Mosmor (Mark2a)
“Gillan ile Glover’ı ilk kez, Perihan ablanın dükkanında tesadüfen bulduğum ve beş sene öncesine ait Hey dergilerinin sayfalarında görmüştüm. Coverdale ve Hughes’tan önce grupta onların olduğunu o zaman öğrenmiştim. Geriden geliyordum ne yapayım... Pikabımız henüz yoktu ve ayrıca plaklar pahalıydı. Çarşıdaki kasetçinin plaktan kasete çektiği koleksiyonunda aranjman boldu, ama bunlardan yoktu. Çaresiz radyodaki TRT3’le idare ediyorduk. Yıl 1977’ydi. Onüç yaşındaydım ve grup tarihe karışalı birkaç ay olmuştu....”
1969
yılında Kraliyet Flarmoni Orkestrası ile Royal Albert Hall’da
gerçekleştirilen bir konserde Jon Lord’un bestelerini izleyicilerle
paylaşan topluluk, bir bakıma klasik müzik dinleyicisi ile rock müzik
sevenleri ilginç bir sentezde buluşturmuştu. “Child in Time”ın da
seslendirildiği bu konser, albüm haline getirilmesine rağmen
Blackmore’u tatmin etmemişti. Kendisiyle aynı fikirleri grubun yeni
solisti Gillan da paylaşıyordu ve o da sert müzik yapmak istiyordu.
Böylelikle bir bakıma Jon Lord’un grupta tek
başına sürdürdüğü liderliğin sonu gelmişti. Lord’un yazdığı "Concerto
For Group And Orchestra"yı Londra Filarmoni Orkestrası ile
kaydettiklerinde bir ilki gerçekleştiriyorlardı ama Blackmore’un tam
olarak yapmak istediği bu değildi. Gitarist, 1970 yılında Led Zeppelin
üçüncü albümünü çıkarmaya hazırlanıp, Black Sabbath da debut albümleri
Paranoid için çalışmalarını sürdürürken, hard rock esintilerinden ve
mezkûr isimlerden geri kalmak istemiyordu.
Mk2 kadrosu: Lord, Paice, Gillan, Blackmore, Glover |
Fakat
grup yeni kadrosuyla harikulade bir uyum da yakalamıştı. İddiasız ama
çok sağlam bir tekniği olan davulcu Ian Paice ile Roger Glover çok iyi
anlaşıyor, grubun soundunu özellikle konserlerde ayakta tutan iki isim
oluyorlardı. Ayrıca Glover, cana yakın, kalender kişiliği ile çabuk
arkadaş edinen, çevresini genişletme eğiliminde bir tipti ve sonraki
yıllarda Purple’ın bazı prodüksiyonlarını üstlenecekti. Jon Lord maestroydu
ve Blackmore’un istediği gibi hard rock soundunda o zamana kadar hiç
bir grupta pek rastlanılmayan klavye kullanımıyla bestelere renk
katıyor, eski vokalist Rod Evans’ı fersah fersah aşan sesiyle Ian
Gillan adeta “Bu grubun solisti benden başkası olamaz”
diyordu. Gillan, 1970’te Child in Time’daki performansıyla “Jesus
Christ Superstar” adlı rock operasının yazarı Tim Rice’ın dikkatini
çekecek ve Rice onu arayıp Hz. İsa rolünü teklif edecekti. Sonunda
operanın bestecisi Andrew Lloyd Weber’in de bulunduğu birkaç prova
sonrası stüdyo kaydında Ian Gillan bu işten alnının akıyla çıkacak,
özellikle operanın Gethsname (I only want to say) bölümündeki yorumuyla
devleşecekti.
Deep Purple in Rock 1970. |
“Deep
Purple in Rock” efsane kadroyla 1970’de çıktığında plak listelerinde
hatırı sayılır bir ses getirdi. Albüm kapağında beş gencin ABD
başkanlarından sonra Rushmore kayalarına suretlerini kazıdıkları bu
çalışmada boş yoktu. Speed King, adı üstünde hızı simgeliyordu. Child
in Time ise başta şarkıcı Mr. Scream
(Gillan) olmak üzere beş müzisyenin de ayrı ayrı becerisinin damgasını
taşıyordu. Lord’un orgu, Blackmore’un gitarı, Glover ve Paice’in sağlam
alt yapısı ve Gillan’ın çığlıkları. Albümdeki diğer şarkılardan
Bloodsucker ve Hard Lovin’ Man ise ayrı bir güzelliğe sahipti. İleriki
yıllarda rock müziğin temel taşı olarak nitelendirilecek bu albüm
piyasaya çıkmıştı lakin her şey bununla bitmiyordu. Nitekim onlar gibi
hard rock yapan Black Sabbath, gitaristleri Iommi’nin özgün riffleriyle
dikkat çekiyor, Led Zeppelin 3. albümünü çıkararak yolunda emin
adımlarla ilerliyordu. Gillan ve Blackmore’un öngörüleri
gerçekleşmişti. Şimdi sıra ikinci albümdeydi. Yalnız önce
prodüktörlerin isteğini yerine getirmek gerekiyordu. Yapımcılar radyo
için 2-3 dakikalık, kısa ve akılda kalıcı bir single istiyordu. Bu
amaçla stüdyoda iki arada bir derede bir zaman diliminde ortaya çıkan
ve grubun da başlangıçta ciddiye almadığı “Black Night” bu dönemin
ürünü oldu ve yıl içinde radyoda en çok çalınan şarkılar arasında ilk
sıraları tuttu, sonraki yıllarda bazı proto-metal gruplarına ilham
verdi. Tıpkı Black Sabbath’ın terminolojide albüm fuller
şeklinde tabir edilen ve yer doldursun diye aynı şekilde Iommi ve
Butler’ın bir kaç saatte oluşturdukları Paranoid’in bir anda radyolarda
en çok bilinen ve ilgi gösterilen Sabbath şarkısı olması gibi.
1971’de
çıkan “Fireball” ilki kadar bütünlüklü olmasa da sağlam parçalar
içeriyordu. Bu kadroyla yapılan ilk albümdeki kadar kadar sert tonlar
yoktu ama grubun tüm becerisini yansıtıyordu. Özellikle Ian Paice’in
davulda, Glover’ın da bas gitarda harikalar yarattığı albüm, aynı adı
taşıyan Fireball, The Mule ve Fools ile grubun altın dönemini yansıtan
iyi bir çalışmaydı. Ayrıca Lord’un Fireball’daki solosu da hiç yabana
atılır gibi değildi ve Deep Purple’ın diğerlerinden neden bu kadar
özgün olduğunu simgeliyordu. Fakat grubun yapacağı asıl büyük iş bir
sene sonra gerçekleşecekti.
Ian Gillan 1972 ve 2012 |
1972
yılında çıkan ve Montreux’da kaydedilen “Machine Head” birbirinden
güzel yedi şarkı içeriyordu. Grubun klasikleri arasında en başta
sayılacak Smoke on the Water, Highway Star, Pictures at Home, Space
Trucking, bunlara ilave olarak grubun dillere destan teknik üstünlüğünü
yansıtan Never Before, May be I am a Leo ve Lord ile Blackmore’un büyük
müzisyenliklerini gösterdiği unutulmaz Lazy. Grup zirvedeydi artık. Her
konserleri olay oluyordu ve dünyanın en gürültücü topluluğu olarak ün
salmışlardı. Başlangıçta albümün ağır topu olarak bu satırların yazarı
hâkirin de grubun en güzel eseri olarak nitelendirdiği Pictures of Home
umuluyordu. Fakat grup üyelerinin kaldıkları otelde, bir gün
sonra konser verecekleri salonun cayır cayır yanışını
seyrederken, Blackmore’un tıngırdattığı basit bir ezgi, sonradan
diğerlerini bir anda silip süpürecekti. Smoke on the Water böyle bir
tesadüf eseri ortaya çıkmıştı. Grubun konser vereceği alanda daha önce
Frank Zappa ve grubu sahnedeyken bir seyircinin ateşlediği maytap
ortalığı tutuşturmuş ve büyük bir yangın çıkmıştı. Bu şarkıyı
yazmalarına ilham veren olay buydu ve günümüze kadar bütün zamanların
en çok coverlanan parçalarından biri olacaktı. Özellikle şarkının
girişinde Blackmore’un kullandığı riff, sonraki yıllarda rock müzikle
ilgisi olsun olmasın herkesin kulağına bir yerden aşina olabilecek
kadar yaygınlaşacaktı.
1972’de
Deep Purple o yıla kadar konser albümlerine pek yüz vermese de Made in
Japan adında bir konser albümü çıkardı. Prodüktörlerden biri eline
geçen korsan bir kaydın umulmayacak kadar temiz ve net olduğunu görünce
bunu plak şirketine önermiş, onlar da grubun onayıyla bir konser albümü
oluşturmuşlardı. Yıllar sonra ortaya çıkan gerçek ise daha farklıydı.
Topluluk konser albümü çıkarmaya pek taraftar olmadığı için, bu
kayıtları bizzat şirketin ses teknisyeni konserler sırasında gizli
gizli titizlikle oluşturmuştu ve kayıtların bu kadar net olmasının
sırrı buydu. Zaten Japonya’daki o konserde de stüdyo kaydından farksız
bir şekilde çalıp, söylemişler, “Child in Time”da da seyircinin
katılımıyla muhteşem bir ambiyans yakalamışlardı. Plak şirketi de bu
albümün çıkması için baskı yapınca rock tarihinin en iyi konser
albümleri arasında ilk sıralarda yer alan Made in Japan ortaya
çıkmıştı.
Gillan ve Blackmore |
Grubun
birbiriyle uyumlu ve en güzel bestelerini ortaya çıkardığı bu dönem,
tüm muhteşemliğine rağmen 1973 yılına doğru sarsıntıya uğramıştı. Beşi
de çok yetenekli ve kişisel egoları da aynı oranda aşırı yüksek
müzisyenler arasında bir takım sorunlar ortaya çıkmaya başlamıştı.
Başrollerde ise Blackmore ve Gİllan vardı. Grubun dünyaca ünlü olmasını
sağlayan besteler beş kişinin ortak çalışması gibi görünse de bu beş
isimden ilk ikiyi paylaşan hep Blackmore ve Gillan’dı. Gruba katıldığı
ilk yıl turnelerde Blackmore ile aynı odayı paylaşan Gillan’la gitarist
arasında başlangıçta su sızmıyordu. Fakat Gillan’ın iki yıl gibi kısa
bir sürede rock müziğin en iyi birkaç sesi arasında sayılması ve
fazlaca ön plana çıkması Blackmore gibi egosu yüksek ve kendini
topluluğun lideri sayan biri için rahatsızlık vericiydi. Grubun
davulcusu Paice sonraki yıllarda o dönem için şöyle söylemişti: “Ritchie
kimi zaman dünyanın en kolay adamıydı, istediğinizi yaptırabilirdiniz.
Fakat inadı tuttu mu da her şeyi mahvedebilecek bir tipti.”
Şüphesiz bunlar doğru sözlerdi. Fakat Gillan’ın da kabahatleri vardı.
Ortaklaşa aklın oluşturduğu ilk üç muhteşem albümden sonra yeni albümün
stüdyo kayıtları sırasında garip bir isteğe kapılmıştı. Grubun önce
müziği kaydetmesini, kendisinin de onlardan sonra tek başına stüdyoda
kayda girmek istediğini söylüyordu. Sanki Deep Purple kendisinin şahsi
orkestrasıydı. Bu saçma istek, gariptir Blackmore dışındakileri
kızdırmasa da gitaristi haklı olarak küplere bindirmiş, en kısa zamanda
Gillan’ın ipini çekmek için gün saymaya başlamasına yol açmıştı.
Roger Glover, Rainbow yıllarında. |
Topluluğun
bu kadroyla yaptığı dördüncü ve son albüm olan Who Do We Think We Are,
önceki muhteşem örneklere nazaran biraz tatsız tuzsuz bir çalışma
olmuş, fakat yine de grubun şöhreti nedeniyle plak listelerinde üst
sıralara tırmanmıştı. Eserler her zaman olduğu gibi katkı sırasıyla
Ritchie Blackmore, Ian Gillan, Roger Glover, Jon Lord ve Ian Paice’a
aitti ama albümün şanını kurtaran yegane yapıt "Woman from Tokyo"ydu.
Nihayet Japonya’da yapılan bir konser sonrası Ian Gillan daha fazla
baskıya dayanamadığı gerekçesiyle topluluktan ayrıldı. Bir süre sonra
onu takip eden kişi ise basçı Roger Glover oldu. Ian Gillan hem eski
Episode Six’ten arkadaşıydı hem de asıl önemlisi Glover, Gillan’sız bir
Purple’da gelecek göremiyordu. Elbette Glover’ın ayrılma tercihinde
Gillan’a olan arkadaşlık ve vefa duygularından söz edilebilirdi ama
sonraki yıllarda Glover’ın, Blackmore’un 1975’te kurduğu Rainbow’da
1979’dan 1984’e kadar yıllarca bas gitar çalması da ayrı bir gerçektir.
Fakat yukarıda andığımız gibi vefa duygusu da her zaman Glover’da
mevcuttu. 1976’daki Butterfly Ball projesinde Ian Gillan’a da yer
vermiş, onun müzikle olan bağının kopmaması için çabalamıştı. Aynı
konser dizilerinde o zamanın Deep Purple solisti Coverdale’i ve
Purple’a kendi yerini doldurmak için gelmiş olan Glenn Hughes’u
da konuk edecek kadar kin tutmayan ve profesyonel bir sanatçı olduğunu
göstermişti. Fakat Gillan’ın durumu gerçekten kötüydü. Sonraki yıllarda
“Deep Purple benim her şeyimdi” diyecek kadar gruptaki günlerini
arayacaktı.
Rock
dünyasının en büyük seslerinden sayılan Gillan’ın alkol alışkanlığı
topluluktan ayrıldıktan sonra daha da artmış, solo kariyerinde
karşılaştığı güçlükler, özel hayatındaki mali problemler ve kurduğu
grupların Deep Purple kadar başarılı olamaması bir süre müziğe ara
vermesine bile yol açmıştı. Hatta rivayet odur ki aşırı alkol ve sigara
yüzünden 1982’de sesini kaybetme noktasına gelecekti. Kısaca Black
Sabbath’ın vokallerini üstleneceği 1983 yılına kadar geçecek on yıl
Gillan için çok zor olacaktı.
Deep Purple mı? Onlar, efsanevi vokali ve basçısı olmadan yoluna yeni isimlerle devam edecekti!
Orhan Berent
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder