Hayata
karşı gardınızı almazsanız her an nereden geldiği belli olmayan bir yumruk
tarafından yere yıkılabilirsiniz. Gerçi hayat karşı, gelmiş geçmiş en iyi
savunmayı yapsanız da, Rocky Balboa da olsanız, o yumruk suratınıza en az bir
kere inecektir. Bundan kaçış yoktur; çünkü hayat galip gelinebilecek türden
maçlardan değildir. Aylin Balboa, ilk kitabı Belki Bir Gün Uçarız’da bu
halet-i ruhiyeyi anlatıyor; küçük ve büyük yenilgileri sıralıyor. Motor kazası
sonrası komada yatan ağabeyi, göçüp giden babayı, metropol ilişkilerini,
rutinleri, delirmeleri, kısa ama etkileyici hikayelerle kaleme alıyor. Aylin
Balboa’nın hikâyeleri günlük tadında, cümleleri samimi. Bazen öfke, bazen hüzün
ve bazen kahkaha geziniyor metinlerde. Zamansız yağan yağmurlu bir havada sizin
gitmek istediğiniz yeri alsa beğenmeyen taksiciler, Hulusi Kentmen
babacanlığıyla uzaktan yakından alakası olmayan, hayattaki bütün işleri size
kötü evleri beğendirmeye çalışan emlakçılar, mahşeri kalabalığın bir an olsun
azalmadığı insanın ruhunu kemiren doğalgaz sırası, geçiş üstünlüğü her zaman
devlet büyüklerinde olan yollar...
Aylin
Balboa’yla şehir içerisinde cinnet geçirmeye müsait şekilde dolaşıyoruz,
ellerimiz arkamızda, kaşlarımız çatık. Balboa’nın öfkesi uzun sürmüyor,
koyulaşmıyor, kendisi de anlatmış bir söyleşisinde. Soyadını ilham aldığı Rocky’nin
sürekli dayak yediğini, son anda bir yumruk atarak maçı kazandığını anlatmış.
Balboa, işte o son yumruğu atmaya çalışıyor genellikle. Dünyanın, özellikle
İstanbul’un kaostan yaratıldığını ve bu kaosa karşı geliştirilen panzehirin
gülümsek olduğunu iyi biliyor. “Gülmeyen insanlardan çok korkuyorum. Hayata
katlanamadığımız için espri yapıyoruz” demiş biri... Kim demiş? Mühim değil,
doğru demiş nihayetinde. Elbette mesele, mizah ya da ironi değil sadece.
Dünyanın bütün kalbi
kırıkları birleşin
Aylin
Balboa bize şunu hissettiriyor, bu dünyaya sıkı sıkıya sarılanlar var elbet ama
bunu asıl yapması gerekenler galiba, kalbi kırıklar, feleğin sillesini yemiş
olanlar. Maç bitmedi diyor bize. Tek tek, yan yana nasıl sıralarsak sıralayalım
acı hikâyeler anlatsa da… İnsanı acılaştıran, başkalaştıran hatıralar… Ölümden
daha ağır, daha vahim ne var ki bu dünyada? Balboa’nın anlattıkları kalbinizin
üzerinden buldozer geçmiş gibi hissettiriyor. Zamansız ve kötü haber vereceği
her çalışından belli olan telefonlar, hastanede bir yakınızın iyileşmesini
beklerken karşınıza çıkan kafasında dikiş izleri olan çocuk… “Hiçbir şeye
benzemeyen bir şey yaşadığınızı düşünürken benzer bir şey yaşayan biriyle
karşılaştığınızda duyduğunuz sevinç neresinden baksanız acıklıdır.”
Aylin Balboa (Kaynak: Hürriyet) |
Orada
durmuyor ama metin, balkona çıkıp bir sigara içip geri dönüyor eve. Genç
olduğunu hatırlıyor, âşık oluyor, aşk acısı çekiyor, geçmişi hatırlıyor,
yaşlandığını düşünüyor, herkese birbirine benzeten tüketim klişelerine
kapılıyor, sürükleniyor... Sürükleniyor. Hayatın kendisi de hayal kırıklarının
toplamı değil mi zaten? Aylin Balboa da bu durumu iyi biliyor olacak ki,
insanlığı dünyanın acımasızlığına karşı uyarmayı eksik etmiyor: “Dünya derdi
olan insanları taşıyacak kadar şefkatli değil. Silahlarımızı kuşanmak zorundayız.”
Yakıcı
yazın etkilerinin azaldığı, havanın erken kararmaya başladığı, dışarıya
çıkarken üstümüze kalın bir şeyler aldığımız mevsimlerin sultanı sonbahara
adımımız atmış bulunuyoruz. Sonbahar aynı zamanda okunmayı beklenen şahane
kitapların, kendilerini göstermeye başladığı dönemdir. Balboa, bu tanıma uygun
yazarlardan. İlk kitabıyla sıkı bir giriş yapıyor edebiyat dünyasına. Belki Bir Gün Uçarız, hayatın yıkıcılığı
karşısında ne yapacağını bilemeyenlerin, hiç bitmeyecekmiş gibi duran kaosun içinde
debelenenlerin, kalbi kırıkların hikâyesi...
Bitirirken,
kesin bilgidir yayalım; “Hayat kitaplarda durduğu gibi durmuyor.”
Keşke
dursa...
Can Öktemer
* Bu yazı, Cumhuriyet Kitap
ekinin 30 Ekim 2014 tarihli 1289. sayısında yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder