Medeniyetin beşiği söylemleriyle, hamasi bir biçimde övündüğümüz memleketimizde, tarihle, tarihi yapılarla olan ilişkilerimiz hep sorunlu olmuştur. Binlerce yıllık, kültürel hazine değeri taşıyan yapılar, ya kaderine terk edilmiş ya da duvarlarına yazılar yazılmış, taşları çalınmış, hırpalanmıştır. Bu tahribatlar salt vatandaş düzeyinde değil, bizzat devlet tarafından da gerçekleşmiş. Arkeolojik eselerin yanından yollar geçilmiş, ek duvarlar örülmüş yetmemiş üstüne basılmış hatta yıkılmış. Bu sorunlu ilişkiyi, arkeolojinin milliyetçilikle ilişkisini ve Türkiye'deki arkeologların sıkıntılarını, Türkiye'de bir çok yerde kazılara katılmış, bu konu hakkında makaleler yazmış, akademisyen İsmail Gezgin'le konuştuk.
-Geçtiğimiz günlerde şahit olduğumuz Zeugma antik kentinde çıkarılan üç yeni mozaiğin üstüne basılması, uzun süre tartışıldı. Buna benzer bir olaya da Marmaray'ın inşaatı sırasında Recep Tayyip Erdoğan'ın ağzından "üç-beş çanak, çömlek için inşaat durmaz" sözüyle şahit olmuştuk. Bu örneklere ek olarak da en son, İshak Paşa Sarayı'nın restorasyon sürecindeki garipliğine de tanık olduk. Türkiye'nin genel olarak tarihle, tarihi eserlerle olan sorunlu ilişkisini nasıl yorumlarsınız?
Öncelikle söylemek isterim ki, Arkeoloji Türkiye’nin kaderidir, geçmişin bize aktardığı genetik mirasıdır. Biz istesek de istemesek de bu topraklarda yaşadığımız sürece bu mirasın birikimi üzerinde yaşamaya mecburuz ve hatta bu birikimle birlikte yaşamaya mecburuz. Toprağın, tarihin biriktirdiklerinden yararlanmalı, geleceğe dair çıkarımlarda bulunmalıyız. Çünkü arkeoloji ve arkeolojik eser müze doldurmak için değildir. Bu dünyanın, senden önce yaşamış insanın, kültürün birikimlerini öğrenme sanatıdır. Arkeoloji geleceği inşa etme aracıdır. Sizin sorunuzdaki bu örnekler insan-arkeoloji ilişkisinde, özellikle de arkeoloji yönetimi açısından, gerçekliğe tekabül etmez. Arkeologların, arkeoloji öğrencilerinin toz-toprak içinde günlerce, aylarca emek verip iğneyle kuyu kazarak çıkardıkları, bırakın basmaya bakmaya kıyamadıkları bir arkeolojik materyale ayakkabılarla basmak her şeyden önce o insanların emeklerine haksızlık olur. Elbette, bu mozaikler üzerine bir kez basılmakla aşınmayabilirler (ama kırılıp, dağılabilir, çözülüp zarar görebilir- bu olasılık topuklu ayakkabılarla basılınca her zaman vardır) ancak basına yansıyan bu resmin sembolik bir anlamı da vardır. İdari sınıfın temsilcilerinin bir eski eserin üzerinde resim vermelerinin sembolik anlamı, onu tahrip etmekten daha fazla zarara yol açmaktadır. İki bin yıl önce yapılmış, onca yıl toprak altında kaldıktan sonra büyük bir emek ve maliyetle açığa çıkarılmış, dünya mirası açısından paha biçilmez eserlere, bürokrasinin önemli aktörlerinin verdiği değerin resmidir bu. Aynı şey Marmaray’ın inşaatı sırasında cereyan eden olay için de söz konusudur; Arkeolojinin kalkınmanın önünde bir engel teşkil ettiği devletin en üst kademesi tarafından dillendirilmiştir. Oysaki uygarlık, doğa ve kültürle uyumlu olmalıdır; geçmişi yok eden bir gelecek tasavvuru olamaz. Bakın dünyaya, bir uygarlık çöplüğü gibi her yer harabelerle dolu. Doğaya, geçmişe hoyrat davranmış hiç bir kültür hayatta kalmayı başaramamıştır. Geçmişin kılavuzluğunu kabul etmeliyiz; gelecek yolculuğumuz ancak bu şekilde güvenli olabilecektir. Öte yandan İshak Paşa Sarayı’nın restorasyonu en iyi ifade ile bir skandaldır; benzin istasyonu ile AVM arasında bir hilkat garibesine dönüştürülmüş. Bu da göstermektedir ki, restorasyonun ne olduğuna dair düşüncelerimizde bir sakatlık var... 2009 yılında İshak Paşa Sarayı’ndaki bu restorasyonu ilk gördüğümde “benzin istasyonuna” benzetmiştim. Ama bugün AVM görünümüne dönüştürülmüş...
-Osmanlı'da ve Cumhuriyet döneminde tarihi eserlere yönelik nasıl bir koruma kanunları vardı? Bugün için mevcut koruma kanunları, tarihi eserleri korumaya yeterli mi?
Arkeoloji ile Osmanlı arasındaki ilişkiler aslında Tanzimat’la birlikte başladı. 1880’lerden itibaren ciddi bir ivme kazandı ki bunda Osman Hamdi Bey’in katkısı çok büyüktür. İlk ciddi yasal düzenlemeleri Osman Hamdi Bey yapmıştı. Bugün güncellenmiş olmakla birlikte hala aynı mental istikamette giden bir yasal zemin üzerinde hareket ediyoruz. Mutlaka eksikleri var ama asıl sorunumuz hayata geçirmede. Son yıllarda ciddi bir envanter çalışması bağlatılmış olmakla birlikte halen dört başı mamur bir “arkeoloji envanteri” bulunmamaktadır. Diğer yandan da coğrafya üzerinde var olan yasal düzenlemelerin bir gerçekliği yoktur. Arkeolojik, tarihsel kimi veriler, doğanın ve kaçakçıların kaderine terk edilmiştir. Pek çok arkeolojik sit alanında kaçak kazılar devam ediyor... çünkü pek çok ören yerinin korunmasını sağlayacak güvenlik görevlisi bulunmamaktadır. Arkeologların yazın bin bir emekle çalıştıkları kimi arkeolojik yerleşimler sezon sonunda yalnızlığa ve tahribata mahkum edilmektedir. Bu nedenle de asıl ihtiyacın ciddi bir arkeoloji ve kültür mantalitesi inşa edecek bir politika oluşturmak olduğunu düşünüyorum.
- Türkiye arkeolojisinin milliyetçilik ilişkisi olduğundan bahsedilir, hatta arkeolog Remzi Oğuz Arık, Türk arkeolojisinin temelinde Türk milliyetçiliğinin ruhunun yattığını ifade etmektedir. Bu anlamda bu ruh halinin tezahürlerini hangi örneklerle açıklayabiliriz? Bugün de bu anlayışının benzer izlerini görebilir miyiz?
Arkeolojiyi diğer bilimler gibi Batı’dan ithal etmişiz. Özellikle de arkeolojinin başlangıcını 19.yy olarak tespit edebiliriz. Burada 19. yy’ın Avrupa’da “Uluslaşma Süreci” olduğunu, bütün Avrupa’nın kendilerine “şerefli” bir geçmiş inşa etme çabasına giriştiklerini unutmamak lazım... Cumhuriyet’in kuruluşu ve “Ulus Devlet” inşasında ihtiyaç duyulan geçmiş için arkeolojiye ihtiyaç duyulmuştur. Bu nedenledir ki Cumhuriyet’in ilk kuruluşlarına “Sümer” ve “Eti” isimleri verilmişti. Etnik kimliğin kültür kökenlerini aramak ve bulmak arkeolojinin sırtına yüklenmişti. Bu yüzden, “Güneş-Dil Teorisi” için ihtiyaç duyulan “şanlı geçmiş” arkeologların performansına bağlanmıştı. Bu yıllardaki “milliyetçilik” vurgusunu görmek için 1932 yılında yapılan ve yayımlanmış olan 1. Türk Tarih Kongresinin bildirilerine bakmak mümkündür. Avrupa’da öteden beri süren “Ari Irk” tartışmalarına Genç Cumhuriyetin arkeolog ve tarihçilerinin de katıldığını görmek şaşırtıcı değil. Tüm dünya kültürünün Türkler tarafından oluşturulduğundan, Akdeniz havzasındaki tüm uygarlıkların Türkler tarafından kurulduğuna kadar uygarlık sürecini Türkleştirme ihtiyacı açıkça görülebilmektedir. Bu konuyu yaklaşık 15 yıl önce yazdığım ve bloğumda yayınladığım “Milliyetçiliğin Arkeolojisi” (http://ismail-gezgin.blogspot.com.tr/2012/05/milliyetciligin-arkeolojisi-uluslasma.html) başlıklı yazımda özetlemiştim.
Bugün de bu anlayışı devam ettirmek isteyen bir kesim var elbette. Aslında şöyle söyleyebilirim, 1940’lara gelindiğinde bu teorilerin ve milliyetçi yaklaşımların yanlışlığı anlaşılmış ve vazgeçilmişti. Ancak, bazı insanların halen bu eski “kafatasçı” bilimsel yaklaşımdan medet umduklarını söylemek de mümkündür. Bununla birlikte arkeologların bu tür eğilimlere sıcak bakmadıklarını söyleyebilirim. Devletçi bakıştan uzak inşa edilecek bir kültür mirasıyla arkeologlar harikalar yaratacaklardır.
-Bildiğiniz üzere Osmanlı döneminde ve Cumhuriyetin döneminde tarihi kalıntılara yönelik ciddi tahribatlar var. Bu tahribatların arkasında sizce hangi motivasyonlar vardı?
Osmanlı döneminin son bir kaç on yılı hariç zaten bir arkeoloji algısı yoktu ve tarihi kalıntıların yıkılıp yok edilmesi veya başka yerlere taşınması bir tahribat olarak bile görülmüyordu. Kültürel ve dinsel kimi algılar eski eserin tahribatını kolaylaştıran nedenler olarak kabul edilebilir. Bu toprakların derinlerinde yatan arkeolojik mirasın “bize” ait olmadığı düşüncesi bu tahribatta en büyük rolü oynamıştır diye düşünüyorum. Öte yandan geçmişin ne işe yaradığını anlayan bir entelektüel birikimin eksikliği de söz konusu edilebilir. Batı’nın bu “taş”lara abartılı ilgisi şaşkınlıkla karşılanıyordu. Osmanlı’da arkeolojiye duyulan ilginin ortaya çıkmasında yurtdışında eğitim gören bir grup Osmanlı aydının rol oynadığı söylenebilir. Osmanlı’nın çöküşü ve Avrupa’nın yükselişini arkeoloji ve tarihe duyulan ilgiyle açıklamaya çalışan bir avuç insan neticesinde Osmanlı topraklarında arkeolojiden söz edilmeye başlanmıştı. Öte yandan Cumhuriyet döneminde “etnik kimlik” ve “ulus devlet” inşa etme sürecinde ihtiyaç nedeniyle arkeolojiye ilgi bir hayli artmıştı. Özellikle Anadolu topraklarında yaşamış bazı eski kültürlerin, devletin inşa etmek istediği “ulus devlet” kimliği ile olan benzerliği arkeolojiye duyulan motivasyonun artmasına yol açmıştı. Ancak şu bir gerçektir ki kimi “şoven” duygular tahribatın asıl nedenidir. Bir de elbet bireysel, maceraperest çıkarlar bu tahribatın yayılmasında rol oynamıştı. Çok ilginç örnekler var; bir tanesini vermek istiyorum müsaadenizle. İstanbul’da yaklaşık 400 bin yıl boyunca insanlara ev sahipliği yapmış Yarımburgaz Mağarası’nın tahribatı gerçekten de ibretliktir. Bu mağara uzunca bir süredir sinema sektörünün ihtiyaç duyduğu doğal dekor olarak kullanılmaktadır. Burada çekilen bazı filmler tahribatın boyutu ve arkeolojik esere verilen değeri gözler önüne sermeye yetmektedir. “Dünyayı Kurtaran Adam”, “Ali Baba ve Kırk Haramiler”, “Küçük Ağa” ve hatta son dönemlerin en çok izlenen dizilerinden “Muhteşem Yüzyıl”... Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Mağaranın içinde dinamitler patlatılmış, dekor olarak havuza ihtiyaç duyulması üzerine havuz kazılmış... Amerika’nın insanla ilişkisi yaklaşık 15 bin yıl önce başlamış. Bu mağaranın 400 bin yıllık bir geçmişe tekabül ettiğini düşünürseniz, önemi kendiliğinden anlaşılacaktır...
-Bir taraftan yaşadığımız coğrafyayı medeniyetin beşiği olarak tanımlayıp, hamasi söylemlerle reklam yapıyoruz. Diğer taraftan bu medeniyetlerin geçmişleri, tarihleri hakkında ciddi bilgimiz eksikliğimiz var. Siz bu durumu nasıl değerlendirirsiniz? Kültür tarihçiliği konusunda eksik kaldığımızı düşünüyor musunuz?
Doğrusunu söylemek gerekirse arkeolojik materyalin ne işe yaradığını tam olarak bildiğimizden şüphem var; bürokrasinin üst kademelerinin farkında olmadığı bir realiteden söz ediyorum. Dünya gündemini ellerinde tutan ve geleceği tayin etme iddiasında olan tüm ülkelerin arkeolojiyi el üstünde tutan ülkeler olması bile tek başına ne demek istediğimi anlatmaya yeterlidir. Öte yandan siyasi, ekonomik ve kültürel açıdan kötü durumdaki ülkelerin arkeolojiye duydukları ilgisizlik de bu tezimi destekleyebilir. Elbette bir ülkenin dünya üzerindeki yerini sadece arkeolojiye verdiği önem belirlemez. Ancak çok önemli bir gösterge olduğunu söylemeliyim. Bir taraftan arkeoloji konusunda uluslararası kimi anlaşmaları imzalayan Türkiye’nin içeride sözünü tutamadığı hepimizce malum... Anadolu coğrafyası, daha hızlı hareket eden Afrika kıtasının, daha büyük ve daha ağır ilerleyen Avrasya kıtasına uyguladığı ittirme gücünden milyonlarca yıl önce oluşmuştur; genç bir kara parçasıdır ve bu oluşumun etkisiyle doğu-batı yönelimli sıradağlarıyla kolay geçit verir bir coğrafyadır. Bu özellikleri insan iskanını kolaylaştırmış, gelip geçmek isteyenlere yol sağlamıştır. Gerçekten de bu coğrafya uygarlık sürecinde çok önemli bir öneme sahip. Son yıllarda özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki arkeolojik keşifler bunun ispatı olarak gösterilebilirler. Göbeklitepe, Çatalhöyük dünyada benzeri olmayan arkeolojik varlıklardır. İngiltere’nin Stonehenge’i ile Göbeklitepe aynı kültürel yaşamın ürünüdürler ve Göbeklitepe, İngiltere örneklerinden yaklaşık 7 bin yıl daha eskidir. Ne yazık ki arkeologların edindiği bilgilerin ülkenin kültürel birikimine bir katkısı yok. Çünkü edinilen bilgiler, ne eğitime yansıyor ne de kültürel birikime. Elbette bunun en büyük müsebbibi kültür politikasının olmaması. Arkeolojiyle ilgili mevzular halen tali görülüyor, önemsenmiyor. Arkeologların yaptıkları çalışmalarda açığa çıkan verilerin turistik öneminden başka bir önemi olabileceğini kavrayamadık, bu birikimi hayata geçiremedik. Ben halen bu körlüğün asıl nedeninin etnik, dinsel ve kültürel engeller olduğunu düşünüyorum.
-Kentsel dönüşümün baş döndürücü bir hal aldığı zamanlarda yaşıyoruz. Bu bağlamda kentsel dönüşümler karşısında tarihi sit alanları ve kalıntıları korumak için neler yapılabilir?
Kentlerin yaşamını insanların yaşamlarına benzetiyorum. Bir insanın geçmişini bilmezseniz onun potansiyelini ve gelecekteki seyrini belirlemek veya tahmin etmek de mümkün değildir. Onun kişisel tarihi kimliğini oluşturan en önemli öğedir. Kentlerin de kimlikleri vardır ve onların kimliklerinin de en önemli kısımlarını geçmişleri oluşturmaktadır. Kentin arkeolojisinden, geçmişinden ve kültüründen uzak bir yaşamın hem kent için hem de o kentte yaşayan yurttaşlar için işkenceye dönüşeceğini görmek için kâhin olmaya gerek yok. “İnsan yaşadığı yere benzer” demiş ya şair. Yaşadığınız yerin arkeolojisine, tarihine, kültürüne vurulan her darbe, üzerinde yaşayan insanın kimliğine, aidiyetine vurulmaktadır; bunu görmek gerekir. Ciddi bir aidiyet sorunumuz var; cennet gibi bir ülkede yaşamamıza rağmen bir aidiyet geliştirememiş olmamız ilginç değil mi? Betonla aidiyet ilişkisi kurulmaz, tarihle, kültürle, kimlikle aidiyet duygusu inşa edilebilir ancak. Bir ülkede, kentte, köyde yaşayanların aidiyet sorunu yaşamalarının nedeninin, yaşadıkları yerin geçmişiyle yüzleşememelerinden, onun potansiyelini bilmemelerinden, tanımamalarından kaynaklandığını görmemek için gözleri bilinçli olarak kapatmak gerekir. İnsan bilmediği bir ülkeyi, kenti, köyü nasıl sevebilir ki? İnsan nasıl benzesin yaşadığı yere? Neye benzeyeceğini bile bilmezken... Bu saydıklarımın kentleşme ve kültür politikalarında izini dahi göremiyoruz. İnsan sadece yaşayan bir varlık değildir; aynı zamanda milyonlarca yıllık bir kökene sahip, kökleri milyonlarca yıl öncesine giden bir varlıktır. Onun yaşamına dair tüm tasarruflarda bu noktanın öncelikli olarak dikkate alınması gerekir. Tüm kentsel planlamaların kırmızı çizgisi arkeolojik ve tarihsel miras olmalıdır...
-Bugün için arkeologların yaşadıkları en büyük sıkıntı nedir sizce?
Bugün için söylersem, ciddi bir arkeolojik algı sorunu yaşıyoruz. Siyasetin arkeoloji algısıyla arkeoloji biliminin algısı örtüşmüyor. Yasama ve yürütmeyi ellerinde tutanların arkeolojiye dair algılarında bir sorun bulunmaktadır. Hatta muktedirler sergiledikleri tutumla, diğer yurttaşların bu konudaki algılarını da yanıltabilmektedirler. Her şeyden önce ciddi bir yasal düzenlemeye ihtiyaç bulunmaktadır. Özellikle de bir “meslek yasası” elzem olarak gündeme getirilmeli, hayata geçirilmelidir. Türkiye’nin elindeki arkeolojik materyali çok daha verimli kullanacak bir “meslek yasası” ciddi olarak istihdam da yaratacaktır. Bugün ülkede 10 bin civarında işsiz arkeolog var. Çıkarılacak akılcı ve bilimsel bir meslek yasası tüm arkeologları iş sahibi yapabilecektir. Tahribatın da önüne geçebilecek bu yasal düzenleme, arkeolojinin iktidarla bağını da koparmalı, arkeolojik araştırmaların bürokratik ilişkilerini bilimsel kurullara aktarmalıdır. Devletin gözünden arkeolojiye bakmak “körlüğe” neden oluyor; arkeolojiyi serbest bırakıp neler yapabileceğini görmek daha büyük fayda sağlayacak, dünyaya ve geleceğe bakışımızı daha güvenli bir hale getirecektir; bu yüzden arkeolojinin gözünden “devlete” bakmak daha doğru olacak böylece binlerce yıllık birikim kamu yönetimine aktarılabilecektir.
- Tarihi eserlerin korunmasında müzelerin de önemli bir görevi var hiç şüphesiz. Bugün Türkiye'deki müzeler hakkında neler düşünüyorsunuz?
Müze kelimesi Antik Yunan mitolojisinde Zeus’un kızları olan ve esin perileri olarak bilinen Mousalardan gelmektedir. Ancak burada asıl önemli şey bu kızları doğuran anneleridir; Mnemosyne. Mnemosyne, hatırlayış demektir. Mnemosyne ve Zeus miti, iktidarın hafıza ve hatırlamayla ilişkisine sembolik bir vurgu yapar. Müzeyi bu anlamda değerlendirmek daha doğru olacaktır. Müze anıların, hafızaların tazelenmesini sağlayacak kurumlardır. Geçmişin bilgisini sürekli hatırlatacak, göz önünde bulundurulmasını sağlayacak bir fonksiyon üstlenirler, üstlenmelidirler. İnsanın tüm tarihinin veya ülkenin, kentin geçmişinin yaşayanlar üzerindeki hatırlatıcılarıdır. Sürekli olarak, tarih geleneğinden, yurttaşlık bilincinden, tarih ve kültür bilincinden söz edilir. Peki bunlar nasıl oluşacaklar yurttaşın zihninde? İşte müzeler ve kentlerdeki eski eserler, tarihsel anıtlar istenilen yurttaşın inşasında büyük bir rol üstlenirler. İnsanları köklendirirler; aidiyet hissini güçlendirip istenilen tarih bilincini geliştirirler... Müzecilik anlamında son yıllarda önemli işler de yapıldı. Bazı müzeler hakikaten uluslararası düzeyde bir fonksiyon üstlenmiş durumda. Ancak bazı müzeler herhangi bir fonksiyon üstlenmekten aciz durumdalar. Şimdi Anadolu Medeniyetleri Müzesi yenilendi, İstanbul Arkeoloji Müzesi parça parça yenileniyor. Antep’te yeni bir müze inşa edildi, gerçekten çok güzel, Hatay Arkeoloji Müzesi yenileniyor... Ama pek çok müze ilgisizlikten kaderlerine terk edilmiş durumda... Yine de 10 yıl öncesine göre müzecilik açısından iyi bir noktada olduğumuz söylenebilir. Sanırım bunda müzelerin talep görmesi ve büyük bir kazanç getirmelerinin önemli bir etkisi de olmuştur.
Can Öktemer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder