Behçet Çelik, son dönem Türkiye edebiyatının en önemli yazarlarından biri, kendisini İki Deli Derviş, Yazyalnızı, Herkes Kadar, Düğün Birahanesi, Gün Ortasında Arzu, Dünyanın Uğultusu, Diken Ucu, Sınıfın Yenisi, Soluk Bir An ve Ateşe Atılmış Bir Çiçek kitaplarıyla tanıyoruz. Behçet Çelik, kitaplarında ağırlıklı olarak kentli, orta sınıfa mensup bireylerin ikilemlerini, ekonomik krizin yaratmış olduğu tahribatları, yalnızlıklarını, aşklarını, hayata karşı tutunma çabalarını, sakin ve etkileyici bir dille anlatıyor.
Behçet Çelik'le ekonomik krizi, orta sınıfın bu kriz karşındaki yaşadığı bunalımları, yalnızlığı, artık aşk hayatımızın şeklini bile belirlemeye başlayan çarpık çalışma hayatını ve son yıllarda sıklıkla işittiğimiz "nostalji" kavramını konuştuk.
-2009 yılında yayımladığınız, Dünyanın Uğultusu isimli romanınız işsizliği anlatıyor. Halen etkilerini hissettiğimiz ekonomik krizin varlığı sebebiyle de roman bir anlamda güncelliğini korumakta. İşsizliği temel alan bir kitap yazma isteği ilk ne zaman ortaya çıktı?
İşsizliği temel alan bir kitap yazma isteğiyle başlamadım Dünyanın Uğultusu’nu yazmaya. İlk kez roman yazmaya kalkıştığım için çok planlı programlı çalıştığımı da söyleyemem. Belki başlarken aklımda sadece romanın üç karakteri ve olayların ne zaman geçeceği vardı. 2001 krizinin hemen sonrasında geçecekti, ama bu dönemi seçerken derdim krizin sonuçlarını anlatmaktan ziyade nedenleriydi. Romanı 2007-2008 yıllarında yazdığımı da ekleyeyim. 90’lar boyunca memlekette düşük yoğunluklu bir savaş yaşanmıştı. Savaşın bölgesel kaldığı düşüncesi yaygındı, oysa savaş hepimizi etkilemişti. Olmaması da mümkün değildir zaten. Savaş elbette öncelikle ölen gerillalarla askerlerin evlerine ateş düşürmüştü, ama bu arada 12 Eylül sonrasında yeni yeni başlayan demokratikleşme çabalarını ortadan kaldırmış, milletvekillerinin hapse atıldığı karanlık bir döneme girmiştik. Bütün bunların yanında savaş güçlü olanın haklı olacağı düşüncesinin daha bir yerleşmesine neden oldu. 2001 krizinin nedenlerinden biri de bu zihniyettir bana sorarsanız. Hukuk her alanda göstermelik hale gelip güçlü olmak en çok önemsenen şey olunca ekonomik hayatın da “savaş kurallarıyla” yürütülmesi ve zaten dönemsel olarak krizler yaşayan kapitalizmin böyle bir konjonktürde yeni bir krize girmesi de kaçınılmazdı. O dönemde çevremde işsiz kalan insanlar hiç az değildi. 90’larda kariyerlerinde hızla yükselmiş, bu ivmeyle iş hayatlarının devam edeceğini düşünenlerin bir kısmı kendilerini bir anda işsiz buldular. Amacım işsizlik ya da kriz de değildi esas olarak, böyle bir karakteri didikleyen bir roman yazmak istedim. 10-15 yıllık parlak sayılacak kariyeri bir anda altüst olmuş, elinde üç beş kuruş parası olan, ama ona bu imkânları veren dünyanın sarsılmasıyla boşluğa düşmüş, başkalarının hayatları boyunca hissettiği sarsıntıları ilk kez duymaya başlayan birini.
-Dünyanın Uğultusu'nda işsiz kalan Ahmet için bir röportajınızda onu tipik beyaz yakalı olarak tasarlamadım demiştiniz. Ahmet karakteri neden beyaz yakalı tipolojisinin dışında kalıyor sizce?
O röportajda da belirttiğim gibi, pek çok yanıyla tipolojiye de uygun ama ayrıksı yanları da var. Yaşı kırka geldiği halde benzerlerinin çoğu gibi evlenmemiş olması, işsizliğin ona aylaklığı hatırlatmasıyla kafasının karışması, çalışma hayatının rutinlerinden çıkınca duyduğu ferahlık, belli belirsiz o zamana kadarki hayatını sorgulaması… Ama dediğim gibi tipik özellikleri de var. Gelecek kaygısı, alıştığı refahı yitirme korkusu, köklü değişimler için adım atamaması. Belki işsiz kalmasa da yaşı gereği yaşayacağı sorgulamaları benzerlerinden daha sert yaşamak zorunda kalıyor. Hem tipik hem de ayrıksı olmasını özellikle istedim. Sonuçta tipik dediğimizde bir grup insanın ortak özelliklerini bir araya getiririz, ama bir yandan hepsinin öbürleriyle ortak olmayan yanları da vardır. Bu ikisi bir aradadır. Orta sınıf işsizliği ya da prekaryalaşma üzerine bir deneme ya da makale yazarken ortak özellikler, tipik yanlar öne çıkartılır, ama edebiyatta karakteri kendi bütünlüğü içerisinde çelişkileriyle, çatışmalarıyla oluşturmak gerekir. Amacım orta sınıf işsizliği konusunda bir şeyler söylemek değildi –bu başka bir uğraş, bilgim de, görgüm de buna yetmez– benim derdim böyle bir insanın hikâyesini yazarak takip etmekti. Sadece tipik özellikleriyle bir karakter oluşturulduğunda ona ilişkin baştan vehmedilen özellikler metni bu tipin anlatımıyla sınırlandırma riski yaratır; oysa onun ayrıksı yanları olduğunda metin belirli bir tipin somutlaşmasının ötesine geçip daha geniş bir alana açılır. Roman yazmanın benim için heyecanlı yanı, baştan bilmediğim, çok da kestirmediğim alanlara açılması. Yazmak bildiklerimi aktarmak için seçtiğim bir yol değil, daha belirsiz bir alandayken yazmak bir şeyleri keşfetmek imkânı da sunuyor gibi gelir bana.
-Hakan Bıçakcı'nın geçtiğimiz yıl yayımlanan ve işsizliği değil de, plaza hayatının acımasızlığını resmeden Doğa Tarihi kitabında sistemin çarkını döndürmek için acımasızlığı benimseyen, insancıl değerleri zayıf olan karakterler ile tanışmıştık. Ahmet ise, bu tanıma pek uymuyor; vicdanı ve insancıl değerleri olan ve aynı zamanda ilk gençliğini 80'lerde geçirmiş biri. Bu anlamda sizce 80 kuşağı ve 90 kuşağı arasında hayata bakış açısından belirgin farklar var mı?
Zamanın ruhu diye bir şey var, ama bu ruhun on yıllık kısa sayılacak dönemlerde büyük değişimler yaşayacağını sanmıyorum. 80 kuşağından da pek çok insan da sistemin çarkını döndürmek için acımasızlığı benimsedi, 90 kuşağının bu gibi pek çok şeyi onlardan öğrendiğini de söyleyebiliriz. Hakan Bıçakcı’nın roman kahramanı Doğa’yı sadece kuşağıyla ilişkilendirerek değerlendirmek indirgemecilik olur, Ahmet’i de. Evet, o kuşaktan karakterler, ama daha ötesi de var. Doğa, mesela oldukça genç yaşta bir seçim yapar romanda. Elbette bu yaşadığı dönemin baskın ruh halinin ve toplumsal hayatın bir gösteri topluma dönüşmüş olmasının etkisiyle yaptığı bir seçimdir, ama sadece bundan ibaret değildir. Öte yandan Ahmet’in çalışma hayatında nasıl biri olduğunu da bilmiyoruz. Belki çok daha acımasızdır Doğa’dan. Bununla birlikte, çalışma hayatının, çalışma düzeninin, sürekli kışkırtılan rekabet duygusunun çalışanların iç dünyalarda ne gibi bölünmelere yol açtığı ortada. Bu da on yıllık dönemlerde değişebilen bir şey olmasa gerek, daha genel bir mesele olarak görünüyor bana. Belki 70 kuşağıyla 80 kuşağı arasındaki fark daha derindir, 1980 çok daha büyük bir kırılmaydı; 80’den 90’a geçişte takip edilmesi mümkün iyi-kötü bir süreklilikten söz edilebilir.
-Yine Dünyanın Uğultusu'nda Ahmet farklı sınıfsal pozisyondan gelen Aynur ve Ayla arasında kalıyor. Kendi dünyasına yakın olmasına rağmen Aynur'la sınıfsal farklılıkları sebebiyle yakınlaşmaktan çekiniyor bir anlamda ve kendi sınıfsal pozisyona yakın olan Ayla'ya yakınlaşıyor. Bu anlamda siz, Ahmet'in aşka bakış açısını nasıl yorumlarsınız?
Ahmet’in aşka “bakamayış” açısı var belki de. Ondan önce de kendisine bakamayış açısı. Ne istediğini, nasıl bir hayat arzuladığını bildiğinden emin değilim. Bu durumdaki birinin bir başkasına bağlanması da kolay değil. Kendisiyle ilgili olarak sabiteleri olmadığı için iki kadın arasında da bocalıyor. Şu da söylenebilir: Richard Sennett, Karakter Aşınması’nda yeni kapitalizmin çalışma koşullarındaki esnekliğin, güvencesizliğin, akışkanlığın insanları çalıştıkları kurumlara bağlanmaktan uzaklaştırdığını savunur. Bu uzaklaşma sadece iş hayatıyla ilgili de değildir, iş hayatında edinilen deneyimler insanın kişisel hayatını da etkiler. Dolayısıyla Ahmet’in halinde, aşka bakamayışında böyle bir durum da söz konusu olabilir.
-Romanda dikkat çeken bir başka detay ise; Ahmet'in işsiz kaldıktan sonra şehirle yeniden tanışması ve işsizliğin ona sağladığı boş zaman olanağı. Fakat roman ilerledikçe Ahmet'in boş zamanından sıkıldığını ve nasıl değerlendireceği konusunda ikileme düşüyor. Siz modern insanın boş vaktini bile değerlendiremeyecek hale gelmesini nasıl değerlendirirsiniz?
Gündelik hayat boş zamanı olmayan insanlara göre şekillendiriliyor. Daha doğrusu belirli ve sabit boş zamanlara göre. Bütün zamanı boş olduğunda daha önce sadece hafta sonunu boş zaman olarak görmüş, yaşamış biri haliyle bocalar. Şunu da unutmamak lazım. Boş zaman faaliyetleri kişinin tek başına yapıp edeceği şeyler değildir, yanında yöresinde birileri olması gerekir. Ahmet işsiz kaldığında yalnızlaşıyor, eski arkadaşlarının işlerine güçlerine gittiği saatlerde o şehirde bir başına. Kendisi gibi işsiz olanlarla yakınlaşması da bundandır biraz. Geçenlerde Selçuk Orhan’ın Aranmayan Özellikler’ini okudum. Oradaki roman kahramanı da bir beyaz yakalıdır. Ona dair romanda söylenen bir söz de bu konuda önemli. Roman kişisi, “herkes bir işin peşinde koşarken kendisini pinekliyor gibi hisseder.” “Çalışan insanların karşısında bir huzursuzluk, hayattan geri kalma telaşı” duyar. Bu da çalışan insanların derinden içselleştirdikleri bir şey sanırım. Hayatın sürekli çalışma ve kazanma uğraşı olduğuna inanmışsanız ve daha önemlisi kendinizi anlamlı hissettiğiniz tek alan iş hayatınız olmuşsa, hayat hikâyenizin temelinde bu varsa, boş vakitleriniz artınca mutlu değil, mutsuz, huzursuz olursunuz.
- 2000'li yıllarda art arda yaşanan finans krizleri malum en çok orta sınıfı etkiledi ve devasa boyutta bir üniversiteli beyaz yakalı işsizliği doğurdu. Bu bağlamda Dünyanın Uğultusu'nda Aynur karakteri de bu tanıma uyan biri. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu karamsar tablodan halen umut yeşerme ihtimali var mı?
Üniversiteli beyaz yakalı işsizliğindeki artış sanırım önümüzdeki dönemde, ebeveynlerimizin ve bizim zamanımızda tanımlanan biçimiyle çalışma hayatının dışında bir başka çalışma hayatının da olağan kabul edilmesine yol açacak. Her gün işe gidilmeyen, belki işe de gitmeyip evde çalışılan, daha esnek ama bir o kadar da güvencesiz bir çalışma hayatı sözünü ettiğim. Bu durum insanları daha huzursuz ve depresif kılacak, ama bu kapitalizmin istediği, yeğlediği bir şey, istihdam giderleri azalıyor, yeni iletişim imkânları çalışanların üzerinde yeni usul tahakküm ve kontrol mekanizmalarına izin veriyor. Çalışma hayatındaki güvencesizleşme (ki bunu “esnek çalışma” adıyla sunarak tercih edilebilir hale getirme çabasındalar) işverenlere geniş bir hareket serbestisi tanıyor. İyimser bir tablo değil elbette. Ama tam bu noktada aklıma gelen başka bir şey, tablodaki karanlığı bir parça seyreltiyor. Gezi Parkı geçen Haziran’ın ilk on beş gün boyunca günün her saatinde –mesai saatlerinde de– tıklım tıklımdı. Elbette çalıştığı işyerlerinden senelik izinlerini alıp oraya gelenler de vardı, ama düzenli bir işi olanlardan mesai saatlerinde orada olanlar çok azdı sanırım. Hepsi öğrenci değildi parktakilerin. Üniversiteli işsizlerin ve esnek çalışma düzeninde çalışanların Gezi’ye katılımının az olmadığını sanıyorum.
- Romanda Ahmet'le birlikte işten çıkartılan arkadaşları yarı ücretle çalışmak için kendilerini işten çıkartan müdürleriyle konuşmaya çalışıyorlar. Sizce bu karakterler, yaşamak durumunda oldukları acımasız iş koşullarını sorgulamak yerine neden daha kötü şartlarda çalışmayı sürdürmek istiyorlar?
Sebebi Âşık Dertli’nin dizesindeki gibi sanırım: “Viran olası hanede evlad ü ayal var.” Sadece bu değildir elbette. Şirketlerin gücü karşısında işçiler kendi güçlerinin çok zayıf olduğuna inanıyorlar, birlikte hareket edilmediğinde öyle zaten ve birlikte mücadele etmek konusunda yetkin bir bilinçten söz etmek, hele ki konu orta sınıf çalışanlarsa, pek mümkün değil.
-Kitaplarınızda genellikle sessiz, iç sesiyle konuşan, düşünen ve orta yaşa yaklaşmış karakterlerle karşılaşıyoruz. Günümüzde ise özellikle 90 kuşağına mensup olanlar da ise itiraf kültürünün hâkim olduğunu ve düşüncelerini direk olarak dışarıya yansıttıklarını görüyoruz. Bu bağlamda, sizce 80 kuşağının biraz daha içe dönük olmasının sebebi nedir?
Konunun kuşaklarla bağını çok bilemiyorum, ama şunu söyleyebilirim, itiraf kültürü ve doğrudan dışa yansıtma aynı zamanda içteki başka bir şeyleri bilmiyor olmaktan –içteki boşluktan– ya da içerideki başka şeyleri saklamaktan kaynaklanıyor da olabilir. Öykü ve romanlarımdaki kahramanların farkı belki şu olabilir. Onların da düşüncelerini dışa yansıttıkları zamanlar olmuş, ama yaşları ilerledikçe yansıttıklarının doğruluğundan kuşkulanmaya başladıkları için dışa bir şey yansıtmadan önce içerisini daha net görmeyi, deşmeyi, kurcalamayı yeğlemişler. Dönüp dolaşıp aynı duvara çarpmak insanda böyle bir arayışa yol açabilir bazen. Şu da eklenebilir. Dışa dönük olabilmeniz için bir dış olması lazım, yanınızda başkaları olacak ki onlara düşüncelerinizi aktarasınız. 1980 askeri darbesi sonrasında özellikle gençlerin bir araya gelmesi kolay değildi – cezaevlerinde zorla bir araya getirilenler hariç. Dolayısıyla içe dönüklük bütünüyle istemli bir tutum değil, zorunluluktu da.
-Son yıllarda nostalji hayatımızın bir parçası haline geldi. Yaşı kaç olursa olsun, herkes geçmişin daha huzurlu ve daha iyi olduğuna dair bir inancı var. Geçmişe özlem, geçmişe dair bir iç hesaplaşma, sizin kitaplarınızda da sıklıkla karşılaştığımız bir tema. Sizce gelecek artık neden bir umut vaat etmiyor ve insanlar mutluluğu neden geçmişlerinde arar hale geldiler?
Geleceğin değil şimdinin bile hayli belirsiz olduğu bir zaman diliminde yaşıyoruz. Bildiğimiz, alıştığımız dünyanın tersine, giderek dünyanın amorf bir hal aldığı, sözün içinin boşaldığı, bağların gevşediği, rekabetin arttığı, gücün belirli noktalarda toplandığı, bunun sonucunda insanların kendilerini hayli güçsüz hissettikleri, ancak günü kurtarmaya mecalimizin olduğu, ötesini, berisini kurcalamanın laf-ı gûzaf olarak algılandığı bir dünyada, bir zamanlar var olduğu düşünülen ya da kurgulanan bir geçmiş bir parça ferahlık veriyor olabilir. İşin iyi yanı, özlemiyor da olabilirdik, özlem duygusu şimdiye belli belirsiz bir eleştiri ve farklı bir gelecek özlemidir aynı zamanda. Bir şeyler bir parça değiştiğinde bu eleştiri ve farklı gelecek özlemi kendisine akacak bir mecra bulabilir – en azından ihtimal olarak.
- Yine son yıllarda sıklıkla dile getirilen kavramlardan biri de; yalnızlık. Bu durum sizin kitaplarınızda sıklıkla karşılaştığımız bir durum. Siz bu durum için ne demek istersiniz? Siz, kendileriyle daha çok vakit geçirmek isteyenlerin, bilinçli bir yalnızlık seçimi yapanların, yalnızlıklarının daha değerli olduğunu düşünür müsünüz?
Kitaplarımdaki karakterlerin yalnızlıkları bazen maruz kaldıkları bir şey bazen de seçimleri. Yalnızlık bir imkândır, kaynağı ne olursa olsun, insanın içine dönmesini, gündelik hay huydan uzaklaşmasını sağlayabilir. Yalnızken ne yaptığımız, onunla nasıl baş ettiğimiz önemli sanırım. Başkalarıyla birlikte bir iş görmenin hazzını tatmamışsak yalnızlığımızı olması gereken bir şey zannedebilir, yalnızlığımızı idealize edip ona olmayan anlamlar yükleyebiliriz. Sistem insanlara bireyci olmalarını, diğerkâm olmamalarını, birbirlerine bağlanmamalarını empoze ediyorsa, yalnızlığımıza değerli anlamlar verebiliriz, ama bu durum aynı zamanda başkalarıyla etkileşim içerisinde değişip dönüşmemizin önünde büyük bir engel de olabilir. Böyle bir yalnızlık kendimizi başkaları vasıtasıyla sınama imkânımızı da ortadan kaldırır, kendimizi daha çok seviyor hale geliriz, ne var ki bu sağlıklı bir halden çok giderek bir ego şişmesine neden olabilir. Öte yandan, kendi kusurlarımız ya da egomuzun büyüklüğü başkalarının bizden uzaklaşmasına neden olmuşsa, sonradan “Bu yalnızlığı ben seçtim, değerli bir yalnızlık bu,” diyerek kendimizi ve çevremizi kandırmaya kalkışabiliriz – bireysel anlamda değilse de, yakın zamanda başka bağlamlarda böyle bir tutuma yakından tanık olduk.
- Son dönem Türkiye'de çıkan öykü kitapları için ne düşünüyorsunuz? Sizce yayınevleri öyküye yeteri kadar ilgi gösteriyorlar mı?
Öykü kitaplarının yayımında sevindirici bir artış var. Büyük yayınevlerinin yanı sıra küçük yayınevleri de öyküye yöneliyorlar ki bu onlar için riskli bir şey. Öykü kitapları roman kadar çok satmaz, buna rağmen sebatla yeni ve genç öykücülerin kitaplarını basıyorlar. Yazılan öykülerin niteliği bunu sağlıyor olmalı, ama aynı zamanda öykü kitaplarının yayın şansı bulabilmesi de öyküye olan ilgiyi artırıyor, bu da nitelik artışını. Bütün bunların yanında dünyanın farklı ülkelerinden bir hayli roman çevrilirken bunun bir benzerini çeviri öykü kitaplarında göremiyoruz.
-Son olarak son dönemde en çok beğendiğiniz yazarlar kimler? Üzerinde çalıştığınız yeni kitap var mı?
Son dönemde en çok beğendiğim yazarların başında Ayhan Geçgin geliyor. Geçgin’in yeni romanının yanı sıra Hüseyin Kıyar’ın yeni öykülerini de merakla bekliyorum. Monika Maron’un, Tim Parks’ın, Makanin’in, Vasili Grossman’ın yeni ya da daha önce Türkçeye çevrilmemiş kitapları çevrilse ne güzel olur. Yeni bir öykü kitabı üzerinde çalışıyorum. Yayınevine teslim etmeme az kaldı.
Can Öktemer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder