Türkiye'de müzik kitaplarına yönelik ilgisizlik bilinen bir gerçek. İlginç bir şekilde dünyayı kasıp, kavuran müzik kitapları Türkiye'de raflarda tozlanmaya bırakılıyor. Murat Meriç, bu durumun genel bir ilgisizlik olduğunu, yayınevlerinin para getirmediği için müzik kitaplarıyla ilgilenmediklerini, okuyucuların da ünlülerin hayatlarının daha çok magazinsel boyutlarıyla ilgilendiklerinden bahsetmişti. Bu saptamanın doğru olduğunu kabul etmek gerek. Türkiye'de rock müziğe bu kadar ilgi var denirken, müzik kanallarında klipleri dönen bunca rock grubu varken, rock müzik tarihine ilişkin, müzisyenlerin kişisel hatıralarına ilişkin kitaplara ilgisizlik gerçekten düşündürücü. Buna bağlı olarak, yakın zamanda yayınlanan Ahmet Ertegün'ün bir anlamda Rock'n Roll tarihinin anlatıldığı biyografisi, ne de Jimi Hendrix'in biyografisine yönelik okuyucunun yoğun bir ilgisi olmadığını söylemek mümkün. Bu durumun sadece okuyucu tercihleriyle alakalı olmadığını, başta kültür endüstrisinin yönlendirmeleriyle de alakalı olduğunu söyleyebiliriz.
Bu meselenin ayrı bir yazı konusu olduğundan, tartışmayı şimdilik burada kesip, geçtiğimiz günlerde tesadüfü bir şekilde okuma şansı bulduğum, 1988 yılında İletişim Yayınlarından çıkan Bob Geldof'un "Hepsi Bu Mu" kitabı hakkında bahsetmek istiyorum. Kitap, Geldof'un çocukluk günlerini geçirdiği zorlu İrlanda günlerinden, Live Aid konserinin gerçekleştiği güne kadar yaşadıklarını anlatıyor. Bob Geldof'un bizzat kendisinin kaleme aldığı biyografisi, çocukluk hatırlarının haricinde arka fonda rock müzik tarihinin 60'ların sonundan 80'lere varan sürecini anlatması bakımından ilginç bir tarihsellik sunuyor. Bıyıkları yeni terlemiş U2'un solisti Bono'yla da karşılaşıyoruz satırlar arasında, Roxy Music'den bütün çekingenliğiyle Bryan Ferry de, bütün karizmasıyla Bruce Springsteen de arz-ı endam ediyor kitapta.
Bob Geldof, müzik tarihinin nev-i şahsına münasır müzisyenlerinden. İrlanda doğumlu, kendisi memleketinin bütün özelliklerini taşıyor; inatçı, lafını esirgemeyen biri. Bugün kendisini müzisyen kimliğiyle değil aktivist kimliğiyle hatırlıyoruz daha çok. Bilindiği gibi, 1985'te Afrika'da ki açlığa dikkat çekmek için düzenlediği ve bir çok ünlü grup ve müzisyenin katıldığı Live Aid konseri onu küresel bir kahraman haline getirmişi. Geldof, zaman içerisinde dünyadaki bir çok politikacıyla bir araya gelip fakir ülkelerinin sorunlarına dikkat çekmişti. Bununla beraber müzik dışında Alan Parker'ın meşhur The Wall filminde başrol oynamış ve kaşlarını jiletle kestiği sahne akıllara kazınmıştı.
İrlanda Günleri
'Hepsi Bu Mu?' Live Aid konseri sırasında, Bob Geldof'un konser sırasındaki artık ikonlaşmış fotoğraf karesindeki yumruğunu havaya vurma anıyla başlıyor. "Kelimler havada asılı kaldı. Kaskatı kesilmiş bir şekilde durdum, elim başımın üstüne kalktı, yumruğum, bilinçsizce, halkı selamlamak için sıkıldı... Bugün Afrika'nın her yerinde insanlar açlıktan ölüyor. Ve benim için, bu özel anda, yaşamın tüm ipleri bir tek elde, havaya kaldırılmış o elde toplanmıştı.". Geldof, kitap boyunca bütün samimiyetiyle anlatıyor yaşadıklarını. Bir rock yıldızından beklenmeyecek şekilde, kendisine dair en mahrem detaylara bile girmekten çekinmiyor kitap boyunca. Kendine güvensiz olduğunu üstünü ve fiziksel olarak çekici birisi olmadığını bütün açık yürekliliğiyle söylüyor. Anlatım tarzının da gayet edebi olduğunu söyleyebilirim. Zor bir çocukluk geçirmiş Geldof'un İrlanda hatırlarının olduğu bölümler, James Joyce'un kitaplarında ki öyküler kadar etkileyici. Zaten kitapta kendisi sıklıkla Joyce'a atıfta bulunuyor. Annesini erkek yaşta kaybediyor, kız kardeşi kan kanseriyle boğuşuyor-neyse ki bu hastalıktan kurtuluyor- babasıyla ilişkisi oldukça kötü ve ekonomik zorluklar çekiyorlar. Yaşamış olduğu bu felaketler dizisinden, kendisinden bir yaşam çıkarmaya çalışıyor, umudunu hep taze tutmaya çalışıyor. Kendisine bu konuda en büyük desteği müzik veriyor. Yağmur ve puslu havanın bir an olsun eksilmediği İrlanda'da kendisini hayata bağlan yek şey; radyodan dinlediği Little Richard parçaları oluyor. Blues efsanesinin gitarından dökülen notalar, Geldof'un ruhuna işliyor. Geldof o günleri şu cümleyle özetliyor : "İnsanoğlu en umutsuz durumda genellikle en iyi durumdadır. Fiziki olan her şey çirkin bir tutarsızlığa düştüğünde kör edici insani güzellikler ortaya çıkar."
Bob Gendof ve Rahibe Teresa |
Bob Geldof'un hayatının tümüne sirayet eden inatçılığı ve umutsuzluğa karşı direnmesinin şifreleri sanki bu cümle altında yatıyor. Geldof'un çocukluğunda karşılaştığı hayatın soğuk yüzü, onun peşini gençliğinde de bırakmıyor. Başarısız bir öğrenci olan Geldof'un ilgisini en çok çeken küçük yaşta kanına giren rock müzik ve kitaplar oluyor. Geldof'un gençliği rock'n roll dünyayı kasıp kavurduğu yıllara denk düşüyor. Beatles'ın altını çağını yaşadığı, Rolling Stones'un, The Who'nun ortalığı kasıp kavurduğu yıllar. (Kendisinin o yıllarda en beğendiği rock grupları ise; Rolling Stones, Small Faces ve The Who'ymuş.) Zaten bu yıllarda eline gitar almaya başlıyor. Hayatındaki ilk aktivist eylem olan, Nükleer Silahsızlanma İçin Güney Dublin Gençlik Kampanyası'na katılarak gerçekleştiriyor.
Kanada Günleri ve İlk Müzikal Çalışmalar
Bob Geldof, yatılı okul zamanlarından sonra İrlanda'da kalırsa sıkışmış olduğu çemberden kurtulamayacağı dürtüsüyle Kanada'ya gidiyor. Burada türlü işlerle meşgale oluyor. Rock gruplarının fotoğraflarını çekiyor, müzik dergilerine yazılar yazıyor, Beatniklerle geziyor, Allen Ginsberg'le tanışma şerefine eriyor. Hayatın içerisinde inatla tutunmaya çalışıyor, kendisine bir yön bulmaya çalışıyor. Onu müzik dünyasında başarıya götürecek Boomtown Rats'in kurulması ise bu zorlu dönemde gerçekleşiyor. Geldof, grubun ismini Woody Guthrie'nin kitabından esinlenerek buluyor. Geldof'un grubun ilk performans anını şöyle anlatıyor: "İlk saniyelerde tam bir panik vardı. Yanlış başlamış kiraladığımız P.A'den acayip sesler çıkmıştı. Toparlanıp kendimizi müziğimize verdik ve insanların dans ettiklerini gördüğümüzde inanamadık. Dans ediyorlardı ve bundan zevk aldıkları açıkça belliydi. İnanamıyordum. Bir grupta çalıyordum. Bu olağanüstü bir şeydi." Boomtown Rats, beklenmedik bir şekilde ünlü oluyor ve başarı basamaklarını hızlı bir şekilde tırmanmaya başlıyor.
Geldof, biraz garip tesadüflerin adamı, çocukluğunda veya ilk gençliğinde rock grubu kurup ortalığı kasıp, kavurma hayalleri kurmuyor; onun hayatla mücadelesi hep ayakta kalmak olmuş. Bu süre zarfında müzikten yine para kazanamıyorlar ek iş yapmak durumunda kalıyor. Bu ekonomik zorluluğa rağmen, grubun ünü giderek yayılmaya müzik listelerinin üst sıralarını zorluyorlar. Grubun, ünlü olmaya başladığı dönemde dünyada 60'ların rock müzik etkisinin giderek etkisini yitirdiği, Punk müziğin ön plana çıktığı, Sex Pistols'un müzik listelerini alt-üst ettiği dönem aynı zamanda. Punk müzikten pek hoşlanmayan Geldof, dönemin müziği için hiç sözünü sakınmadan şu tanımlamayı yapıyor: "Joyce'un ana kuralını unutmuştum. Başarılı olmak için bir İrlandalının üç şeye ihtiyacı vardı: sessizlik, kurnazlık ve sürgün. İngiliz pop endüstrisinin saçmalıkları beni daha da aklı başında olmayan yorumlar yapmaya kışkırtıyordu." Boomtown Rats, Punk'ın hükümranlığı arasından sıyrılmaya çalışıyor. Geldof ve grup arkadaşları listelerde üst sıralara tırmanırken Sex Pistols ve Queen'le tanışma imkanı yakalıyor. Bu arada Geldof'un Sex Pistols üyelerinden pek hazletmediğini kitapta onun anlatımından öğrenmiş oluyoruz.
70'lerin sonuna doğru, grup en başarılı dönemini geçiriyor. Gençliğinde ekonomik olarak zor günler geçiren Geldof'un müzikal başarısı gerçek bir başarısı hikayesine dönüşüyor. Tersanede, mezbahanelerde çalışmak durumunda kalan Geldof, Beatles efsanesi Paul McCarteney'le de tanışıyor. " O'nun Let it Be'de tekrar tekrar görmüştüm. Burada şimdi bana bir sabah Chessington'daki yatak odamda yazdığım şarkıyı soruyordu. İki yıl öncesine kadar et fabrikasında çalışıyordum."
The Wall
Geldof'un müzikal başarısı ona başka kapılarda açıyor, kendisini bir anda film setinin ortasında buluyor. İngiliz yönetmen Alan Parker, O'nu Pink Floyd'un Wall albümünden uyarlanacak bir filmde başrolü vermek için arıyor. Geldof, ilk başta Pink Floyd'tan hoşlanmadığı için filmde oynamak istemiyor. Hatta grubu, bar solcusu olarak yaftalıyor. "Tamam konu kapandı. We don't need no education. Allah kahretsin, toplumsal bilinç hastalığına tutulmuş, milyoner pop şarkıcılar tarafından yazılabilir sadece. Bar, salon solculuğu." Bugün, halen müzik tarihinin en önemli gruplarından biri olarak kabul edilen ve el üstünde tutulan Pink Floyd elemanları için Geldof'un sarf ettiği sözler ise kitabın en ilginç ayrıntısı oluyor. Fakat, Parker'ın ısrarlarına dayanamayarak filmde oynamaya ikna oluyor. Geldof, çekim sırasında sette ego patlamaları yaşandığını, Roger Waters ve Alan Parker arasında ciddi tartışmalar yaşandığından bahsediyor. Geldof, utangaçlığı sebebiyle, kendini perde de görmek istediğinden ötürü, filmi izleyememiş.
Live Aid |
Live Aid
Geldof, şöhretin zirvesindeyken uzun süredir birlikte olduğu ve çok sevdiği Paula ile evleniyor. Kısa bir ABD turu yapıyor. Grup ise yakaladığı büyük başarılardan sonra gerileme dönemine giriyor. Albümleri satmamaya başlıyor. Zor günler geçirmeye başlıyorlar. Bu zorlu süreçte sırasında, Geldof televizyonda Etiyopya halkının yaşadığı sefalet ve açlık ilgili bir haber görüyor. Etiyopyalıların, yaşadığı büyük acı ve çaresizlik Geldof'un kalbine bolyoz gibi iniyor. "İsa'dan 2000 yıl sonra, modern teknoloji çağında, insanın çevreyi etkilemiş ve kontrol altına alması konusunda bir arpa boyu yol gidilememiş gibi, böyle bir şeyin olmasına izin verilmiş korkunçtu." Bu konu da bir şey yapmak için çareler düşünüyor. İlk aklına gelen pop yıldızlarından oluşan bir plak yapmak oluyor. Sting'i arıyor ilk olarak, ondan onay alınca diğer müzisyenlere ulaşıyor. Albüm iyi satış rakamı elde ediyor. Geldof bu girişiminin sadece albüm yapmakla kalınmamasını gerektiğini düşünüyor ve pop yıldızlarının bir araya geleceği bir konser için kolları sıvıyor. Geldof'un o ana kadar yaşayabileceği en zorlu süreç başlıyor; Yapımcılarla, yüksek egolu müzisyenlere yapılan trafiği, ikna süreci. Her şey tamam denirken, bir sürü engelle karşılaşıyor. Geldof, bütün sorunların, üstesinden başarıyla geliyor. "Nasıl olduysa bir şey doğru olmuştu. Menfaatperestlik, aç gözlülük, bencillik bir an için ortadan kaldırılmıştı." Geldof, tüm İrlandalı inatçılığıyla, imkansızı başararak dünyanın gözlerini Afrika'ya çevirmeyi başarmıştı ve bunu müzikle yapmıştı. Bütün o, yüksek egolu müzisyenleri bir günlüğüne bir araya getirmeye başarıyor. " Live Aid konserini düzenlerken daha bilinçli olarak düşününce şunu fark ettim, Rock müzik yirminci yüzyılın en büyük sanat formlarından biri ayrıca uluslararası yanı da çok büyük."
Geldof'un yapmayı çalıştığı şeyin medyatik ve magazin boyutu olduğundan hep samimiyet testinden geçmek durumunda kalmış. U2'un solisti Bono'nun bugün düşmüş olduğu duruma düşme tehlikesini hep hissetmiş. "Band Aid'in parasının değerini arttırmak değil. Sorun, Rahibe Tereza'nın da yaptığı gibi sadece buraya para harcanmasını sağlamak da değildi. Amaç Batı'nın Afrika'daki bu durumu sonu gelmez bir döngüye sokan politik tutumunu değiştirmesini sağlamaktı." Geldof, Etiyopya'yı ziyaret etmeye gittiğinde peşinden gelen ve kendisini Afrikalı bir çocukla fotoğraf çektirmek için yanıp tutuşan gazetecilerle kavga etmiş. Kendisini elinden geldiğince arka plana atıp, sorunu öne çıkarmaya çalışmış. Samimiyet sorunu, insanların bu konuda bilinçlenip bilinçlenmeyeceği aklının bir köşesinde hep kalmış. Özellikle o dönem, grubun müzikal olarak geriye gitmesi, insanların gözünde Bob Geldof'un albümlerini daha çok sattırma çabası olarak algılanmış. Geldof'ta, hep bu algıyı kırmaya çalışmış.
Geldof'un çabası için, sistemin kendisini sorgulamadan eksikleri kapatma çabası olarak görülebilir. Kendisine getirilen bu eleştiri bir yerde haklı olabilir. İsteseler, hemen çözebilecekleri bir sorun için kılını kıpırdatmayan siyasetçilerden yardım dilenmesi eleştirilebilir. Fakat, halen çok ciddi bir insanlık sorunu olarak duran açlık, yoksulluk, yoksun bırakılmanın çözümü için hiç bir şey yapılmadığı dünyada, Geldof'un hayranlık uyandırıcı bir çabayla mevzunun çözümü için uğraşması cidden takdir edilesi. Modern insanın, olumsuzluklar konusunda sürekli şikayet edip kılını kıpırdatmağı bir ortamda, Geldof, sorunun çözümü için en azından mücadele etmiş, en azından denemiş... Bu bile kendisine saygı duyulmasına yeter...
Sonuç olarak, Geldof'un bizzat kendisinin kaleme almış olduğu biyografisi gerçekten çarpıcı bir çalışma. Geldof, kafasını meşgul eden her şey için sözünü sakınmadan, direk topa giriyor, hiç kimseden lafını esirgemiyor. Margaret Thatcher'in karşısına dikilip ona yaptığı yanlışları da söylüyor, İrlanda'nın baskıcı toplum yapısını da kıyasıya eleştirmekten çekinmiyor. Müzik konusunda da benzer tavır içerisinde; yeri geldi mi Sex Pistols'da, Pink Floyd'da en ağır eleştirileri alıyor Geldof'dan. Kitabı da çarpıcı yapan unsurlarda bunlar zaten, sözünü sakınmayan bir rock yıldızının samimi portresi olması.
Can Öktemer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder