Pınar Öğünç, geçtiğimiz
günlerde hoş bir sürpriz yaparak, İletişim Yayınları'ndan çıkan ilk öykü kitabı
Aksi Gibi’yi yayınladı. Gerçi Öğünç'ü
köşe yazılarından takip ediyorsanız, o yazılardaki edebi lezzetinde
farkındasınızdır. Bu anlamda, onun köşe yazılarına sinmiş etkileyici
anlatımının öykülere de sinmiş olduğunu göreceksiniz. Öğünç'le kadınları,
yalnızları, platonik aşk girdabına tutulmuşları, mutsuzları, sistemin
çarklarına sıkışmış boynu bükük beyaz yakalıları ve korkularla yaşayanların
öykülerini anlattığı Aksi Gibi’yi konuştuk.
Pınar Öğünç |
- Geçtiğimiz günlerde ilk
öykü kitabınız Aksi Gibi'yi yayınladınız. Bize kitabın oluşum sürecinden
bahsedebilir misiniz?
Bu kitaptaki öykülerin
bir kısmı zaten yazılmıştı; bir kısmının notları farklı defterlerde
uyumaktaydı. Haziran itibarıyla, çok çalışıp bu kitabı sonbahara bitirme kararı
almıştım zaten. Daha önce de çok yoğun çalıştığım dönemler oldu gazetecilik
nedeniyle ama bu özlediğim bir tür yorgunlukmuş. Hiç acıtmadı, usandırmadı.
Bilakis Aksi Gibi’yi bitirirken daha sağlıklı bir insana dönmüş
olabilirim.
- Uzun yıllardır
gazetecilik ve köşe yazarlığı yapmaktasınız. Öyküleri yazarken gazetecilik
deneyimlerinizden yararlandınız mı? Köşe yazarlığı ve öykü yazarlığı arasında
bir akrabalık var mı sizce?
İyi yazı yazmanın
kaideleri bence birçok türde benzeşiyor. Ama gazeteciliğin, bilhassa
muhabirliğin hikâyeciliğe ayrıca katkısı var. Bir kere haberler nedeniyle kendi
hayat çizginizde belki asla giremeyeceğiniz dünyalara giriyorsunuz, belki asla
yolunuzun kesişmeyeceği insanlarla sohbet ediyorsunuz. Soru sorma
kabiliyetinizi geliştiriyor. Bu çok öğretici bir hayat bilgisi her şeyden önce.
Bir de “insanlar nasıl konuşur” kısmı mühim. Günlük diyalog yazmak kolay
zannedilir ama kimin hangi kelimeleri seçeceği, dilbilgisini nereden kıracağı
gibi detaylarla doludur, incelik gerektirir. Gazetecilik sayesinde muhtelif
konu üzerine binden fazla insanla konuşmuşumdur, onların ses kayıtlarını
deşifre etmişimdir. Muhteviyatı unutsanız bile, içerde bir yerde onların kaydı
var sanki.
- Aksi Gibi'de
"hayatı roman" gibi olmayan sıradan insanların, sıradan hayatlarını
yalın ve etkileyici bir dille anlatıyorsunuz. Sizi bu hayatları anlatma isteği
doğuran, ilginizi çeken unsur neydi?
Öncelikle
“sıradan hayat”, “sıradan insan” tamlamalarından çok hazzetmiyorum. İçime
sinmiyor. Sadece sizin için demiyorum, bu kötü niyetli de olmayan genel bir
kullanım. Ama kafama takılıyor, kimin hayatı sıradan değil mesela? Daha
heyecanlı meslekleri olanların mı? Meşhurların mı? Bir sıradanlık mevzubahisse,
o meşhur politik slogandaki gibi “Biz yüzde 99’uz”. O yüzden, bence bunlar
yüzde 99’un hikâyeleri. Yüzde 99 olarak üzerinde durmadığımız, yüzde 1’e
girmediği için önemsiz, kıymetsiz, manasız sandığımız teferruatın hikâyeleri.
- Modern hayatın
getirisi olarak zamanın oldukça hızla aktığı zamanlardan geçiyoruz. Kitapta ise
hayatın telaşı içerisinde artık farkında olamadığımız ince detaylarla birlikte
oldukça sakin bir anlatımız var. Bize, bu edebi tercihinizden bahsedebilir
misiniz? Kendinizi minimalist anlatım tarzına yakın bulur musunuz?
Bir tarz seçerek,
bilhassa bir budama faaliyetine girmiş değilim. Aksi Gibi’nin kimi
sahneleri tasvir bakımından kalabalık bile sayılabilir. Ama hakiki his, hangi
ayrıntıları tercih ettiğinize göre okuyana sıçrıyor bence. Bir okur olarak da
beni, işini bilen, tam noktasına dokunan, incelikli ayrıntılarla dolu metinler
etkiliyor. İşte o zaman ayrıntılar ayağımıza takılan süsler olmaktan çıkıyor,
bilakis ferahlatıyor. Anlamaya yakınlaşmaktan doğan tatlı bir ferahlık bu.
Böylesini okumayı sevdiğimden, böylesini yazmaya çalışıyorum.
- Muhafazakârlığı, kadın
dayanışmasını oldukça farklı bir şekilde ele alan 'Sokak Kasları' öyküsü
kitabınızın en dikkat çeken öykülerinden biri. Kadın-erkek eşitliğinin
fıtratında olmadığı bizzat Cumhurbaşkanı tarafından dillendirilen, kadın
cinayetleri oranının her geçen yıl yükseldiği Türkiye'de kadın hareketini,
kadın dayanışmasını nasıl değerlendirirsiniz?
Yazdığım bir hikâye
üzerine köşe yazarı gibi konuşmak istemem. Zira bu konuda hatırlamadığım sayıda
yazı yazmışımdır, haber yapmışımdır. Edebiyat, belki yüzlerce gazete yazısında
tam beceremeyeceğimiz bir anlatma ve anlama sahası bahşediyor bize. ‘Sokak
Kasları’yla ilgili sadece şunu söyleyebilirim... Her kadının içinde intikamını
alamadığını hissettiği bir taciz hikâyesi vardır. Edilememiş bir küfür, atılamamış
bir yumruk, kafasına indirilememiş bir taş. En az bir diyorum.
- ‘Bülent Ersoy
taklidi’, yazarlık ve yazarlara öykünme üzerine bir öykü. Sizin de yazarlık
serüveninizde benzer hissiyatlar yaşadınız mı? Favori yazarlarınız ve başucu
kitaplarınız nelerdir?
Bir yazarı, bir romanı,
bir hikâyeyi, bir şiiri kıskanmadan yazı yazılmaz gibi geliyor bana. İnsanı
ileri götüren tek kıskançlık cinsi bu olabilir. Ama genelde sevilen yazarların
nasıl yazdığının feyz olacağı gibi yanlış bir kanı vardır. Bundan sadece öykünme
çıkar. Asıl feyz, takdir ettiğimiz bir yazarın yazdığından değil, kafada
dolanan o hikâyeyi nasıl yazabileceğini tahayyül etmekten gelir. Edebiyattan
önce, onun hayata, insanlara nasıl baktığını anlamışız demektir çünkü bu.
Zenginleştiren de budur bence.
Can
Öktemer