20 Haziran 2015 Cumartesi

İstanbul’da Fidayda



Ankara’nın ender gösterişli (!) yapılarının şehrin her yerine inşa edilmiş “fışkiyeler” olduğu zamanlardan bu gösterişin yerini bozuk saat kuleleri ve devasa kapılara bıraktığı zamanlara kadar Ankara’da yaşamış ve sonradan İstanbul’a yerleşmişseniz, burada geçen zaman ikiye ayrılır: İlk zamanlar ve sonrası… İlk zamanlar müthiş bir heves ve heyecanla geçen yerli turist evresidir. Bir insan ülkesinin turizmine yerli bir turist olarak ancak bu kadar katkıda bulunabilir. İstanbul’da yıllardır yaşayanların bile gitmediği yerleri gezmek, tüm müzelerin altından girip üstünden çıkmak, Boğaz’daki her yapıya karşı fotoğraf çektirmek, her vapura binişte Boğaz’ın her girintisini, çıkıntısını, akıntısı son anda sınava çalışan bir öğrenci telaşıyla adeta ezberlemeye çalışmak… İlk zamanlardaki fotoğraflar da şöyle sınıflandırılır: Gün batarken boğaz, gün doğarken boğaz, yağmurda boğaz, karda boğaz, martıyla boğaz, simitle boğaz, aralara serpiştirilmiş Kız Kulesi, Kız Kulesi ve çay sonra biraz daha Boğaz, Boğaz, Boğaz, Boğaz…
Sonrası olarak adlandırılan evredeki fotoğraflarda aynı Boğaz kombinasyonlarının sizi ziyarete gelmiş arkadaşlarınızın farklı versiyonları vardır ve siz bu karelere girmeye üşenecek kadar bıkmışsınızdır. Sonrası olarak adlandırabileceğimiz evrede kendi adıma konuşmam gerekirse ben hep Ankara’nın sakinliğini ve mütevazılığını aramaya koyuldum. Boğaz’a karşı çay içme hayalinden çoktan vazgeçtim. Çünkü öyle bir yer yok. Evime yakın, Ankara’ya koysan zerre sırıtmayacak kadar mütevazı bir çaycı buldum mesela. Ara sokağın tekinde kuytu ve salaş. Halini hatırını sorabildiğim bir çaycı abim var ve çayı şekersiz içtiğimi ilk günden öğrendi. Boğaz görmüyor. Martı sesi gelmiyor. Aman gelmesin. Ben ikinci evredeyim. Ankara mütevazılığına döndüğüm, sessiz bir köşe aradığın ve hal hatır sorabildiğin insanların yanında kalmak istediğin evre.
Mesela İstanbul’a ilk geldiğim zamanlarda, “Boğaz’a karşı çay içebileceğimiz” bir yerdeydik ve çay kaşığı ile şekeri kenara koymama fırsat bulamadan orayı sel bastı. Bence orayı sel basmasının sebebi kesinlikle ön taraflarda oturabilme şerefine erişmiş olmamdandı çünkü o kadar şanslı olamazdım. Bu lüks ne münasebetti. İnsanlar mekânın güvenli yerlerine kaçmaya çalışırken ön safları hak ettiğine inanmış ve bunu tüm hücreleri ile benimsemiş bir abimizin tek yaptığı sandalyesinin tepesine çıkıp bardağını kurtarmak oldu. Çünkü böyle bir fırsat insanın hayatına kırk yılda bir gelirdi ve hiçbir doğal afet bu “keyfi” mahvedemezdi. “Ankara’da deniz yok, nasıl yaşıyorsunuz?” diye soran İstanbul insanına, “Siz İstanbul’da denizi görebiliyor musunuz?” diye sorunuz. Çünkü inanın göremiyorlar, hani baksalar dahi göremeyecek cinsten. İstanbul insanı telaş selinin içinde hayatta kalmaya çalışıyor, o kadar.
Bu telaş ve hayatta kalma çabası, İstanbul insanın şımarık olarak algılanmasına yol açıyor ama inanın ki, bu insanların şımarıklığa bile ayıracak vakitleri yok. Herkes işten beş dakika erken çıkıp, trafiksiz saati yakalamak umuduyla oradan oraya koşuyor. Hafta sonları uzun bir kahvaltı edebilmek için Ankara’nın doğalgaz sıralarından daha uzun sıralarda bekliyor. Sonrası hüsran, sonrası kuru İstanbul simidi… Simit demişken, Ankara simidi ayrı bir mevzudur. İkindi kahvaltıları için İstanbul insanı sıra bekleyedursun, Ankara’da ikindi kahvaltıları evde yapılır ve başrolde Ankara simidi vardır. Saat kaç olursa olsun, bu simit İstanbul’un en taze simidinden bile gevrektir. Hayır, bir kere öyle ekmek içi gibi tatsız, tuzsuz, yavan değildir. Kahvaltıcı da yer bulamadın diye mecbur kalınmış bir İstanbul simidi gibi poşetin içinde öksüz de bırakılmaz. O, sofranın gözbebeğidir. Yanına az biraz peynir, bir iki zeytin ve başrol oyuncumuzun koyu gevrek rengine ulaşıncaya kadar demlenmiş çay kâfi gelir. Öyle otantik reçellere, havalı kreplere, Avrupa’nın bilmem hangi dağındaki ineğin sütünden yapılmış peynire lüzum yoktur. Yine de kendi halindedir. Akşam olduğunda, Kızılay’da mesela, yedi diğer simitle 1 liraya satılmasına gocunmaz.
Bu ikinci evrenin sadece Ankara insanına has olma olasılığı göz önünde tutmakta fayda var. Çünkü Ankara insanını tarif edecek sıfatlar listesinde ilk sırayı “mütevazı” alır. Biz Kuğulu Park’la yetinmeyi bilmiş hatta sonrasında pavyon ışıklarıyla aydınlatılmasına bile alışmış, bir elin parmağını geçmeyecek kadar durağı olan metroları dakikalarca beklemeyi öğrenmiş, bozkır kokan birasıyla dar zamanlara derin sohbetleri başarabilmiş (çünkü büyük ihtimalle son otobüse yetişebilmek için 10 ya da 11’de hesabı istemişizdir), yapay göllere gözümüzü kısarak bakıp deniz olduğunu hayal etmiş insanlarınızdır. Bu mütevazı insanın bünyesi, bu hızlı hayatı, denizin her tarafından sağlanan ulaşımı, Boğaz’ın ihtişamını, selamsız girilip sabahsız çıkılan bakkalları, sokakları, mekânları kaldırmaz ve bu bünye kuytuya yönelir. “Hasretinin nazlı” olmasının sebebi de belki aranan o kuytunun 450 km doğuda olmasındandır ve Ankara ile Kadıköy o yeşil tabelada alt altadır. Kalmakla kalmamak arasında vermen gereken kararı bir kez daha sorgulatmak istercesine.
Nurefşan Uğurlu

14 Haziran 2015 Pazar

Tan Morgül: ‘Ne futboldan ne romantizmden vazgeçerim’


Tan Morgül, uzun yıllardır futbol üzerine, futbol kültürü üzerine Eduardo Galeano’nun izinden giden, bu konuda yazılar yazan bir futbol romantiği. Bununla beraber kendisi yine uzunca bir süredir dünyadaki alternatif toplumsal hareketleri, küreselleşme karşı aktivitelerini yakından takip ediyor. Morgül’le memleket futbolunun ahvalini, futbol ve şiddeti, bütün bu boğucu futbol iklimine karşı üretebilecek panzehirler üzerine konuştuk.
Tan Morgül
- Geride bıraktığımız futbol sezonundan başlayalım isterseniz. Memleket hudutlarında aşina olduğumuz bir futbol sezonunu geride bıraktık. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu sezonu?
Güya ben futbol programı yapıyorum, futbol hakkında yazıyorum, bence birçok arkadaşımla öyle yaptığımızı düşünüyoruz. Futbol kültürü programı aslında bizim derdimiz. En az ilgilendiğimiz liglerden biri Türkiye. İzleyici performansı olarak İspanya, İngiltere, Almanya açık ara öndedir benim için. Oturup keyifle Almanya ligi, İspanya liginden maçları 90 dakika izliyorum. Türkiye ligini biraz futbol hastalığı sebebiyle gazeteden ve arada bir özetlerden takip ediyoruz. Kadroları biliyorum elbette, işi biraz trajikleştirmek için böyle konuşuyorum. Şimdi Türkiye futbolunun iki tane önemli meselesi var; biri yapısal tarafı, ikinci tarafı da oyun sıkıntısı, burada iyi futbol oynanmadığını düşünüyorum. Türkiye’deki futbolla sadece sportif olarak bile ilgilenince izleyecek bir şey göremiyorum. O yüzden bir refleks olarak da izleyemiyorum. Tartışma programlarını da takip etmiyorum. Bence onlar zehirli ama belirli maçlar sırasında sosyal medyadan uzak kalamıyorum. Futbolun popüler yönüne arada bir kaymamız engellenemiyor ama çok müdahil olmuyoruz eskisi gibi. Bu sebeplerle, sürdürebilir bir futbol geleceği için iyi değerlendiremiyorum. Bir de bu sezona üzücü bir şekilde Süleyman Seba Ligi dendi ama buna zaten en başta Beşiktaşlılar bozuldu sezonu görünce. Ne etik olarak, ne Fair-Play olarak, ne de sportif olarak Süleyman Seba’ya layık bir lig olarak göremiyorum. Kimin şampiyon olduğu; taraftarlar için önemli oluyor elbette. Galatasaray, irrasyonel bir süreç yaşamasına rağmen şampiyonluk yaşadı. Öte yandan Beşiktaş sahası olmadan sezonu tamamladı. Türkiye gibi liglerde çok önemli olan saha avantajını kullanamadı. Bütün dezavantajlara rağmen, Biliç gitti Liverpool’u eledi. Yine de Beşiktaş yönetimi sezon sonu Biliç’le yollarını ayırdı. Netice itibarıyla memleket ve dünya futboluna hayırlı olacağına dair umudumun olmadığı bir ligi daha geride bıraktık. Sezon sonunda ‘Oh be! Dünya futboluna, bizim futbol zevkimize bir şey kattı. Şampiyona da, ikinciye de, sonuncuya da helal olsun’ diyeceğimiz bir lig yok ortada. Futbolla ilgilenen sıralamaya bakalım. Recep Tayyip Erdoğan, Yıldırım Demirören, Fatih Terim… İşin ulusal boyutunda da sırf bu isimlere baksak bile çok bir şey beklemeye gerek kalmıyor.
- Buradan şiddet mevzusuna geçelim dilerseniz, malumunuz Türkiye’de futbol ve şiddet neredeyse iç içe geçmiştir. Bu sene futbolda şiddetin dozu biraz daha artmış gibi gözüküyor. Fenerbahçe’nin takım otobüsüne tüfekle ateş edildi daha sonra Emre Belözoğlu’na darp girişiminde bulunuldu. Bütün bunlar yaşanmasına rağmen hem olayın mağduru Fenerbahçe hem de genel olarak kamuoyu genel bir sessizliğe büründü. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu durumu?
80’li ve 90’lı yıllarla kıyasladığımızda, saha içi ve dışı şiddete uzun yıllardır rastlamıyorduk. Fenerbahçe’ye yapılan saldırı üzerinden bakarsak, bunun sadece futbolla mı alakalı, yoksa başka şeyle mi alakalı olup olmadığını soruşturma ve soruşturma sonuçları gösterecek diyorduk, artık bunu da diyemiyoruz maalesef. Çünkü bir arpa boyu yol gidilemedi o saldırıda. Resmen bir katliam girişimi yapıldı orada. Türkiye futbol tarihinin gördüğü en acayip hadiselerinden biriydi. Yapanlar ne amaçladı? Bu profesyonel bir tezgâh mıydı? Bu sorular cevapsız. Ne dersek spekülasyon yapmış oluruz elbette ama şunu deme şansımız var, sonuçları itibarıyla sadece Fenerbahçe’yi değil, memleketteki bir şeyleri hedef alınan bir saldırı yapıldı. Emre’ye yapılan saldırıyı da yine vahim ve tehlikeli olarak görüyorum ama temel olarak Fenerbahçe kafilesine yapılan silahlı saldırıyı özel olarak incelemek lazım. Başka hadiselerde olsa, tık diye hemen isimler bulunurken, bu konuda bir yol alınamıyor. Fenerbahçe yönetimi de bu hadiseye sessiz kalıyor. Yani ilk başta verdiği tepki ile şimdiki arasındaki fark, pis bir şeylerin döndüğüne işaret. Bu da bize Türkiye futbolunun her zaman olduğunu gibi yine siyasetin temel direklerinden biri olduğunu gösteriyor.  Malum Gezi’ye gittiğimiz süreçte de başka türlü hallerini de gördük bu durumun.  Passolig’in de içinde yer aldığı Sporda Güvenlik Yasası’nın nasıl hızla organize edildiğine şahidiz. Aslında ağır bir tribün gentrifikasyonu ve tribünün “apolitikleştirilmesi” süreci bu. Siyasetin istediği tipte taraftar profilinin tribünde yer almaya başladığını görüyoruz. Bunun yanı sıra, 3 Temmuz’da başlayan ve bir türlü sonuçlanmayan hukuki sürecin taraflarını ciddi anlamda şiddet alanına çektiğini görüyorum. Fenerbahçeliler ne tribünde ne de dışarıda bir şiddete başvurmadılar.  Ancak Trabzonspor taraftarları ve başkanının söylemleri meselenin oldukça gergin bir hadiseye doğru evrilmesine yol açtı. Yine de, bunu durumdan vazife çıkaran iki üç tane Trabzonspor taraftarının da yaptığını düşünmüyorum. Ama siz bu eylemi yapanları bulup yargılayıp, nedenlerini ortaya çıkarmazsanız, bunun kökenlerinin daha çok nereye gönderme yaptığı hepimizce malumdur. Biz bu memlekette 20 yıldır siyaset yapıyoruz. Bu tip davalarda yavaş ilerleme, bu işin sorumlularının ortaya çıkmaması, tarafların bir anda böyle susması, memleket için de, taraftarlık için de hayırlı değil. Yani neresinden tutsak elimizde kalıyor.
- Sosyal medyada, yapılan saldırılara “Oh, iyi olmuş” gibi yorumlara da tanık olduk. Bu yorumları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sosyal medya, hele Türkiye gibi ülkelerde devletin ceberutluğu, bilgi eksikliği ve sivil toplumun bu konuda güçlü olmaması sebebiyle, kendisini kamusal alanda ifade etme sıkıntısı olan, çok farklı şekilde kullanılan bir mecra. İnsanlar sosyal medyada çok rahat nefret suçu işleyebiliyorlar. Çok ağır seksist ithamlarda bulanabiliyorlar. Bu bir delilik hali. Böyle bir delilik haliyle birraya gelme ne sonuç doğurur? Sadece şiddet üretir. Sokakta pratik şiddet ürer, sosyal medyada nefret suçu ürer. Bu memlekette çok ciddi bir  katliama alkış potansiyeli var. Yani aslında bir toplumun en dibidir bu durum. Futbol da bu tip hadiselerde kullanıcı alanlarından biri. Takım formasını giyiyorsun, insanlarla bir araya geliyorsun. Maç izliyorsun ve bunu her hafta yapıyorsun. Dolayısıyla kendini çok rahat bu alana müdahil olacak ve bu alanda konuşabilecek hakkı görebiliyorsun. Çünkü sen taraftarsın, sen takım tutuyorsun ama bununda sınırları var. 40-45 kişinin hayatını kaybedeceği bir olayda “Oh olsun” diyorsan, bu çok büyük bir problem. Ama bu söylemin hukuki sonuçları olmalı. Bu tip nefret suçlarına giren mevzularda memleketimizde hukuk mekanizması çok fazla meşgul olmuyor. Yani her tarafından dökülen bir toplumuz.
- Tribünlerinin de siyasallaştığı bir dönemden geçiyoruz. Gezi’yle beraber artık daha bir muhalif dile sahip tribünler. Öte yandan başkanlara bakıyoruz “Futbola siyaset karışmasın” diyorlar, siz genel olarak bu politize olma durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tribünlerdeki insanlar zaten politikti aslında. Tribünlerdeki sol politizasyon, Gezi öncesinde de vardı. Sadece insanlar, Gezi’yle birlikte tribünde yer alma veya beraber olmak istediği bir grup olabileceğini ve başka gruplarda olabileceğini fark ettiler bence. Çünkü Gezi’den önce de Fenerbahçe, Beşiktaş, Galatasaray tribünlerinde muhalif gruplar vardı. Küçük gruplardı. Tribünlerde büyük bir çoğunluğa sahip değillerdi, Çarşı hariç. Tribünde performansları yeterli olamıyordu. Sadece muhalif anlamda söylemiyorum. Yani performans alanında da tribünde çeşitlilik varsa, tribünde hoş yaratıcı durumlar ortaya çıkıyor neticede. Ne zaman çok çeşitlendi, tribünler de oldukça eğlenceli bir hale döndü. Dolayısıyla Türkiye’de özellikle 2010’dan sonra bir politizasyon bu topluma yüklenmeye başladı. Gezi bunun daha fazla kamusallaştırdı. Peşi sıra son beş senede yaşadığımız siyasal yoğunluk ve toplumun siyasallaşmasından tribün de muaf kalamazdı. Yani futbol taraftarlığı politik diye bu iş olmadı, sokak politikleştiği için futbol taraftarları da politikleşmiş gibi göründü. Bu futbola da doğal olarak sirayet etti. Mesela Beşiktaş’ın son maçında İnönü’de yaşananlar, peşi sıra Dolmabahçe Sarayı’ndaki ofis yüzünden Beşiktaş’ın yeniden düzenlenmesi oradaki yoğun polis varlığı, 1 Mayıslarda sadece Beşiktaş’ta gösteri yapanların değil, tüm semtin cezalandırılması, hem Beşiktaş’ı hem de Beşiktaş taraftarlarını politize etti. Hakeza Fenerbahçeliler açısından 3 Temmuz süreci, kendilerini ciddi bir mağduriyete ve içinde devletin ve cemaatin de olduğu bir komploya maruz kalma hissine itti. Hayatlarında hiç polisle karşı karşıya gelmemiş insanlar, maçlarda polisle karşı karşıya geldiler. Öte yandan, Galatasaray tribünü de hükümeti stadyumda ilk protesto eden tribün olmuştu. Dolayısıyla öncesinden bazı nedenler var ama aslen taraftarlık hadisesinin politikayla bu kadar eşleşmesinin nedenini ben taraftarlık formasını giyen insanların politizasyonuna bağlıyorum.
- Tribünlerdeki bu Osmanlı vurgusu, geçmiş dönemlerde pek fazla yoktu yeni yeni karşımıza çıkıyor. Mesela Trabzonspor taraftarları da “Biz Fatih’in torunlarıyız” pankartları açmıştı. Siz bu süreci nasıl yorumluyorsunuz?
Mzuhalif olduğunu sandığın tribünlerde bile, “Ya Allah Bismillah” gibi sağ söyleme sahip sloganları duyarsın. Burada önemli olan durum, bunların sistematik hale gelip bir hegemonya aracı olarak kullanılmasıdır. Öte yandan, tribünler her zaman siyasaldı ama sağ siyasaldı. Şimdi tribünlerde daha önce hiç olmadığı gibi alternatif bir duruş görünce, o tribünü yönetenler, bu işten rahatsız oldu. Ve yine o ‘müthiş’ yaratıcılıklarıyla gide gide Osmanlı’ya gittiler. Çünkü zaten bohçalarında daha farklısını yapacak bir repertuar yok. Gerilim siyasetinin memlekette kodları bellidir, ötekine ihtiyacımız var bu siyaset için. Bunlar, Kürtler ve Ermeniler oluyor genellikle. “Fatih’in torunları” söylemi de esasında bir yabancılaşma, bir yalnızlaşma hali. Ama sen zaten en üst düzeyden başlayarak bu yalnızlaşma halinden bir siyaset üretiyorsun. Sokaktaki her canlı mahlukatı kendisi için, bütün işi gücü bırakmış, Türkiye’ye düşmanlık etmeye yemin etmiş, çabalayan insanlar olarak görüyorsun. Milletin de kendi gündemi, kendi işi gücü yok da oturmuş bize komplo kuruyor. Tabii, bu durumun en rahat yürüyeceği yerlerden biri futbol stadları. Çünkü taraftar da, futbolun verdiği hormonal yüklenme hali vardır ya; bağırma, çağırma hali... Şimdi bu çocuklarda ne yapsın; bildikleri tek tarih geçmişin ne kadar şanlı olduğu. Bildikleri tarih de aslında fena bir şey değil; onu bunu yeniyorsun. Yani bilgisayar oyunu gibi...
-Tribünden devam edelim, sol muhalefet olarak denilince akla ilk olarak St. Pauli gelir. Türkiye’de St. Pauli üzerinden giden bir hat var mıdır?
Her toplumun kendine ait dinamikleri var. St. Pauli tribününün o hale nasıl geldiğini bilmek için, 80’lerin Hamburg’una bakmak, o mahallerinin dönüşümü, oradaki prekarizasyon sürecine, göçmenlere, toplumun kenara ittiği insanların bir araya gelmesine, orada konut hakkı üzerinden büyük direniş hareketlerinin örgütlenmesine, “Right to the City” kavramının orada gelişmesi ve ondan sonra da bu söylemin tribüne gitmesine bakılması gerekir. St. Pauli, 1980’lere kadar politik bir figür değildi. St. Pauli, Almanya’nın en köklü kulüplerinden, 104 yıllık bir geçmişi var. Dolayısıyla o alandaki fiziksel dönüşümler, tarihle de çok özel bir ilişkisi var. Diğer taraftan da acayip alternatif bir alan St.Pauli mahallesi. Sadece politik anlamda değil, yaşamsal olarak da alternatif bir alan. Bütün bu dinamikler tribünde boy göstermeye başladı haliyle. Tribündekiler, bu yaratıcı, eğlenceli tipolojiye sahip çıktı ve St. Pauli hiç görmediği kadar kalabalık, eğlenceli tribünler görmeye başladı.
St. Pauli taraftarı
- St. Pauli’nin dünya çapında bir taraftar kitlesi var, her ülkeden bir sempatizanları var. Türkiye’de Gençlerbirliği örneği akıllara düşüyor iste istemez. Üç büyüklerden gelme çok taraftarı var onlarında. Bu noktada rasyonellik açısından St. Pauli hattına denk düşer mi?
Bu noktada Tanıl Bora gibi figürlerin hakkını yemeyelim. Gençlerbirliği taraftarlığını hep böyleydi esasında. Ankaragücü misal biraz daha sokağın, gecekondunun takımı, Gençlerbirliği ise okumuşların, üniversite öğrencilerinin takımı olarak bilinir. Dolayısıyla Ankaragücü’nün taraftarı hep fazla, Gençlerbirliği’nin hep azdır. Kulübün kendisinde, oyuncuların durumuyla çok bir alakalı olmasa da, buna taraftar üzerinden buna birazcık da sol politik bir kimlik de giydirildi. Ama St. Pauli’nin kulübüne de o hava yansımıştır. St. Pauli’nin dünyada bilinirliği üzerinden bir kıyaslama yapacaksak, bir muhalif taraftar figürü olarak ULTRAS figürünün Türkiye’deki muadili Çarşı diyebiliriz. Bunu sadece sol politik bir duruş açısından demiyorum; tribündeki repertuarı, semtle olan ilişkileri, yaratıcı olan alanlara açıklıkları ve dolayısıyla yaptıkları kampanyalar açısından. Sadece Gezi’yle birlikte ortaya çıkmadı ki Çarşı. Onun öncesinde de çevresel değerler, sokak çocukları, sokak hayvanları ve köy okullarıyle ilgili bir sürü kampanyaları vardı. Çarşı çok hegemonik bir figür Beşiktaş tribününde. Bunu sadece politik duruşuylailgiliı söylemiyorum, stadı ve koreografiyi de yönetmesi de çok önemli bir şey. O yüzden de dünyada şu an popüler figür Çarşı. Ben yurtdışından gelenlerle de çok konuştum, onların Gezi’deki taraftarlarla ilgili sordukları sorular hep Çarşı’yla alakalıydı. Ama küçük küçük güzel hikâyelerimiz var esasında. Adana Demirspor tribünün de ayrıca ele almak lazım. Ancak bu tip hareketler, futbolla bunca senedir uğraşmış bir insan için önemli. Yani şunu söylemek lazım, 90 dakikalık bir futbol taraftarlığı sonuçta bir siyasal faaliyet değil. Tamamen buna da indirgerseniz çok sıkıcı bir şey olur. Sonuçta orada insanlar takımını tutuyor, takımını destekliyor. Bu duruma haddinden fazla anlam yüklendi. Çünkü insanların kendilerini başka türlü rahat hissedecekleri, ifade edecekleri, eğlenceli muhalefet yapacakları başka türlü bir örgütlülük hali yok. Bunun eksikliğinden dolayı, insanlar kendilerini orada ifade etmeye başladılar.
- Yıllardır sıklıkla dile getirilen kavramlardan biri de futbol romantizmidir. Siz futbol romantizmini nasıl tanımlarsınız? Sizce giderek için boşaltılan bir kavram haline mi geldi bu durum?
Evet, futbol romantizmi Türkiye’de içi boşaltılmış bir kavram. Ama ne futboldan ne romantizmden asla vazgeçerim. Aslında hayatta her şeyin romantize edilmesinde fayda var. Çünkü bir sürü ütopik, irrasyonel şeyler taşır bünyesinde. Bu kadar sıkıcı hayatlarımız içerisinde, birazcık daha birbirimize temas edeceğimiz, ortak alanlar bulacağımız, sakinleşeceğimiz, mavrasını yapabileceğimiz duruşlardan biridir bence. Benim futbol romantizmi konusundaki rehberim her zaman Eduardo Galeano olmuştur. Kendisinin Gölgede ve Güneşte Futbol kitabındaki romantizm ve onun futbolla ilgili konuşmalarında, Galeano, futbolu hayatın güzel taraflarına benzetir. Ama romantizm diye taraftarların el ele kol kola maç izlemesi, birbirlerini alkışlamalarından falan bahsediliyorsa, bu romantizm değildir, hiç kusura bakmasınlar. Bu futbol, bu hale gelmişse bunda hepsinin payı var. Sadece iktidarın, yöneticilerin payı yok ki, spor medyası da her türlü pespayeliği yaptı. Reyting uğruna bütün bu lümpenliği besledi. Futbolda romantizmden daha çok onu kimin dediği önemli benim için.
- Spor medyası da içi boşaltılmış romantizmi sürekli üretmiyor mu sizce? Mesela Lefter’in 6-7 Eylül döneminde yaşadıkları ya da Fenerbahçe’nin stadının adının Şükrü Saraçoğlu olması ama aynı zamanda Lefter’in heykelinin de dikilmesi hususunda hiç bir şey duymuyoruz bu romantiklerden. Bu bir problem değil mi sizce?
Fenerbahçe tarihine damga vurmuş, Türkiye futbolunun en önemli sporcularından biri bir Rum’du. Irkçılık hakikaten lanet bir şey, kof bir şey, yani hemen böyle ağzından çıkabiliyor. O kadar rahat bir şey ki, birisine nefret üzerinden rahat hissetmek. Birisine söylemsel şiddet uygulayarak rahat hissetmek. Dönüp bakmıyor ki, benim şampiyonluklar tarihimin en önemli futbolcusu da Türkiyeli bir Rum’du. Negatif bir kitlesellik hakikaten başa bela bir şey. Bir de unutmayalım son on senedir çok ciddi linç vakaları gördük bu memlekette. Yani bu sıradan faşizm, lümpenlik sadece tribünde değil, her yerde bela bir şey. Taraftarlar da birbirine uyguluyor, sokakta politik olarak beğenmedikleri insanlara uyguluyorlar, bunun aslında panzehiri olabildiğince çeşitliliklerine, kimliklerine sahip çıkabilecekleri bir toplumdu. Ama kendi kendimizle, Türk-Sünni, maço, erkek egemen bir toplum olarak kaldık. Sokakta bile artık doğru düzgün, kadınları, çocukları, yaşlıları engellileri göremiyoruz. Çünkü sokak hayatı da, toplumsal hayatta dezavantajlı grupları dışına attı. Ama bu dezavantajlı grupların hepsi tolerans bekçilerimizdi. Dolayısıyla sokak ne haldeyse tribünde o halde oluyor. Tribünlerde ırkçılık anlamında berbat bir 90’lı yıllar yaşadık. Şimdi nispeten daha zayıfladığını düşünüyorum. İnsanlar geçmişleriyle yüzleşmeye çalışıyorlar. Ermeni ve Rum meseleleri, daha 10 senedir Türkiye’nin tartışma alanına girdi. Bir de yeni kuşaklar geçmişte ne oldu merakıyla hiç bilmedikleri tarihi araştırıyorlar, kafalarında bir soru işareti beliriyor. Merak etme durumu beliriyor.
- Bu durumun panzehri olarak futbol yayınları önemli midir sizce? Lefter’in hayatı düzgün bir şekilde anlatılsa, zihinleri olumlu anlamda açma açısından fayda sağlayabilir mi?
Türkiye’de futbol kitaplarına olan ilgi, İngiltere’ye göre kıyaslandığında çok zayıf ama yine de fena değil aslında. İletişim Yayınları’nı ayrıca anmak gerekir bu durumda. Başka yayınevleri de futbol kitapları yayınlamaya başladılar ama memlekette okunmuyor futbol kitapları. Memleketteki takım sevgisi, oyun, futbol ve onun etrafında dünyayla dair bir sevgi değil ki, o yüzden olabildiğince fakir bir sevgi var burada. Bir taraftan bu kadar seviyor, tutkulu ama diğer taraftan yoksun, eksik bir tutku bu. Platonik aşk gibi birisine bağlanıp duruyor. Buna hep şu örneği veririz; Fransa, Dünya Kupası’nı aldıktan bir iki sene sonra ülkemize gelmişti, kimse gitmemişti maça. Dünya şampiyonu ülkenize geliyor ama kimse izlemiyor.
- Ama yine de kitap açısından yurt dışı bizden bir hayli önde. Guardiola’nın iki senelik Münih macerası bile kitaplaştı kısa sürede...
Adamların futbol kültürü bu işte. Kurgusal kitaplar da yazılıyor futbol üzerine. Nick Hornby’nin Fever Pitch’i harikulade bir kitap mesela. Ken Loach’un My Name is Joe filmi yine keza önemlidir. Bizde de o minvalde çok önemli katkı olarak Dar Alanda Kısa Paslaşmalar filmi var. Yani bu işi futbolun hayatla kurduğu ilişkinin, nihayet belgesel olarak Gezi yaptı. Bu da hem yönetmenin, oyuncusunun, prodüktörünün olabildiğince en kalabalık olduğu bir durumdu. Futboldan kaynaklanmadı ama futbolu da bir şekilde çağırdı, futbol da koşarak geldi. Çünkü futbol kültürü kendi sığ dehlizlerinden çıkıp yaşamla ilgili bir şeyler söyledi. Bu da taraftarlar sayesinde oldu tabii, ne yöneticiler, ne oyuncular organize ettiler durumu. Yani hep böyle her hadise de taraftarlar suçlanıyor da yine de bu işin kurtuluşu aklıselim futbolseverlere bağlı. Sonuçta Passolig’de gördük, tamam o iş de yavaş yavaş insanlar tribüne dönüyor ama bir sene iyi bir cevap verdiler Passolig’e.
- Peki dergicilik için ne düşünüyorsunuz? Mesela Socrates dergisi iyi bir giriş yaptı...
Socrates, sadece futbol dergisi değil tabii ama çok önemli katkı sağlıyor bence. Sadece verdiği pozla değil, ekibiyle de yazarlarıyla da memleket spor kültürü için şu an için yegane güzelliklerden biri diyebiliriz. Bağış Erten’in kafasında bu proje olduğu zamanları da biliyorum. Hararetle de desteklemiştim. Bu memlekette daha önce de Radikal Futbol gibi güzel işler vardı. Mesela Four Four Two sadece futbol alanında uzun zamandır yayın yapıyor. İnşallah uzun ömürlü olurlar, malum dergicilik özellikle memlekette ve dünyada tarihin en güzel günlerini yaşamıyor.
- Şimdi buradan stadyumlara geçelim arzu edersiniz. Can Kozanoğlu, Biz de Bu Maçı Alabiliriz kitabında stadyumlar “farklı sınıftan insanların bir araya geldiği yerlerdir” diyor. Son birkaç yıldır devlet destekli bir stadyum inşaatı var. Bunların bir tür gentrifikasyon girişimi olduğunu düşünüyor musunuz?
Gentrifikasyon nasıl mahallerde de nasıl oluyorsa, stadyumlarda da aynısı oluyor. İnsanların çoluğuyla çocuğuyla, eşiyle gidip rahat bir şekilde maç izleme hakkı da var. Ben bunu hiçbir zaman reddetmiyorum. Ama futboldaki şiddeti, sınıfsal şiddete indirgeyen kafanın ne kadar kof bir kafa olduğunu da belirtmek gerek. Bu gentrifikasyonu meşrulaştıran kafayı da tamamen apolitik buluyorum. Çünkü hiç de öyle alt sınıf olmayan orta-üst sınıflara da şiddet uygulayanları da gördüm. Şiddet öyle sadece belirli sınıflara atfedilecek bir durum da değil. Ayrıca o alt sınıflara yüklenen şiddet sarmalında özellikle organize şiddetin nasıl ve kimler tarafından planlandığını teşvik edildiğini de biliyoruz. Endüstriyel futbol işte, kendi bütçesini denkleştirebilmek için kulüplerde taraftarlarının sezonluk bilet almasını talep ediyor. Çünkü bu insan o parayı veremiyor ama maçı da izlemek istiyor. Bu insan parası azsa, direkt şiddete meyilli bir adam mı olmuş oluyor? Yani birçok yerde de gördük, bütün bu şiddet sarmalanın içerisindeki hayatın kendisi de bir şiddet aslında yoksullara. Hayatın her alanında şiddet görmesine rağmen, inanılmaz bir vakurla hayatını devam ettirmeye çalışıyorlar. Tribüne gidip bağırıp çağırmasıyla, parası olmadığı için mecburen aldığı taklit formalarla, bu insanların statta görülmek istenmemesi, sokakta görülmek istememesiyle aynı şeydir. Ve aslında sadece futbol kültürümüzü baltalamıyoruz, yaşam kültürümüzü de baltalıyoruz. Yani sen toplumun çoğunluğunu oluşturan insanlarla kamusal alanı paylaşmıyorsan, bu insanlara yönelik her türlü şiddeti meşrulaştırmaya başlıyorsun. Çünkü temas etmiyorsun, çünkü o insanlarla yaşam pratiğini deneyimlemiyorsun. “Hepimiz eşitiz, biriz, bu bayrak altında, bu toprak altında yaşıyoruz” lafları hiçbirimizin ağzından düşmüyor, ancak hiç de öyle değil, hiçbirimiz eşit falan değiliz. Hiçbirimiz aynı alanları paylaşmıyoruz. Tribün, bu durumun nadir yerlerinden biriydi. Dolayısıyla o insanları tribünden uzaklaştırarak, toplumsal alana katmak istedikleri enerjilerini, kelamlarını kapatıyorsun. Tribünde artık sadece kendi sınıfından insanların ürettiği bir mesaj kalıyor geriye. O mesaj da hiç kimse kusura bakmasın olabildiğince yalnız ve yoksun bir mesajdır.

- Şimdi İstanbul’da bu statlar bir şekilde doluyor. Fakat Anadolu’da arena yapıp, biletler fiyatlarını yükselttikten sonra seyircinin durumu ne olur sizce?
Kayseri Erciyes’in bir maçında bilet fiyatı 5 liraydı. Adam o kadar indirmiş fiyatı. O beş liranın büyük bir bölümü de Passolig’e gidiyor. Kazandığı da bir şey yok. Sonuçta bir kere oyun tarafı da var, burada bir heyecan olacak, tutku olacak. Senin yaşamınla kimliğinle ilişkisinin bir parçası olacak. Bunlar yokken, bir de bilet fiyatları pahalı. Artık adamın gündeminden eğlencesinden hafta sonu yapacağı ritüelin içinde çıkıyor bu. Bir de zengin bir toplum değiliz ki, niye o kadar para versin? En son Union Berlin-St. Pauli maçına gittim. Fiyatlar çok uygun, bizden ucuz biletleri. Gayrisafi milli hasılası en yüksek devlette, Almanya’da oluyor bunlar. İnsanlar biralarını içiyorlar, muhabbetlerini ediyorlar, olabildiğince şenlikli bir ortam. Almanya’nın bütün tribünleri inanılmaz şekilde dolu. İngiltere’de biletler genelde pahalı olmasına rağmen, orada bile halen belirli bir kategoride bilet alabiliyorsunuz. Ancak bu gentrifikasyon sadece bizde olmadı. Çünkü onun arkasında bir politik gündemde gizliydi. Daha önce tribünlerdeki şiddetin sorumlusu olarak hep yoksullar görüldü. Özellikle Thatcher politikaları vesilesiyle; Heysel, Hillsborough gibi facialar arkasına bu tip mesajlar eklendi İşte Hillsborough’ın nasıl olduğu geçenlerde komisyon kararıyla ortaya çıktı. Hiç de öyle, sadece taraftarların suçlanacağı bir şey olmadığı ortaya çıktı. Dolayısıyla bu büyük bir politik tartışma ve endüstriyel futbolun sponsorları veya futbola haddinden fazla para harcayacak insanları ikna etme aracı önce bu alanı “temizlemek” oldu. Geçen gün bir programda, Mehmet Yüce, 92’de Şampiyonlar Ligi’nin kurulmasının endüstriyel futbolun kurulmasının başlangıcı olarak gördüğünü söyledi, ben de katılıyorum. Şampiyonlar Ligi çok belirleyici oldu ve büyük sponsorların olaya girmesini sağladı. Bunun için de statların seçkinleştirilmesi lazımdı.
- Bu durum karşında şöyle bir refleks gösterebilir miyiz? Malum Manchester United taraftarı da çok mustaripti bu durumdan ve gidip United FC’yi kurmuşlardı. Bu tip şeylerden üzerinden muhaliflik yapılabilir mi?
Her türlü akılcı, politik yaratıcı muhalifliklere şapka çıkartırız. Şimdi İngiltere’den bahsediyoruz, futbol kültürü o kadar devasa boyutlardaki. Adamın rakibinin oyuncusu geliyor, adam yeni kanserden kurtulmuş, oyundan çıkıyor, onu alkışlıyor bütün stat. Bu yüzden gidip Türkiye ile İngiltere’yi kıyaslamayız. Manchester United taraftarlarının kurduğu takım bize feyz veriyor. Bizim de dışarıya feyz vereceğimiz örnekler ileride çıkabilir. Çıksın da, futbolun endüstriyel dünyasıyla mücadele etme şansımız olur. Bir sürü taraftar, FIFA’nın içerisinde ne haltlar yendiğini söylüyordu, dile getiriyordu, bunları söylüyordu. Protesto ediyordu, sonuçta futbolu yönetenlerin kepazelikleri yıllardır ortadaydı, şimdi alenen ortaya çıktı. Yoksa öyle gizli kapaklı yerlerden nemalanan, yönetimlerden bilet alan, tribünleri yönetmeyi çalışan insanlardan, ne o takıma, ne memleket futbol kültürüne, ne de dünya futbol kültürünün hiç birine katkı çıkmaz. Yine sevenin halinden, sevenler anlar. Seviyorsan onun bir karşılığı yoktur, niye sevdiğinin de bilmezsin ama seversin. Sevdiğin için de her şeyi yaparsın. Sevdiğinin bekası için de her şeyi yaparsın. Biz İngiltere’de sevme biçimlerini görüyoruz, saygı duyuyoruz ve inşallah memlekette de olur diyoruz.
- Futbol ve erkeklik meselesi için ne düşünüyorsunuz? En basitinden bilindik erkeklik kodları üzerinden hocalık yapmayanlara direk itiraz ediliyor, bu işin üstesinden gelemez deniliyor...
Özlenen ve istenilen figür, hep dayakçı ve otoriter figürdür. Onu temsil eden hocalardan bolca var memlekette. Böyle futbolcusunu dinleyen ona sıcaklık gösteren hoca pek yoktur. Düşünün Lucescu ve Şenol Güneş kaç kere kendisini oyundan aldı diye oyuncuları tarafından protesto edildiler. Bu tip davranışları o oyuncular Fatih Terim’e yapamazlar. O yüzden o figürlerin çoğalması önemli. Evet, futbol çok erkek bir alan. Bunu yadsıyamayız. Artık kadın izleyici sayısında bir artış var ama kaç kere gördük tribünde kadınlar da erkekleşebiliyor. Bu sadece anatomik bedenimizle de ilgili olmuyor. Futbol kültürünün temelindeki sorunlardan biri; bu erkeklik hali. Sokakta nasıl bir problemse, tribünde de bir problem. Sadece fiziksel olarak değil, söylemsel olarak da bir şiddet hali. Dolayısıyla en büyük sıkıntılarımızdan biri. Sonuçta sadece tribünde edilen küfürlerden bahsetmiyoruz, kadın ölümleri var memlekette çok ciddi boyutta. Seksist küfürler de bu dinamiğin bir parçası. Hepimizin ağzımızdan çıkan küfürlere dikkat etmemiz gerekiyor. Ağır bir “erkek terörüne” maruz kalan kadınların yaşadığı bir ülkeden bahsediyoruz. Dolayısıyla oradaki erkeklik halinin bu kadar kendini kontrolsüz bir şekilde dışarı vurduğu alanların kendisi görünüyor oluyor. Tribünler istese de istemese oradaki performans biçimleriyle erkeklik hallerinin bir parçası oluyor. Ne yapalım, tribünleri kapatacak halimiz yok. Zaten seyircisiz maç seyretmek dünyanın en sıkıcı şeylerinden biri. Ama burada herkese bir görev düşüyor. İnsanlar ağızlarından çıkan sözcüklere dikkat edecekler.
- Spor medyası bu durumun neresinde sizce?
Televizyondaki spor programları, Allah’larından bulsunlar, ne diyeyim ki. Bu toplumda her zaman böyle bir damar olacak. Ciddi bir lümpenlik de var. Seviliyor da bu dil ama bunun marjinalleştirilmesi gerekiyor. Burada da taraftar gruplarına iş düşüyor. Sonuçta izlediğiniz de bir şey değil be kardeşim. Senin futbol kültürüne, senin futbol zevkine ne katmış? Sırf gaz veriyor negatif olarak. Bunları izlemek açık bir zaman kaybı. Git Football Manager oyna onu izleyeceğine, oradan yeni oyuncular keşfet.
- Football Manager’i oynayanlarda hep bir romantizm vardır ya, küçük takımları zirveye çıkarma öyküleri. Brian Clough’un kitabı çıkmıştı hiç okunmadı, hâlbuki adam onların oyunda yaptıklarını gerçek hayatta yapmıştı. Bu durum çok acayip değil mi sizce?
İşte muhalefet de böyle bir şey. Bazen ortamın kendisi mesaj oluyor işte. Malzeme buysa, sen de o zaman yeni kültürel üretimlerini birazcık daha farklılaştırman gerekiyor. Yani sadece eleştiri yapabiliriz. Yıllarca da yaptık işte. Asıl mesele Marx’ın 11. tezinde dediği gibi “Yorumlamak değil, değiştirmektir.” Demek ki, artık farklı ortamlar üzerinden işler yaratmak gerekiyor. Oyun başka bir şey tabii. Johan Huizinga’nın kült kitabı Homo Ludens vardır. Oyunun tarihini anlatır ve şöyle başlar: “Oyun kültürden eskidir.” Hakikaten oyun başka bir şey, memleketteki en büyük sıkıntılardan biri de, bir oyunu kitlesel olarak takip etme hali. Oynasa, spor yapsa, bu oyunun parçası olsa, daha başka bir şey olabilir. Ama sadece halı sahada bir araya gelmekten bahsetmiyorum. Avrupa’da halen belli yaşlarda insanlar bir araya gelirler antrenman yapıyorlar ve sonra maç yapıyorlar. Onlara para vermeden oynayabilecekleri ait özel araziler vardır. Kentler de bu şekilde düzenlenmiştir. Kentler sadece TOKİ kafalılara göre düzenlenmemiş. Parklar ve yeşil alanlarla kendini yeniden organize edebilmen için oluşturulmuştur. Dolayısıyla insan oyun oynadığı zaman insanlığını daha çok fark ediyor, çünkü taş devrinden beri oyun oynuyoruz. Ve sen sadece izleyerek yabancılaşıyorsun. İnsanın fiziksel enerjisini çıkaracak belli alanlar vardır. En temel iki alan, spor ve sevişmektir. Bu toplum, ne doğru dürüst sevişebiliyor ne de spor yapabiliyor.
- Tanıl Bora bir röportajında futbolun şişik topunun artık indirilmesi gerektiğini söylemişti. Futbola tutkusunu bildiğimiz Zeki Demirkubuz da Socrates dergiye verdiği röportajda futboldan soğuduğunu söylemişti. Bu ruh hali sıklıkla görünmekte, bu durumun panzehri nedir?
Futbol elimizden gitmiyor. Allah’tan futbol sadece burada oynanmıyor, burada da keşfedilmedi. Ben kendi adıma oynuyorum, benim artık iple çektiğim tek şey oynadığım maçlar. Haftada bir gün maç yapıyorum. Yurtdışındaki maçları izliyorum. Memleketteki futbol ikliminden bahsediyorsak, sıkıcı bir iklime sahibiz. Tanıl’ı tanıyorum, futbol tutkusunu da onunla kurduğu ilişkiyi de biliyorum. Kendisi yıllardır bu işin içinde, bu alanın entelektüel alanla ilişkisi çok darken de işin içindeydi. Biz de işin içindeydik, bu yüzden birbirimizi bulmuştuk bir şekilde. Bir sürü insanı da biliyorum hepimiz aynı ruh halindeyiz. Yapacak bir şeyimiz yok, bence artık gittikçe dibe vuruyoruz. Ondan sonra bir çıkış yolu bulabileceğiz. Bu oyun oynamaya devam edecek, izlenmeye de devam edilecek. Biz kötü zamanlarına denk geldik.
- Yurtdışındaki takımları da sahiplenme, tutkuyla takip etme başlandı son zamanlarda...
Beşiktaş- Liverpool maçını biz Liverpoollularla izledik, ben o tribünde 12-13 ülke saydım maça gelenler arasından. Sadece biz de yok, konu İngiltere takımları olunca, bütün dünyada taraftar buluyor. Hatırısayılır bir şekilde Liverpool’u destekleyen taraftar vardı. Bunlar güzel bir şey bence, hatta Liverpool’u tutan adamın rasyonel tutumu da vardır. Birisiyle konuştuğunuz zaman neden Galatasaray’ı tutuyorsun dediğinde veya Fenerbahçe tutuyorsun dendiğinde, daha rasyonel, daha sosyolojik nedenler sayabilir. Çünkü takım tutmanın bir manası yoktur, babadan geçmiştir genellikle. Bir taraftan, endüstriyel futbolun içinden verdikleri poz daha farklılaşmaya başladı. Artık takım taraftarları da bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Bir de eskisinden farklı olarak çok fazla görünür haldeler. Bundan 15-20 sene önce Dortmund, Liverpool işin çok hastası olmayanların takip ettiği bir şey değildi. Ben mesela çocukluğumdan beri Liverpool’u takip ederim, severim. Asıl mesele, sen semtinin takımını tutmuyorsun gidiyorsun, başka takım tutuyorsun. İnsan gidip üç dört takım da tutabilir, buna da bir şey demiyorum. Ama gidip Adana’da oturuyorsun, ne Adana’yla ne de Adana Demirspor’la bağın var, gidip üç büyükleri destekliyorsun. Bu köksüzlükle de ilgili bir şey. O kadar gezgin bir millet olduğumuzu, sadece bedensel değil, kafası da çok gezgin bir millet olduğumuzu gösteriyor. Bir de güç hastalığı var tabii, illa şampiyon olacak. St. Pauli gidiyor 7 tane yiyor Bayern Münih’ten, hocası istifa edecek ve tribünde şölen var. Çünkü hocaları ayrılacak. Kültüre bak, adam 2. ligde sonda, halen dolu tribünlere oynuyor. Burada kendi takımın düşmeye başladığı zaman tribündeki seyirci de düşmeye başlıyor. Bunu bırak maçta mağlup olsun 2-0 protesto etmeye başlar, 3-2 olunca alkışlamaya başlar. Kendisi de utanmaz kendinden. Oyuncuya yüklenme hali akıl alır şey değil. Oyun esnasında hiçbir katkısı yok; bir taraftan, sen hiçbir şey kazanmıyorsun. En özgür adamsın istediğin her şeyi söyleyebilirsin ama işin raconu var.
Can Öktemer

11 Haziran 2015 Perşembe

Her eve lazım amca



Genç Osman Yavaş’ı asıl tanıdığımız mecra müzik elbette ki. Resim bölümünden mezun olan ve Almancadan yaptığı çevirileri de bilinen Yavaş, bu kez karşımıza yazar kimliğiyle çıkıyor. “10 parmağında 10 marifet” desek abartmış olmayacağım Genç Osman Yavaş’ın bu ilk kitabı bir çocuk kitabı üstelik. Amcam ve Ben - Havaalanında Bir Zebra,  yazar Genç Osman Yavaş ile çizer Nalan Alaca’dan çocuklara ve yaşları büyüse de çocuk edebiyatından bir türlü kopamayanlara bir armağan. Serinin ilk macerası başından geçen “abartılı” olayları yeğenine anlatmayı çok seven amcanın İsviçre’ye yakınlarını ziyarete giden bir zebra ile havaalanında tanışması ile başlıyor. Kitap boyunca bu ikilinin başlarından geçen deli dolu olayları okuyoruz. Üstelik kitabın sonunda okuyucularını bir sürpriz bekliyor: Genç Osman'ın bu kitap için bestelediği iki şarkıdan oluşan bir albüm.
Bu kitap hakkında söylenecek ilk şey, kendini düş ve düşünce evreninin derinliklerinde bir yerde konumlandırdığı. Daha önce hangimiz bir zebrayı evimizde misafir edip onunla maceralardan maceralara atıldık ki? Ya da yeryüzünde kahvaltı için menemen yemeği tercih eden kaç zebra vardır?  Kitabın tüm sayfalarına sinen bu komik ve “abartılı” tavır, kitabın kendisini çocuk yazını içerisinde farklı bir yere yerleştirdiğinin kanıtı niteliğinde.
Türkiye sınırlarında çocuklar için üretilen kitapların büyük bir kısmının pedagojik tavırdan kaçamadığı su götürmez bir gerçek. Bu durumun sebebi, bu topraklarda çocuklara nasıl baktığımızla ilintili. Birey olgusunun tam olarak oluşamadığı Türkiye’de, çocuklar eksik, doğru düşünme yetisini öğrenebilmeleri içinse yetişkinler tarafından eğitilmeleri gereken insanlar olarak görülüyor. Bu sebepledir ki, toplumun büyük bir kısmının benimsediği öğretileri ve “kuralları” genç kuşaklara gizli ya da aleni bir şekilde aktarmayı bir gereklilik olarak gören kitapların sayısı az değil. Bu kitaplarda çocukların hayatlarındaki denetleme kurullarında (Türkiye örneğinde bu aileler ve öğretmenlerdir) ele alınan “doğru”lar ve “yanıt”lar kurgu sosuna bulanarak çocuklara sunuluyor.
Bu bağlamda, Amcam ve Ben serisinin bu anlayıştan oldukça uzak olduğunu söylemeliyiz. Örneğin, ele aldığımız kitabın başkahramanı, yeğeni tarafından “deli” olarak tanımlanan bir amca. “Deli” kelimesinin kullanılması, hele de bir aile bireyi için kullanılması sakıncalı değil mi? Kitabın ilk sayfalarında “deli” kelimesini kullanan ve ardından belli ki yukarıda bahsettiğim kurulun denetiminden geçemeyeceğini fark eden yeğen, amcasını “hafif çatlak” olarak tanımlamaya başlıyor. Bu kelimenin de birçok yetişkin için sakıncalı olabileceğini tahmin ediyorum.  Ahter Önkaya’nın yazarla yaptığı röportaj da gösteriyor ki, kitabın hazırlık aşamasında “sakıncalı kelimelerin kullanımı” konusu detaylıca tartışılmış. Sonra Genç Osman, kesin bir şekilde bu kelimenin kullanılması gerektiğine karar vermiş. Ona göre, “...aileler kitapların içindeki ufacık kelimelere takılı kalırken, televizyonun nasıl bir tehlike olduğunu unutuyorlar.” Bu anlamda, yayınevinin yazarının kararı sonucu “çatlak” kelimesinin kullanımını desteklemesi takdire şayan bir kazanım.
Yetişkinlerin bize öğrettikleri arasında hayattaki başarı basamakları yer alır. Buna göre, okulda iyi notlar almalı, ardından üniversitede iyi bir bölümü kazanmalı, iyi bir şirkette iş bulmalı, kariyer basamaklarını hızla çıkmalı, para kazanmalı, evlenip çoluk çocuk sahibi olmalıyız. Bu hikayedeki amca ise bu kuralların büyük bir kısmına uymamış görünüyor. Yalnız yaşayan amcaya annesi hazırladığı çeyizleriyle evlenmesi yönünde baskı yapıyor. O ise annesinin hazırladığı çeyizleri, diğer kahramanımız zebrayı nine kılığına sokarak bakkala gönderebilmek için kullanıyor. Üstelik çocuğu da yok. Ama çok sevdiği yeğenini haftada bir kez görüyor. Her ne kadar kitapta geçmese de tembelliğinden ve sabahın ileri saatlerinde hala evde olmasından olumlanan (9-6 mesai) bir işe sahip olmadığını da anlıyoruz. Böyle karakter yeğenlerine ve onu okuyacak çocuklara örnek olabilir mi?
Muhtemelen bu sorunun yanıtı, çocukların hayatlarındaki denetim kurullarının büyük bir kısmına göre, örnek alınmaması gerektiği yönünde olacaktır. Ama eminim ki, çocuklar bu amcayı çok severler. Tüm bu sebeplerle, serinin ikinci kitabını merakla bekliyorum.
Müge Kalender

1 Haziran 2015 Pazartesi

Yelda: ‘Sözlerim her defasında sessizlik duvarına çarptı’



Entelektüel mecrada Ermeni Soykırımı’na dair ses çıkaranların sayısı son 10 yıla kadar bir elin parmağına geçmeyecek sayıdaydı. Ses çıkaranlar ise her kesimden büyük tepki aldılar ve baskılarla karşılaştılar. Bu öncü isimlerden birisi de ‘İstanbul’da, Diyarbakır’da Azalırken’, ‘Çoğunluk Aydınlarında Irkçılık’ ve ‘Hele Bir Gitsinler Diyalog Sonra’ kitaplarını yazarı Yelda’ydı. Çoğu insanın ‘Ermeni Soykırımı’nı ilk ondan öğrendik dediği Yelda’yla 90’larda Ermeni Soykırımı’na dair ses çıkarmayı ve şimdiki durumu konuştuk.
Yelda Özcan
- Ermeni Soykırımı ailenizde konuşulan bir şey miydi?
Ailede duyduğum bir konu değildi, okul hayatımda da ‘Ermeni’, ne dosttu ne de düşman. Hiç yoktu. Milliyetçi Cephe (MC) hükümetleri dönemine kadar ‘yurtta barış, cihanda barış’ vurgusu vardı. Ayni zamanda Yunanlıların bize düşmanlık ettiği seklindeki propagandayla Yunan düşmanıydık, o çocuklardan biriydim. Ama Ermeni sözcüğü bile yoktu, hatırladığım kadarıyla. Ermenistan da zaten 1991’den sonra, Sovyetler Birliği’nin dağılışından sonra ‘aniden’ komşumuz oldu. Ancak okulda değil ama sokakta ve ailede birinin ötekine, onu dövmek isteyecek kadar kızdığında “gavurun kızı, gavurun evladı” dediğini duymuşluğum vardı. Türkiye’nin çeşitli şehirlerinde okula gittim, tutkulu edebiyat, coğrafya, fizik, matematik öğretmenlerim oldu ama hiç tarih seven bir tarih öğretmeniyle karşılaşmadım. Hatta tarih öğretmenlerimizden birinin adı Avram’dı, kızlar ‘Avram, Avram!” diye arkasından bağırır, alay ederlerdi.
- Siz nasıl tanıştınız Ermeni Soykırımı’yla?
Bugün artık 50’sini geçmiş olan çoğu insan gibi, TRT’nin ‘sözde Ermeni Soykırımı ve ASALA’ haberleriyle tanıştım. Ermenilere ettiklerimizle, Ermeni Soykırımı’yla ilk nasıl tanıştığımı değil ama bizim Ermenilerle problemimiz olduğunu nasıl fark ettiğimi hatırlıyorum. ‘Biz’ kimlerdik? İHD İstanbul Şubesi’ni Emil Galip Sandalcı yönetiminden almış solcu Türkler ve Kürtlerdik. Önceki yönetimi, Kürtlere yapılanlara karşı yeterince duyarlı, yeterince aktif bulmayan biz solcu Kürt ve Kürt dostu -isterse lafta olsun- solculardık, aktif üyeler arasında ağırlığı olan birkaç feminist kadındık. Günün birinde geniş bir dernek toplantısında – dernek Tünel’deydi o zaman- cezaevlerindeki ve karakollardaki işkencelerle ilgili üyelere bilgi verilirken, bir Ermeni erkek adı geçti. O anda ‘yabancı bir isim’, en azından ‘bizden olmayan birinin adı’ diye düşünmüş olabilirim, bilmiyorum. Adı geçen kişinin gayrimüslim oluşunun içerde durumunu daha tehlikeli hale getirdiğini, dolayısıyla daha çok ilgilenmemiz gerektiğini, bu minvalde bir şeyler söyledim. Pozitif de olsa, negatif de, söyledikleri yankı bulan üyelerden biriydim ama bu sefer kimsenin lehte veya aleyhte söyleyecek bir sözü yoktu, ne onay ne karşı çıkış. Hapistekilerle, gözaltına alınanlarla ilgilenirken, doğum yerlerini merak eder, öğrenmeye çalışırdık. Çünkü zanlıların doğum yerleri, polisler için onların suçlu olup olmadıklarını belirliyordu. Örneğin, Tunceliliyseniz, Silvanlıysanız, devlet görevlilerinin eline düşmemelisiniz. Yani eşitsizliklerin işçi-patronla sınırlı olmadığını, Türk-Kürt ayrımcılıklarının da mevcut olduğunu ve bunun görmezden gelindiğini epeydir konuşan, yazan insanlardık. Ayrıca biz feministler (o zaman sosyalist feministlik ile feministlik arasında bir yerlerdeydik), bazı ezme-ezilme biçimlerinin öne çıkarılıp, örneğin kadınlara karşı erkek egemenliğinin sürdürülmek isteniyor olduğunu biliyor ve açık ediyorduk artık. Onun için herhalde, daha önce dediklerimi tekrarladım, üsteledim. Politik suçlu olarak içerde olmak feci bir şey ama Türk ve erkek değilsen, zaten daha fazla zorluk yaşatıyorlar sana, üstüne üstlük bir de Ermeni’ysen daha çok saldırırlar. Ve sonra her defasında sessizlik duvarına çarptığı için böylesi sözlerim belki de, bizim de gayrimüslimlerle problemimiz olduğuna kafa yormak zorunda kaldım.
- Dönemin bu konuları açmak için ‘elverişli’ olmadığını biliyoruz, Ermeni, Rum ve Yahudilere yönelen ayrımcılık ve şiddet pratikleri üzerine yazmaya nasıl karar verdiniz?
Öyle soğukkanlı karar vermekle olmadı, Sait Faik’in dediği gibi “Yazmasaydım, deli olacaktım.” Gerçi yazdıktan sonra da insanı deli ediyorlar ya, neyse.
- O dönemde bu konuları öğrenmek için başvurabileceğiniz çok az kaynak var. Size bu konularda yolu açan kaynaklar hangileriydi?
Herhangi bir yabancı dilde kitap okuyabilen biri değildim ama okuduklarımı analiz etmek, bilgileri birbiriyle kıyaslamak adeta refleksim. Mıgırdiç Margosyan başta olmak üzere Aras Yayıncılık’tan çıkan kitaplar, Serdar Can’ın Ninemin Masalları, Şalom gazetesindeki Holokost’a dair yazılar, Gözlem Yayınevi’nin kitapları, Hürriyet gazetesinin dış haberler sayfasındaki küçük çeviri haberler. Örneğin, soykırım suçunun kolektifliği hakkında düşünmeme neden olan, ilk orada okuduğum Daniel Goldhagen hakkında minik bir haberdi. Belge Yayınları’nın kitaplarını da okuyordum tabii.
- Size yönelen tepkiler gerçekten çok büyüktü. Neler yaşadınız o dönemde?
Kişisel hikâyemin gelecek için bir anlamı olduğunu sanmıyorum. Ama şunu söyleyebilirim. Avrupa’ya kapağı atmaya çalışan biri değildim. Babam, kardeşlerim, bu arada dünyaya gelen yeğenlerim, elimi tutmayı bırakmamış birkaç can dostum Türkiye’de. “Neden Türkiye’ye gitmiyorsun? En büyük işkenceyi yaşamış biri değilsin” dedi oğlum bir keresinde. Çok haklı, nice ağır işkenceler görmüş insanlar Türkiye’ye gitti, gidiyor. Hatta “Türkiye’den, Türklerden nefret ediyorum” deme noktasına gelmiş Kürtler tanıyorum, Avrupa pasaportunu alınca ilk iş Türkiye’ye giden. Bana ne oldu, oğlum bile bilmiyor, ben de bilmiyorum. Bilmek, hatırlamak da istemiyorum.
- Sizin yazmaya başladığınız dönemde, bırakın Ermeni Soykırımı’nı, Varlık Vergisi’nden veya 6-7 Eylül’den bahsetmek bile zordu. Size o günlerde tepki gösterenler bugün neler yapıyorlar?
Beni hırpalamış sol çevrelerde sonradan, bırakın kimden alıntıladığını, alıntı yaptığını bile belirtmeden sözlerimi kullananlar oldu. Duyduğumda ya da okuduğumda kızmakla sevinmek arasında gidip geldim. Neden adımı belirtmeden kendi sözü gibi söylemiş/yazmış diye öfke duyduğumda ise kendime kızdım, neden egom bu kadar kolay kabarıyor diye. Evet, 6-7 Eylül anmaları oluyor ama günümüz Kıbrıs’ıyla bağlantısına değiniliyor mu, bilmiyorum. 2007’den sonra yakından izlemeyi bıraktığım için Varlık Vergisi söz konusu olduğunda da, onun Nazi Almanyası’yla paralelliğini, özellikle Yahudi Soykırımı’yla ilgisini yok saydıklarını ancak tahmin edebiliyorum. Türkiye’de AKP iktidarıyla birlikte antisemitizm o denli yükseldi ki, Türkçe yayınları okumadan da görülebiliyor vahim durum.
- Türkiye’de gayrimüslimlere yönelik ayrımcılık ve bunlarla ilgilenmeme halinin adını ırkçılık olarak koymuştunuz. Bu duruma ırkçılık denmesini hep ‘abartılı’ karşılayanlar oldu. Neden ırkçılık sizce?
Her zaman örnekler vererek yazmıştım, yuvarlak laflarla değil, kendi ırkçılığımdan da örnekler vererek. O yaptıklarımız ve yapmadıklarımıza, literatürde ırkçılık dendiğini bugün artık o ‘abartılı karşılayanlar’ da kabul ediyor, en azından reddetmiyorlar bildiğim kadarıyla. İnsan denen yaratık başkalarına düşmanlık etme paydasında pek kolay birleşiyor. Bugün yazmaya devam eden biri olsaydım, demokrasiyi bir kültür olarak içselleştirmeye hizmet etmek üzere ‘intersectionality’ (kesişimsellik) konusunda yoğunlaşırdım. Ayrımcılıklarımızın kesiştiği ve ayrıldığı durumları ele alırdım. Bunu yapmadığım için Ekşi Sözlük’teki ‘kesişimsellik’ karşılığının doğru olup olmadığından da emin değilim. Irkçılıkların dibi türcülük (‘speciesism’), biz insanların kendimizi diğer hayvan türlerinden üstün görmemiz ve onları sömürmemiz. Yıllardır politik olarak bir şey yapmayan, hiçbir etkinliğe katılmayan biriyim. Susmak onaylamaktır, susuyorsan ahlaki olarak sefil bir yerdesin. Kendimi sefil görmemek için bir yol buldum sanırım: Vegan olmakla huzur buldum; hayvan yemiyorum, canlı canlı haşlanmış böcekleri “ipek” diye sırtıma almıyorum, deri çanta, ayakkabı kullanmıyorum, yün kazak almıyorum. Politik oluşumlara katılmadan, insan içine girmeden kendimce türcülüğe karşı çıkmış oluyorum. Kısa vadede, ne Ermeni-Süryani Soykırımı’nın tanınmasına hizmet eder, ne de Yahudi düşmanlığının azalmasına. Ancak kendime yükleyebileceğim misyon bu kadar.
- Bugün Türkiye’deki ırkçılığın az da olsa çözüldüğünü düşünüyor musunuz?
Yahudi düşmanlığı tavana vurmuş durumda. Ve bu iktidarla sınırlı değil, kendilerini Atatürkçü olarak niteleyenlerde de var, onları Kemalistlikle suçlayanlarda da. Müslümanlarla da sınırlı değil, biraz internette dolaşacak olursanız, Ermeni sitelerinde ve Facebook hesaplarında da hemen karşılaşıyorsunuz.
- Türkiye’nin siyasi ve toplumsal olarak soykırımı kabullenme konusunda aşama kaydettiğini düşünüyor musunuz?
Türkiye’nin 92 yıllık tarihine bakınca, yirmi yıl önceyle kıyaslayınca bir nebze de olsa yumuşama oldu gibi geliyor bana, özellikle de Hrant Dink’in katledilmesinden sonra. Ermenilerin neler yaşamış olduklarını, nasıl katledildiklerini anlatan kitaplar yayınlandı, en azından ağzı laf yapan, kalem oynatan solcular okudu onları. Aynı zamanda hakkını teslim etmek gerekir ki, sadece iç dinamiklerle bu noktaya gelinmedi. Dünyada 1915 Ermeni Soykırımı’nı tanımış ülke sayısı yirmi yıl önce yok denecek kadar azdı, bugün ise örneğin Avrupa Parlamentosu Türkiye’ye soykırımı tanıma çağrısı yapıyor.
- Entelektüeller bu konuları cesaret edemedikleri için mi açmadılar, bilmedikleri için mi? Yoksa bilmezden geldikleri için mi?
Günümüz Almanyası’na bu bakımdan teşekkür borçlu olduğumuzu düşünüyorum. Almanya’da yasayan ilticacı bir Türk’e öyle imkânlar sundu ki, onun öğrenip yazdıkları sayesinde bazı gerçekler bilimsel olarak Türk aydınlarının önüne konmuş oldu. Türkiye’de ‘soykırım’ lafını ağzına alanı, solcuların, feministlerin çoğu yanlarında bile görmek istemezken – korkudan olduğuna inanmıyorum, kimse benden daha korkak değildir- böylece bu netameli konuda bir ‘şıklık’ gördüler. Elitistlere 100 tanık dinleteceğinize, akademik iddialı bir salon toplantısı düzenleyin, arada çayı, kahvesi de olsun, yeter.
- Gayrimüslimlere karşı koca bir duvar olan bilinçli cehaleti neden yıkılamıyor?
‘Bilinçli cehalet’, iyi demişsiniz. Dile kolay, 100 yıl! Ben de genelde karamsar bir insanım ama tek tek bireylere en azından şans tanıyalım derim. Kendi ait olduğu grubun üyesine/üyelerine hak verme otomatiğine bağlanmamış, adalet duygusu olan, vicdanlı insanlar var, çoğunluğun içinde azınlıkta kalan. Gerçek onlardan saklanmasaydı, inkâr ve iftiralar “bizim anlı şanlı (ve de masum!) tarihimiz” diye sunulmasaydı bugün bizden farklı düşünmezlerdi.  Bugünden itibaren öğrenseler, başka bir tavır alabilirler diye umuyorum, umut etmek istiyorum.
- Yüzleşmenin nasıl gerçekleşeceğini düşünüyorsunuz?
Ya IŞİD ruhu ya demokrasi… Ayrıcalıklı olmanın değil, farklılıklarımızla eşit olmanın kendi çıkarımıza da olduğuna inandığımızda herhalde. İyi bir şeyler yapmamıza, üretmemize gerek kalmadan, kafadan, üstün olduğumuza inanmaktan vazgeçtiğimizde belki de. Yüzyıllarca “elhamdülillah Müslümanım” (ne mutlu Müslümanım) diyen atalarımız, ‘din uğruna’ Ermeni ve Süryanileri soykırıma uğrattı. Bugün IŞİD’in yaptıkları gibi… Sonra Cumhuriyet’le birlikte laiklik geldi, dini bir kenara bırakıp vatandaşlıkta birleşelim diye belki de, onun yerine “Ne mutlu Türküm diyene” sözü egemen oldu. Ama bu söz de ırkçı bir karakter aldı ve ne vatandaşlık paydasında birleşebildik, ne de tam laik olabildik. İlle de birilerinden daha üstün olduğumuza inanmaya ihtiyaç duymayacağımız bir kültürün yerleşmesi, ne kadar zamanda, nasıl olur, bilemiyorum.
* Bu röportajın kısaltılmış versiyonu 24 Nisan 2015 tarihli Agos gazetesinde yayımlandı.
Emre Can Dağlıoğlu