de film hiç çekilmedi diyor. Hâlbuki Aralık ayını
da tarasa bir gazetenin bu filmin bir sinemada gösterileceğini duyurduğunu
bulacak. Bundan bir kaç yıl önce bir sinema profesörü Berkeley Üniversitesi’nde
gerçekleştirilen bir konferansta anıtın yıkılmasını gösteren üç fotoğrafın film
karesi gibi peş peşe sıralandığı bir klibi gösterip, bu ilk Türk filmi
diyebildi.
Sorulması
gereken, 'Ayastefanos Abidesi'nin Yıkılışı' filminin çekilmesiyle beraber bir
şeyler değişti mi? Bize bir şeyler oldu mu? Ne yazık ki tartışmaların bu
sorular etrafında gelişmesi epey vakit aldı. Yine de, son yıllarda serinkanlı
bir bakışın gelişmeye başladığını söyleyebilirim. Dilek Kaya’nın bu konuda
yazdıklarını okumak gerekiyor. Ana rahmine dönmek ister gibi bir ilk aramak
yerine kırılma ya da bağdaşma noktalarına, değişen bağlamlara ve süreçlere
bakmak bana daha doğru görünüyor.
- Bilindiği
üzere Fuat Uzkınay'dan önce Osmanlı'da sinema faaliyeti mevcut. Bu faaliyetler
içinde en bilineni Manaki kardeşlerin 1911 yılında çekmiş oldukları 'V.
Sultan Mehmet Reşat'ın Manastır ve Selanik Ziyareti' filmidir. Manaki kardeşler
hakkında günümüze ulaşan bir bilgi var mı? Sizce Türkiye sinema tarihi
yazılırken Manaki kardeşlerin hakkı yenmiş, ikinci plana atılmış mıdır?
Belki de
Manaki kardeşler ile ilgili yapılan araştırmalar yapanların, tezler yazanların
hakkı yenmiştir. Saadet Özen’in tezinden haberiniz var mı? Yorgo ve Sula Bozis,
Burçak Evren de Manaki Kardeşler’e hatırı sayılır bir yer veriyor
çalışmalarında. İleride bu konuda daha fazla yayın yapılacağını düşünüyorum.
- Osmanlıdan
günümüze sinemaya dair ulaşan belge ve görüntü sayısının azlığı dikkat
çekmekte. Sizce bu durumu yaratan sebep nedir? Sizce günümüze neden bu kadar az
film ulaşmıştır?
Çok temel
sorunlarımız var. Osmanlıca bilmiyoruz, arşivlere giremiyoruz. Türkiye’de
arşivleri ellerinde tutan kurumların çalışma biçimlerine bakmak ve dedikodu
yapmayı bırakıp, bunları kültür politikalarının çerçevesi içinde sorgulamaya
başlamamızın zamanı geldi, geçiyor. Biz İstanbul Şehir Üniversitesi olarak
geçen hafta (10 Ekim 2014) Osmanlı Dönemi’nde Sinema Manzaraları diye bir
etkinlik gerçekleştirdik. Osmanlı dönemine dair bulabildiğimiz tüm filmler
yurtdışındaki arşiv ve müzelerden geldi. Türkiye’deki kurumlarla işbirliği
yapmak çok güç.
-
Osmanlı'daki ilk sinema hareketinden, Yeşilçam'a bakıldığında, sinemayla
uğraşanların genellikle gayrimüslimler olduğu görülmekte. Türklerin o dönem
sinemaya mesafeli yaklaşmalarının özel bir sebebi var mıydı? Sizce,
Gayrimüslimler, Türkiye'de sinema gelişimine ne gibi katkılar sunmuşlardı?
Sinema’nın
ilk gösterimlerinin başladığı dönemde İstanbul’un kozmopolit bir karakterinin
olduğunu ileri süremiyoruz belki ama Osmanlı derken yalnızca Türk ve
Müslümanların kastedilmediğini kavramamız gerekli. Hele İstanbul çok dilli, çok
dinli ve çok etnisiteli bir şehirdi, hala öyle. Tarihçilerin sık sık dile
getirdiği görüş, ticaretin gayrimüslimlerin elinde olduğu, ticareti biraz hakir
gören “Türk”lerin kendilerini bürokrasinin çarkı içinde görmeyi tercih ettikleri
şeklinde. Sinemanın da başlarda bir ticaret olarak daha çok gayrimüslimlerin
ilgisini çekmiş olması makul görünüyor. Bununla birlikte elimizdeki veriler
Türklerin sinemadan uzak durdukları gibi bir tezi desteklemiyor. Seyirci
açısından baktığımızda sinema Şehzadebaşı’nda da Pera’da gördüğü ilgiyi belki
daha fazlasını gördü. Sigorta yıllıklarını, gazete ve hatıratları
incelediğimizde ise, Lokantacı Ali Efendi, Cemil Filmer, Halil Kamil, Kemal
Film (Sedenler) gibi film ithalatının yanı sıra yapımcılıkla da uğraşan
isimlerle karşılaşıyoruz. Bununla birlikte gayrimüslimlerin sayıca bir üstünlük
sergiledikleri apaçık bir gerçek. Buna bir de ilk yıllarda öne çıkan
gayrimüslim kadın oyuncuları ekleyebiliriz.
- Sinema
araştırmacılarının ve akademisyenlerin Türkiye sineması üzerine yapmış
oldukları araştırmaları ağırlıklı olarak Yeşilçam sineması üzerinden
yaptıklarını görüyoruz. Sizce Osmanlı'daki sessiz sinema dönemine yönelik bir
ilgisizlik söz konusu mu?
İlgisizlik
değil, ancak, eskilere gittikçe kaynaklar azalıyor. Biraz önce film arşivlerine
erişmenin güçlüğüne değindim. Ayrıca araştırma yapabilmek için önce kaynaklara
ulaşmak, sonra kaynakları ele geçirdiğimizde onları kullanabileceğimiz
gereçleri edinmemiz, metodları geliştirmemiz gerekiyor. Bu yönde ümit verici
girişimler var: Bilim ve Sanat Vakfı’nın İstanbul Şehir Üniversitesi ile
işbirliği içinde yürüttüğü Türk Sineması Araştırmaları Projesi,
yine internet üzerinden erişebileceğiniz 'Sinema – Seyir Belge Arşivi'.
Bunun yanı sıra İstanbul Şehir Üniversitesi Sinema ve Televizyon Bölümü öğretim
üyeleri – aralarında ben de varım- bir süredir “Sessiz Sinema” ve “Erken
Sinema” dersleri yürütüyorlar. 10 Ekim’de İstanbul Modern’de
gerçekleştirdiğimiz uluslararası “Osmanlı’dan Sinema Manzaraları” etkinliği de
bu yönde ilgi gören bir girişim oldu. Önümüzdeki dönemler için tasarladığımız
uluslararası sinema tarihi konferansının önemli bir odağı da Osmanlı Dönemi
olacak. Son zamanlardaki yayınlara da bakacak olursak, demek ki, giderek artan
bir ilgi olduğunu söylemek yanlış olmayacak.
- Bugün
Türkiye sinemasının hala endüstrileşemediğini ve hala bir çok eksiğinin
olduğunu görüyoruz. Türkiye'de sinemanın yavaş geliştiğini düşünüyor musunuz?
Katılıyorum.
Belki sinemanın yavaş gelişmesi iyi bir şeydir. Ancak endüstrileşme meselesinin
hala ciddiyetle ele alınmadığını görüyorum. Endüstrileşmenin sağlıklı bir
fotoğrafının bile çekilebildiğinden emin değilim. Hollywood, ABD Başkanından
Türkiye veya Avusturalya’nın Amerikan filmlerine kota koyma girişimlerini
isteyecek ve bunu başaracak kadar güçlü bir endüstri. Yeşilçam zamanında en az
Hollywood kadar film yapmakla birlikte hiçbir zaman bu güce kavuşamadı. Bunda
bir çok kurumun hatası, ihmali var. Ben bir üniversite mensubu olarak kendi
payıma bizim de elimizden geleni yapmadığımız kanısındayım. Üniversitelerde
film yapımı kadar film işletmeciliği, sinema ekonomisi, pazarlaması vb gibi
konuların artık müfredata girmesi gerektiğini düşünüyorum. Sinemanın bir sanat
olması gerektiğine o kadar şartlanmışız ki, filmlerin aynı zamanda alınıp
satılır metalar olduğunu göremiyoruz.
- Bildiğiniz
üzere, Altın Portakal film festivalinde yaşanan sansür olayı festivale
damgasını vurdu. Bu durum için ne demek isterseniz? Sizce festivaldeki bu
sansür girişimi ileride daha vahim durumlara yol açabilir mi?
Ben
entropiye inanıyorum. Her an her şey daha kötüye gidebilir, kötüye gitme
istidadı vardır çünkü ve eğer gidebiliyorsa mutlaka gidecektir. Bize düşen
direnmek.
Can Öktemer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder