Little Black Fishes
isimli kısa filmiyle 2014 yılında !F İstanbul Bağımsız Film Festivali’nde “En
İyi Kısa Film” ve Barcelona Film Festivali’nde “En İyi Sinematografi”
ödüllerini alan Azra Deniz Okyay’la sinema dilini konuştuk.
Azra Deniz Okyay (Fotoğraf: Engin Iriz) |
- Jean-Luc Godard, Çinli Kız filmindeki karakterlerden birine şunları söyletir: ‘Lumière kardeşlerin belgesel çektikleri, buna
karşılık Mèliès’in kurmaca filmler yaptığı
söylenir. Yanlış! Lumière
izlenimci filmler çekmiştir. Mèliès ise güncel
olayları yeniden canlandırmıştır.’ Çektiğiniz filmler ve videolar izlenimci
filmler ya da videolar mıdır? Yoksa güncel olayları yeniden canlandırma mı?
Yıllarca kadınların normalleşmiş ölüm haberlerini
okudum. Batman women are heroes
[Batman kadınları kahramandır] adlı videom, bu haberleri okuduktan sonra
gerçekten de sahaya inerek/kendi gözlemlerimle çektiğim bir video oldu.
Amerikan filmlerindeki vahşi/ aksiyon sahneleri benim için, Batman women are heroes’da anlatılan ve normalleşmiş
intiharları dinlemekti. Olayları tekrar farklı canlandırdığınızda -yani benim
videomdaki gibi- Batman kadınlarını, bir Amerikan filmi gibi karakterleri
büründürürseniz aynı hikâyeden esinlenerek, kadınların kendine uyguladıklarını
insanlarda daha farklı tepkilere yol açacağını düşünerek yol aldım. Hikâyeleri normalleştiren
bir toplumdayız, “kader”, “olabilir”
gibi, korkunç hikâyeleri bir film gibi izleyip kapatmak, benim en büyük derdim.
Şiddetin olduğu bir bölgedeki kadının üstündeki yük bin kez daha fazla. Bu
konuya ışık tutmak lazım.
Bir de, 1 Mayis videosunda da helikopter sesini
filmin müziğinde sürekli olarak kullandım. Son dönemlerde, özellikle Taksim’de
oturuyorsanız, duyduğunuz bu ses çok normalleşti. Çok şiddetli olmasına karşın,
bizdeki algı da o müzik kadar doğallaştı. Belgeselde kullanınca herkes aslında
bu sesle yaşadığının farkına vardı. Bir katmanı tekrarlamak değil de, bir sinemacının, bunu tekrardan farklı bir
yerde kullanması, o obje ve öğeye farklı ve günceldeki yerini daha da oraya
çıkartıp değerini verir. Bu sesin, bu hikâyelerin bizde normalleşmesi zaten durumu
çok net bir şekilde koyuyor.
-Abbas Kiarostami bir
söyleşisinde, ‘Yeni bir sinema tasavvur etmenin tek yolu izleyicinin rolünü
daha fazla kale almaktır. Bitmemiş ve tamamlanmamış bir sinema tasavvuru
elzemdir, böylece izleyici müdahale edebilir ve bir boşluğu, eksiklikleri
doldurabilir’ diyor. Kiarostami’ye katılıyor musunuz? Sizin sinemanızda
izleyiciye biçtiğiniz rolü bizlere açıklar mısınız?
Kiarostami’nin söylediği gibi, seyirciyi elinden
tutup bir yerde bırakırsanız ve o karar verip filmin anlamını çıkartır. O zaman
herkes mutlu olur sanki. Küçük Kara Balıklar
filminin sonunda bir cümle var. Seyirci bana gelip o soruyu tekrardan yöneltip,
‘Gerçekten Ermeni soykırımı olduğunu düşünüyor musunuz, tam anlayamadık” diye
soruyor. Ben de her seferinde seyirciyi düşündürtmek istiyorum. Türkiye’de hâlâ
soru soramama, cevabını anlamamazlıktan gelme veya cevabı hep değiştirme var. Ve
bu soruyu hep soruyorlar. Bir de video artta kullandığım dili sinemada
kullanmanın, yeni bir sinema oluşturduğuna inanıyorum. Seyircinin rolü olmazsa,
zaten anlamayıp o filmden kaçar. Sinemada onlara soru sormak, izleyip nereye
götürdüğünü görmek, seyircinin en güzel heyecanı benim için.
- Bir edebiyatçıyı
anmak isterim. Andre Gide’i. Andre Gide önemli olanın bakılan değil, bakış
olduğunu söyler. Sizce önemli olan bakılan mı? Yoksa bakış mı?
Annem ve babam mimardı ve küçüklüğümden
itibaren bakmakla görmek arasındaki farkı anlatmışlardır aslında bana. Beni
etkileyen başka bir isim de yazar Nezihe Meriç. Yazdığım her sahnenin bir
anlamı olduğunu, o sahneleri neden koyduğumu sorgulamam gerektiğini anlattı.
Bendeki gelişen sinema dili, videoların kurgusu da hayatta normalleşmiş “değerleri”
tekrardan incelemeyi, tekrardan yazmayı gerektirdi. Sinemacı olmak, sizin o objeyi oraya koyma ve neden oraya koyup, ne anlatmanızla
ilgili bir şeydir. Yarattığım filmlerde amacım, kadını Türkiye sinemasında daha
farklı bir yere koymak. Yere bakan adamlar yerine, bir işlevi, bir amacı olan
kadınları var. Gerçek karakterler var. Kadınlar, gerçekten sizlerin bakkalda gördüğü
kadınlar veya kız arkadaşlarınız da olabilir. Bu yeni bakış açısını çok fazla
film izleyerek kazandım. Dünya sinemasında, insan, etnik kavramları normalleştirdikçe,
yeni bir dile ulaşıyor artık. Çok katmanlı, çok kültürlü, kendi içinde göçmen
sayısı da çok olmalı ki, bizlere bir şeyler söyleyebilsin.
- There
is no censorship in Turkey
[Türkiye’de sansür yok] adlı video çalışmanızda, Türkiye’deki sansür meselesini
ele alıyorsunuz. Sansürün gündelik yaşamdaki etkilerini hatırlatıyorsunuz. 6 stops [6 durak] isimli videonuzda ise
Gezi direnişini ve polis şiddetini işliyorsunuz. Her iki videoyu mesafeli bir
toplumsal eleştiriden öte ‘radikal bir eylem’ olarak ele alabilir miyiz?
There is
no censorship in Turkey,
Abdullah Gül’ün 2010 yılında ilk internet sansürüyle ilgili verdiği bir demeçti.
Bu demeç, slogan şeklinde basına yansıdı. Sokaktaki sansür bizim için,
“normalleşmiştir” mesela. Hayatımızda birayı siyah poşete koymakla başlayıp,
kadın pedini hızlıca gazete kâğıdına sarmakla devam eden bir sansür var. Televizyondaki
sansür de aynı mantık. Yeni sinemacılar, kadın göğsünü direkt gösteremiyor,
korkuyor. Ben de There is no censorship
in Turkey adlı videomda bir odanın içinde yok olan objeleri dönüştürdüm. Videoyu
koyduktan sonra 1 ay sonra, Vimeo kapatıldı bir süre. Sonra biz de başka
internet tünellerinden, başka yollar kazarak, izleyeceğimizi izledik. Kapıyı
kullanacağımıza sürekli yan pencereden geçiyoruz. Artık bu durum eylemi geçti. 6 Stop’ın hikâyesi ise şöyle: Paris’te
Fransız bir gruba bir çekim yapmaya gittim ve ormanlık bir bölgede dumanlı bir
ortam yarattığımız anda, o duman ve kokusu bende şok etkisi yarattı ve kalakaldım.
Fransızlar, ormanın ne kadar romantik gözüktüğünden bahsederken, benim
konuşabilmem bile mümkün değildi, travması bütün bedenimi sarmıştı. 2 gün sonra
bu videoyu orada çekip, Gezi direnişini yaşadıktan birkaç ay sonra, halen en
ufak dumanın, koşunun, yaşanan olayları travmatik bir şekilde çıkartmamızdan
yola çıkarak yaptım. Baktığımız hiçbir duman estetik olamayacaktı. Baktıkça
videodaki “sakinleştirilmiş şiddet” halini yansıttığının, bir bakıma da sansür
olduğunu düşünüyorum. Çekerken Paris’teki yetkililerden izin almadım. Sabahın
ilk saatlerinde çekerken de yine bir eylemci gibiydik. Her yer eyleme dönüşüyor
ama bu durum bir o kadar da normal artık bizim için.
K Ü Ç Ü K K A R A B A L I K L A R TRAILER from azra deniz okyay on Vimeo.
- Tayyip Erdoğan 4 yıl önce Türkiye’de
yaşayan kaçak Ermeni göçmenleri kovmakla tehdit etmişti. Siz Little Black Fishes [Küçük Kara
Balıklar] adlı filminizde kaçak bir Ermeni göçmenin hikâyesine de yer
veriyorsunuz. Kaçak bir Ermeni göçmenin hikâyesine yer verme fikri nereden
aklınıza geldi?
Little Black Fishes
adlı kısa filmin karakterlerinden Maral, benim Fransa’dayken ve tam o ülkeden
biraz farklı bir şekilde, kovularak ayrılmam gerektiğinde karşıma çıktı.
Ailemin yanında Ermenistan’dan kaçak gelip, orada hemşirelik okumasına rağmen, para
kazanmak için ev işçiliği yapıyordu. Konuştuğumuz konular, hayalleri hep
aynıydı. Filmi sırf onun hikâyesini için çektim diyebilirim. Benim için müthiş
bir kadın.
Filmin
hiçbir yere ait olmamasını, tam bir “göçmen sineması” olmasını istedim. Hikâye Maral
ile benden çıkınca tam istediğim gibi oldu. Paramız olmadığından, ekibi taşımak
yerine iki ekip kurduk. Paris’te profesyonel bir ekip, Türkiye’den başka bir
ekip. Hepsi aynı fikre inandılar. Film tahminimden daha çok uluslararası
dostluk köprüleri, herkesin kimliksiz, ülkesiz olduğu bir filme dönüştü. Film,
kısa film kategorisinde olmasına rağmen 70 kişi çalıştık.
- Little
Black Fishes adlı filminizin bir diğer karakteri de Paris’te bürokrasi ile
problemler yaşayıp kaçak konumuna düşen bir Türk. Fransa’ya baktığımız zaman Le
Pen’in aldığı oy oranlarındaki artış, Paris’te göçmen mahallelerine yönelik
polis şiddeti… Göçmen düşmanlığı sadece Türkiye’ye has değil. Türkiye’de her
zaman göçmen düşmanlığı vardı. Fakat son 2-3 yıldır daha da arttı. Suriye’de
süren iç savaş yüzünden Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan Suriyeli göçmenlere
yönelik saldırılar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Yüzyıllardır göç ederek oluşmuş toplumlarız. En
büyük ülkelerin kökleri göçmüş olan ailelerden geliyor. Benim ailemde iki tarafta
göçmen. Göçmen olmak çok doğal ve bitmeyecek bir enerji gibi geliyor. Benim
filmimde savaştan kaçan değil, umutları için göç eden insanlar var. Ama
bunların kökleri de halen konuşulamayan, üçüncü kuşak, ülkelerin kendi
aralarında cevap vermediği sorulara cevap arayan gençlik. Le Pen, Fransa’da
kendilerinin kolonyalist bir toplum sayesinde oluştuklarını söylemedikçe,
göçmenleri gereksiz görecek. Ve baskı, düşmanlık devam edecek bence. Şu anda belediye
binalarında, artık Fransız olan üçüncü göçmen jenerasyonundan insanlar bizlere
bağırıyor bir kâğıt eksik olunca. Türkiye’de herkesin, göçmen olmasına rağmen,
üçüncü jenerasyonu, kendileri vermedikleri cevaptan dolayı düşman olarak
kodladığını düşünüyorum. Irkçılık insanlığın en korkunç zehri benim için. Zaten
bu düşman olan insanları başka bir yere koysanız, çırılçıplak kalırlar.
Savunacakları hiçbir şey kalmaz. Bu algıyı değiştirmek gerek. Geçen sene Altın
Portakal’da beyaz İstanbullu bir kısa filmci ile Diyarbakırlı bir çocuğu aynı
masaya oturttum. Ve hadi konuşun dedim. O gece kavga ettiler çok. Diyarbakırlı
çocuk, Kürt kimliğinin nasıl yaşanması gerektiğinden bahsetti. Sabah hep birlikte
denize girdiğimizde, Diyarbakırlı’ya denize girmesinde İstanbullu ilk yardım
edendi. Elini uzatıyordu. Bu benim için her şeyi açıklıyor. Konuşmadıkça,
anlamaya çalışmadıkça, sınırları aşamazlar.
(Azra Deniz Okyay’ın kısa filmleri ve video
çalışmaları 23 Ekim ve 13 Kasım tarihleri arasında Prizma Space’te!)
İlker
Cihan Biner
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder