"Bir şehri sevmek, aşka sebep aramaktır."
Ahmet Hamdi Tanpınar
Ankaralı olmayan için anlaşılması zor bir
duygu; Ankara'yı sevmek. Kent estetiği olmayan, yollarının denize çıkmadığı,
dünyanın en absürt belediyecilik anlayışının hüküm sürdüğü, yürüyen
merdivenleri hep bozuk olduğu, gece yarısından sonra ulaşımın bittiği, bir yer
burası. Yani bir metropolden beklenilen hiçbir şey yok burada. Bu bağlamda, özellikle
İstanbulluların biraz kibirli bir şekilde dile getirmiş oldukları "memur
kenti, sıkıcı şehir" tanımlarının bir kısmında haklılık payı oluyor
kuşkusuz. Etrafı olanca griliğiyle sarmış sevimsiz binalar, bürokrasi
sıkıcılığının hayatın her yerine sirayet etmesi, gidilecek, gezilecek yerlerin
az olması vs. bir dolu sebep sıralanabilir, Ankara'nın olumsuz yanlarına dair.
Fakat Ankara, kendisine etiketlenen bütün kötü sıfatlarına rağmen, sevenin çok
sevdiği, sahiplendiği bir yer de aynı zamanda. Mütevazı, telaşsız, bağırıp
çağırmadan, usul usul ilerleyen zaman dilimi içinde, hayatın ince detaylarını
yakalamak isteyenlerin, öğrenci olanların, öğrenciliğini uzatanların, sakinliği
sevenlerin, kendisiyle daha çok vakit geçirmek isteyenlerin, ikamet ettiği bir yer
burası. Belki de bu sebeptendir; Ankara'yı seven sıkı Ankaracıların, bu
sevgilerini düz bir kent övücülüğü yerine, Ankara'nın bu özelliğini ön plana
çıkartmaları. Bununla beraber, Ankara'yı özel kılan durumlardan biri de,
herkesin birbirini bir şekilde tanıyor olduğudur. Gittiğiniz mekanlarda, otobüs
durağında, her an tanıdığınız bir arkadaşınızla, ya da ihtimallerin en tedirgin
edicisi olan; eski sevgilinize bile rastlama olasılığınız yüksektir. Bu durumun
en güzeli yanı ise, bu karşılaşmaların genellikle hesapsız, tesadüfi olmasıdır.
Edilen muhabbette, bu tesadüflere yakışırı şekilde samimidir. Ankara
karşılaşmaları diye kitap bile yazılabilir bu konuda. Tanıl Bora'nın nefis
tanımlamasıyla: "Ankara, büyük bir başrol olmayabilir, ama iyi bir karakter
oyuncusudur."
"Ankara'da insan,
sadece Ankara'nın haline üzülüyor."
Arkadaşlarım, bana
sıklıkla Ankara'dan hiç çıkmadığım için eleştirilerde bulunurlar: "Bırak
artık şu Ankara'yı" falan diyerek. Seyahat etmeyi de pek sevdiğim
söylenemez, Ankara dışına da öyle pek fazla çıkmıyorum, yurt dışı deseniz,
Türkiye sınırına hiç çıkmadım, tamı tamamına 29 yıldır buradayım. Mart ayında
30. şeref yılımı devireceğim burada. Hatırlarım, anılarım, hayatımdaki ilkler
hep burada oldu, gerçekleşti. Ankara'yla aramdaki bağ bu sebepten çok güçlüdür.
Bugün yerinde yerler esen, boş bir yer olarak duran Megapol Sineması'nda ilk
filmimi, annemle saatlerce kuyrukta bekleyerek Terminatör 2'yi izledim mesela.
Pazar günleri, yine bugün çirkin bir AVM'ye dönüşmek üzere Atakule'nin en alt katındaki
Dreamland oyun salonunda saatlerce atari oynadım. Kulaktan, kulağa bir efsane
gibi yayılan Hard Rock Cafe'ye gitmek için yanıp, tutuşup, yaşım tutmadığı için
gidemedim ama Hard Rock Cafe'ye gitme ihtimali bile güzel geliyordu o yıllarda.
Bugün Hard Rock Cafe de maalesef yok, artık oraya yaşım tuttuğu halde bile
gidebilme ihtimalim de yok.
Ankara, artık çocukluğumdaki Ankara değil
maalesef, çok değişti, değiştirildi. AVM'ler alternatif buluşma alanları
olarak, hayatımızın tam içine sokulmaya başlandı. Ankara'nın en eski sinema
salonlarından ve film izleme keyfinin en çok tadına varılan Kavaklıdere, AVM
hükümranlığına dayanamayıp kapanmak zorunda kaldı acı bir şekilde. Ankara'yı
sevme şartları her geçen yıl giderek zorlaşmaya başladı, içimiz, dışımız beton
oldu, alt geçit oldu ama Ankara'ya karşı beslediğim duyguları yine de
koruyabildim.
"İnsan, yaşadığı yere benzer"
Edip Cansever'in Mendilimde
Kan Sesleri şiirinde dediği gibi, "İnsan yaşadığı yere benzer, o yerin
suyuna, o yerin toprağına benzer." Ben de, burada geçen 29 yılın ardından
Edip Cansever'in dizesi gibi Ankara'ya benzemeye başladım sanırım. Bütün
Ankaralıların buluşma noktası Dost Kitapevi'nde arkadaşlarımı beklemek, aynı
kitapçıdan alışveriş yapmak, saatlerce raflarında dolaşmak, Ankara'da
haftasonları Süleyman Bağcıoğlu'nun enfes gitarından Pink Floyd parçaları
dinlemek, Joe Strummer'ın Ankara doğumlu olduğunu hatırlamak, Gençlerbirliği
maçlarına gitmek, Karanfil Sokak'ta halay çeken, horon vuran, insan hakları
için, kadın hakları için, Roboski için slogan atanları, kampanya kuranları
izlemek, Karanfil Sokak'tan dünyaya bakmak, Sakarya'da enfes bir şekilde batan,
akşam güneşi eşliğinde Büyük Ekspres'te bira içmek, sonra sıkı dostlukların
kurulduğu bol nemli, dağınık öğrenci evlerinde şahane sohbetler etmek, müzikler
dinlemek, okul çıkışı, iş çıkışı koşar adım eve koşmak, dostları eve çağırmak,
dertleşmek... Tıpkı Barış Bıçakçı'nın dediği gibi, ”Hemen eve dönme isteği
uyandıran şeyin güzelliğini” yaşamak... Kısacası, küçük, iddiasız ama samimi
olana sahip olmanın huzuru yetecek bana...
Sonra yeri gelecek çok kızacağım, Ankara'yı
kendine oyuncak edenlere, saçma sapan bir yer haline getirenlere, mesela Ankara
girişine konulan çirkin kapılardan nefret edeceğim, garip belediyecilik
anlayışını, berbat isimli köprüleri, alt geçitlerinden hoşlanmayacağım, uzun
yıllar Ankara'da yaşayıp fırsatını bulup başka şehirlere gidip uzaklardan
Ankara'yı kötüleyenlere kızacağım, sonra Barış Bıçakçı okuyup, onun tasvir
ettiği Ankarası'nda kaybolup gitmek, mutlu edecek beni... İnatla, her yıl bu
eski alışkanlıklar tekrar edilecek, aynı duygularla, Barış Bıçakçı'nın harika
bir şekilde belirttiği gibi: “Sonra yine bahar gelecek, yaz gelecek. Tekrar
eden şeyler bizi tekrar tekrar sevindirecek.” Bu tekrarlardan güzel, kötü
hatıralar biriktireceğim, her geçen yıl; beni ben yapan, benim bir parçam
olacak hatıralar, aklımın, ruhumun bir kenarında kalacaklar. Zaman geçecek,
onları hatırlayacağım...
Başka bir yer de, başka bir coğrafya da hiç
bulunmadım; şayet bulunsaydım bile ilk vasıtayla Ankara'ya dönerdim zaten...
Ankara'yı romantize edemem, kimseye de yaşadığım yerin tarihsel, estetik
güzelliklerini anlatamam, anlatılacak pek de güzel yanı da yok açıkçası. Fakat
hayatı burada öğrendim, öğreniyorum, yaşadığım güzel hatıraları, anlatabilirim,
tıpkı Levent Cantek'in dediği gibi: "Büyük laflar edemem, Ankara’yı
sevdirmek gibi bir derdim yok anlayacağın. Yaşayıp gidiyorum. Bi bildiğim
fidayda."
Hayat devam ediyor tüm hızıyla, nerede
yaşarsanız, yaşayın anılar kalıyor her daim... Hem anılarınızı biriktirdiğiniz
yer ne kadar kötü olabilir ki?
Can Öktemer
3 yorum:
Ya ne güzel demişsin sanki içim dile gelmişti derdini anlatmış eline sağlık
Ankara'ya dair hissettiğim o samimiyeti bu kadar güzel dökebilirdiniz yazıya. Muhteşem.
Ben Ankara'ya sonradan gelip buralı olanlardanım. Bir sabah metro altında eski okul arkadaşına bir akşam aynı alt geçitte yeni iş arkadaşına rastlayabilmektir Ankara. =)
Bir Ankaralı olarak ger kelimesine katılıyorum
Yorum Gönder