11 Ocak 2015 Pazar

Aylak Adam Müzeyyen'e Aşık Olursa


Malumunuz, İlhami Algör'ün 90'lı yılların kült kitabı Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku kitabı geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları tarafından yeni bir kapak tasarımı ile tekrardan basıldı.(Yeni basımda sayfalarda yer alan Seda Mit imzalı desenlerin çok başarılı olduğunu ve  hikayeye çok yakıştığını söylemek gerek)  Türkiye edebiyatının nev-i şahsına münasır yazarı İlhami Algör*, bu 57 sayfalık kısacık romanıyla bir dönem kulaktan kulağa yayılan bir efsane haline gelmişti. Fakata aradan geçen bunca sene zarfında kitabın piyasada kolay kolay bulanamaması hem de  İlhami Algör'ün medyada çok fazla görünmemesinden olacak, kitap daha sonraki yıllarda genç kuşakla bir türlü tanışamamıştı maalesef. Hem kitabın yeniden basılması hem de yakın zamanda kitabın aynı isimle sinemaya da uyarlanmasıyla İlhami  Algör'le henüz tanışmamış olanlar için iyi bir fırsat doğmuş oldu. 
Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku, bir aşk hikayesi; kahramanımız  film montajcısı, biraz oyunbaz, gerçekle hayal dünyası arasında kalmış ve  eşini bir trafik kazasında kaybeden ve küçük kızıyla yaşayan, afet-i devran Müzeyyen'e deliler gibi meftun. Hem de öyle böyle bir aşk değil, ruhunu ona teslim etmiş, kalbinin her atış Müzeyyen diyor ve giderek Ümit Yaşar Oğuzcan'ın 'Milyon Kere Ayten' şiirindeki kara sevdaya düşmüş aşığa dönüşüyor ve büyük ihtimalle şiirin şu dizelerini Müzeyyen'e uyarlayarak; “Bundan böyle dünyada Aşkın adı Müzeyyen olsun” diyor yüksek sesle ya da yine  kuvvetle muhtemel Med Cezir şarkısının en can alıcı bölümünü fısıldıyordur onun kulağına: “Fırtınam, felaketim, hasretim, yetmiyor, sevişmeler yetmiyor, şiddetin ne hoş, ne güzel şefkatin, sevdikçe sevesim geliyor.”
Kısacası kahramanızın hayatındaki her şey Müzeyyen oluyor. “Fakat Müzeyyen, bu derin bir tutku dedim. Tırsmaya başlamıştım. Haklı olabilirdi.” Kahramanız işten kovulduğu bir dönemde roman yazmaya karar veriyor, beraber yaşadığı Müzeyyen'den de onayı “ben sana bakarım koçum, sen yaz” cümlesiyle alıyor. Kahramanımızda alıyor eline, kağıt kalem, başlıyor kalbinden cümleleri dökmeye: “Hikayeye göre adam, kadını çok seviyor, sevdikçe ruhu büyüyor, ruh eve sığmıyor...” Kahramanız daha sonra hikayeye toplamak için giyiyor Yusuf Atılgan'ın Bay C.'sinin paltosunu, dilinde Avaramu şarkısıyla, salıveriyor kendini  sokaklara. İtalyan Yokuşu'na çıkıyor oradan Tophaneye iniyor, mahallenin bitirim ağabeylerini gözlüyor, her türlü önceliği kendisinde gören devlet büyüklerimizin büyük bir 'şaşaayla' yollardan geçişlerini izliyor, güzelliğiyle mahallenin delikanlılarının bakışlarını etrafında toplayan 'boyalı sarışına' bakıyor,  sokaklarla bakışıyor, top oynayan çocukları izliyor dikkatle, kendini gerçekliğin sıkıcılığından tamamen soyutlayarak Sabahattin Ali'nin “Ben dünyadan ziyade kendi kafamın içinde yaşayan biriyim...” sözünü  hatırlatırcasına hayatın içerisindeki küçük detaylara odaklanarak mikroskobik gözlemler yapıyor. Eski mesleği montajcılıktan kalan mesleki hastalık sebebi olsa gerek; bu gözlemlere müzikler eklemeyi, film artistlerini, unutulmaz film karelerini de  eklemeyi de unutmuyor. “Hayatımız müzikaldi, ya da bana öyle geliyordu.” Bütün bunları yaparken hep “iç hatlardan” Müzeyyen'le konuşuyor, bu detayları, bu durumları hep ona anlatıyor. Günlük hayat kahramanımızın gözlerinden müziklerini Orhan Gencebay'ın yaptığı bir Yeşilçam filmi tadında geçiyor kısacası. Günün sonunda yazmış olduğu hikayeyi onun görebileceği bir yere de bırakmayı ihmal etmiyor.  Ne de olsa her şey Müzeyyen için, bütün şarkılar, bütün hikayeler, bir tek o sevsin diye...
Fakat Müzeyyen** bizim alışkın olduğumuz kadın karakterlerden biri değil. Hele ki memleketin erkek bakışı açısından bakarsak; Türk aile yapısının epey dışında kalan bir kadın ve her an Türk aile yapısını korumakla görevli devlet büyükleri tarafından tepkiyle karşılaşabilecek bir karakter. Netice de Müzeyyen, özgür, başına buyruk, üstelik yeri geldi mi de işsiz kalan sevgilisinin yazarlık hayallerine bile sponsor oluyor. 
Bir noktadan sonra Müzeyyen'in gelgitleri başlıyor, hayallerde yaşayan yazar aday adayı kahramanımız durumu anlayana kadar geç oluyor ve ondan sonrası,  günler onun için “Cek Danyel” isimli içki şişesinin içerisinde geçiyor. Günler, haftalar geçiyor, “Odalarda Işıksız Kalıyor”, kendisine afilli bir efkar masası tertip ediyor. Masada kimler yok ki: Bütün kırık aşk hikayelerinin baş kahramanı ve tüm kalbi kırıkların sesi  Hampri Bogart ve “Terk edilenlerin ve üçüncü şahısların piri” Sadri Alışık.  Kahramanımız onlarla dertleşiyor, onlarla içkisini paylaşıyor, üst üste sigaralar yakılıyor ve masada Hampri abinin özel isteğiyle masalarına hüzün katmakla görevli Klarnetçi Sami hep aynı hüzünlü parçayı çalıyor haliyle...
İlhami Algör okuyunuz, okutunuz”
İlhami Algör'ün bu küçük dev romanın alameti farikası hiç şüphesiz, onun kurduğu eşsiz dil olsa gerek. Kitap daha ilk cümlesinden itibaren çok acayip bir dünyanın içerisine sokuyor bizi. Algör, okuyucuyu şemsiyesini hiç açmak istemeyeceği bir metafor ve oyunbazlı cümlelerin yağmuruna tutuyor. Kapı kollarını, eşyaları, hatta sokaklara bile konuşturuyor sonra şarkılar, türküler ekliyor cümlelerinin en güzel kısımlarına ve bunları sokağın diliyle enfes bir şekilde harmanlıyor. Bununla beraber yazarın en büyük numaralarından biri de, hikayesinde bilinçli boşluklar bırakmak, hikayesinde bilinçli esler vermek, okuyucuya oynamaktan zevk alacağı oyun alanları bırakmak.  Böylelikle kitap her okuyuşunuzda farklı tatlar alınabilecek hale geliyor.  
İlhami Algör'ün Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku'da kurmuş olduğu ironik dil ve yaratmış olduğu eğlenceli atmosferle Türkiye edebiyatının en özel yapıtlarından birisi olduğunu söyleyebiliriz. Kitabın devamı sayılabilecek Albayım Beni Nezahat'le Evlendir'in de benzer edebi lezzeti taşıdığını  ve onunda kişisel okuma listelerine üst sıralardan girmesini tavsiye edebilirim. Kendisinin kitaplarıyla daha önce hiç karşılaşmamış olanları bir an önce piste davet edip kitaplarını okumaya davet ediyorum ve ekliyorum; İlhami Algör okuyunuz, okutunuz... 
Can Öktemer

** Müzeyyen karakteri üzerinden filmle bağlantılı yapılmış bir değerlendirme için: http://www.arkakapak.com/genel/muzeyyenler-derin-tutkular-ve-yeni-kadinlik/

5 Ocak 2015 Pazartesi

Siyasi tarihin dört mevsimi


Türkiye siyasi tarihi acı hatıraların tarihidir bir bakıma. Özellikle Türkiye solunun tarihi, askeri darbelerin insan hayatlarına balyoz gibi indiği, gençlerin işkenceden geçirildiği, idam cezasına çarptırıldığı, birçok gencin otuzunu göremeden hayatını kaybettiği, nice güzel insanın hüzünlü tarihidir. Doğal olarak bu dönemlerin anlatılmayı beklenen birçok ilginç hikayesi vardır. Türkiye sol hareketinin önemli isimlerinden Gün Zileli, yeni kitabı Mevsimler’de Türkiye siyasi tarihin çeyrek asırlık döneminden bir kesit sunuyor. Gün Zileli romanında kolejlerde okumuş, bohem bir hayat süren ve orta sınıfa mensup bir grup gencin, hayal kırıklarını, 1968’in hararetli siyasi atmosferinde sol hareketin içerisinde yer almalarını, yaşadıkları ihanetleri, pişmanlıklarını anlatıyor.
Devrim idealleri
Hikâye 1950’li yılların sonunda Demokrat Parti iktidarının son zamanlarında, komünizmin zararlı göründüğü, günlük hayatta Amerikan kültürünün etkilerinin giderek arttığı bir zamanlarda plaklarda Frank Sinatra’nın değil, Elvis Presley’in parçalarının döndüğü, gençlerin kumaş pantalon yerine blue jean’i tercih ettiği, James Dean’in Asi Gençlik filminin ortalığı kasıp kavurduğu bir dönemde başlıyor. Karakterlerimizle lüks bir yalıda verilen bir partide tanışıyoruz. Romanın baş karakteri Gediz Nehirli. Gediz, sessiz, içine kapanık birisi, bir gazetede mizanpajcı olarak çalışıyor. Partiye de kuzeninin ricasıyla onunla birlikte gidiyor. Yalıdaki bohem ortam Gediz’in çok aşina olduğu bir ortam değil, haliyle çok yabancılık çekiyor. Bu partide kendi hayatını tamamen değiştirecek olan edebiyat eleştirmeni Suat, Asi Gençlik filminden fırlamış gibi duran karizmatik bir karakter olan Atok ve Rümeysa’yla (kısaca Rü) tanışıyor. Derin entelektüel sohbetlerin yapıldığı ve herkesin çok havalı olduğu bu partiye Gediz ilk başlarda ayak uyduramıyor. Sohbetlerde geçen isimleri, kavramları takip etmekte ciddi zorluklar çekiyor.
27 Mayıs askeri darbesiyle düşen Demokrat Parti iktidarı sonrası Türkiye yeni bir siyasi döneme giriyor. 1961 yılında kurulan Türkiye İşçi Partisi ise Gediz’in bütün yaşamını değiştiriyor. Yalıdaki partide tanıştığı Suat’ın vesilesiyle partiye üye oluyor ve kendini bambaşka bir hayatın içerisinde buluyor. Babasının ölümünün ardından yalnız yaşayan ve pek dostu olmayan Gediz’in hayatı Türkiye İşçi Partisi’ne üye olmasıyla birlikte tamamen değişiyor. Yeni bir arkadaş ortamı içerisine giriyor. Devrim için, sosyalizm için çevresindekiler kadar yanıp tutuşan biri değil Gediz. Sol hareket üzerine teorik bilgisi pek de olmayan ama vicdanıyla hareket eden biri, o dönem oldukça kuvvetli esen sol rüzgârın da biraz etkisiyle bulaşıyor bu işlere… Suat ve Rü ise Gediz’e göre daha politik kişilikler, ideallerine sıkı sıkıya bağlılar bu uğurda hayatlarını ortaya koyuyorlar. Zaten bu inanç, onları bulundukları sınıfsal pozisyona sırtlarını dönmelerine, ailelerini reddetmelerine sebep oluyor. Kolejlerde okumuş, lüks evlerde yaşamış bu gençler kendilerini devrim idealine ülküsüne adıyorlar. Buna bağlı olarak da yaşadıkları hayal kırıklıkları da çok büyük oluyor.
Hayatın acımasız yüzü
Karakterler yirmili yaşlarda başladıkları devrim mücadelesine otuzlu yaşlarının sonunda en ağır yenilgilerini yaşadıkları 12 Eylül askeri darbesinde hapishaneye düşüyorlar. Hapishane zor, düşünmeye ise vakit çok… Aynı koğuşta yatan Suat ve Gediz, geçmişlerine dair vicdan muhasebesine girişiyorlar. Arkalarında bıraktıkları büyük hayal kırıklıkları var yarım kalan sevdalar var. Suat’ın pişmanlığı Gediz’e göre daha fazla sırtını döndüğü konforlu hayatın hayaleti peşini bırakmıyor. Hapishane yerine Cenevre’de pahalı şaraplar içerken düşlüyor kendisini. Bir zamanlar her anlamda nefret ettiği burjuva yaşamına methiyeler düzüyor. Suat her anlamda mağlup olmuştur ne inandığı değerler kazanabilmiş ne de eski güzel hayatına dönebilmiştir. Suat, Gediz ve bu mücadele içinde yer alan diğerleri değirmenlere karşı verdikleri savaşta ağır bir mağlubiyetler yaşamışlardır. Üstesinden gelmesi zor bir mağlubiyet hem de… Suat ve Gediz’in haricinde romanın en ilginç karakterden birinin etkileyici hikayesiyle Atok olduğunu söyleyebiliriz. Çevresinde yükselen politik atmosfere rağmen siyasete bulaşmıyor, siyasetle ilgilenmiyor ve bu tercihi onu giderek yalnızlaştırıyor, hayatın dışına itilmesine sebep oluyor. Orta sınıf bir aileden ve konforlu bir yaşamdan geldiği için hayatın acımasız yüzüyle karşılaşınca bocalıyor, tutunamıyor. Atok’un hikayesinin ayrı bir kitap olacak potansiyelde olduğunu da belirtmek lazım.
Mahir Çayan, Ruhi Su, Onat Kutlar,  Behice Boran, Abdi İpekçi
Gün Zileli, roman boyunca, Ankara Siyasal Fakültesinin tarihi kantinindeki tartışmaları, 1977’de birçok kişinin hayatını kaybettiği 1 Mayıs gösterileri, Mahir Çayan’ın hapisten kaçması gibi tarihi olayları ve tarihi kişilikleri hikayenin kurgusuyla ustalıkla harmanlıyor. Roman boyunca karşımıza Mahir Çayan, Ruhi Su, Onat Kutlar, Behice Boran, Abdi İpekçi gibi önemli şahsiyetler çıkıyor. Böylelikle roman çok renkli bir hale bürünüyor. Gün Zileli bu tarihi bilgileri ansiklopedik bilgi şeklinde vermiyor, hikaye kurgusunun içerisine ustalıkla yediriyor. Kendisinin iyi bildiği bu dünyayı oldukça samimi ve etkileyici bir şekilde anlatıyor. Edebiyatçı yönünü pek bilmediğimiz Gün Zileli, Mevsim’ler de iyi yazılmış öyküsü, derinlikli karakterleriyle son zamanların en ilgi çekici işlerinden birine imzasını atmış.
Can Öktemer

* Bu yazı 19 Eylül 2014 tarihinde Radikal Kitap'ta yayımlandı.