Ankara’nın
ender gösterişli (!) yapılarının şehrin her yerine inşa edilmiş “fışkiyeler”
olduğu zamanlardan bu gösterişin yerini bozuk saat kuleleri ve devasa kapılara bıraktığı
zamanlara kadar Ankara’da yaşamış ve sonradan İstanbul’a yerleşmişseniz, burada
geçen zaman ikiye ayrılır: İlk zamanlar ve sonrası… İlk zamanlar müthiş bir
heves ve heyecanla geçen yerli turist evresidir. Bir insan ülkesinin turizmine
yerli bir turist olarak ancak bu kadar katkıda bulunabilir. İstanbul’da yıllardır
yaşayanların bile gitmediği yerleri gezmek, tüm müzelerin altından girip
üstünden çıkmak, Boğaz’daki her yapıya karşı fotoğraf çektirmek, her vapura
binişte Boğaz’ın her girintisini, çıkıntısını, akıntısı son anda sınava çalışan
bir öğrenci telaşıyla adeta ezberlemeye çalışmak… İlk zamanlardaki fotoğraflar
da şöyle sınıflandırılır: Gün batarken boğaz, gün doğarken boğaz, yağmurda
boğaz, karda boğaz, martıyla boğaz, simitle boğaz, aralara serpiştirilmiş Kız
Kulesi, Kız Kulesi ve çay sonra biraz daha Boğaz, Boğaz, Boğaz, Boğaz…
Sonrası
olarak adlandırılan evredeki fotoğraflarda aynı Boğaz kombinasyonlarının sizi
ziyarete gelmiş arkadaşlarınızın farklı versiyonları vardır ve siz bu karelere
girmeye üşenecek kadar bıkmışsınızdır. Sonrası olarak adlandırabileceğimiz
evrede kendi adıma konuşmam gerekirse ben hep Ankara’nın sakinliğini ve mütevazılığını
aramaya koyuldum. Boğaz’a karşı çay içme hayalinden çoktan vazgeçtim. Çünkü öyle
bir yer yok. Evime yakın, Ankara’ya koysan zerre sırıtmayacak kadar mütevazı
bir çaycı buldum mesela. Ara sokağın tekinde kuytu ve salaş. Halini hatırını
sorabildiğim bir çaycı abim var ve çayı şekersiz içtiğimi ilk günden öğrendi.
Boğaz görmüyor. Martı sesi gelmiyor. Aman gelmesin. Ben ikinci evredeyim.
Ankara mütevazılığına döndüğüm, sessiz bir köşe aradığın ve hal hatır
sorabildiğin insanların yanında kalmak istediğin evre.
Mesela
İstanbul’a ilk geldiğim zamanlarda, “Boğaz’a karşı çay içebileceğimiz” bir
yerdeydik ve çay kaşığı ile şekeri kenara koymama fırsat bulamadan orayı sel
bastı. Bence orayı sel basmasının sebebi kesinlikle ön taraflarda oturabilme
şerefine erişmiş olmamdandı çünkü o kadar şanslı olamazdım. Bu lüks ne
münasebetti. İnsanlar mekânın güvenli yerlerine kaçmaya çalışırken ön safları
hak ettiğine inanmış ve bunu tüm hücreleri ile benimsemiş bir abimizin tek
yaptığı sandalyesinin tepesine çıkıp bardağını kurtarmak oldu. Çünkü böyle bir
fırsat insanın hayatına kırk yılda bir gelirdi ve hiçbir doğal afet bu “keyfi”
mahvedemezdi. “Ankara’da deniz yok, nasıl yaşıyorsunuz?” diye soran İstanbul
insanına, “Siz İstanbul’da denizi görebiliyor musunuz?” diye sorunuz. Çünkü
inanın göremiyorlar, hani baksalar dahi göremeyecek cinsten. İstanbul insanı telaş
selinin içinde hayatta kalmaya çalışıyor, o kadar.
Bu
telaş ve hayatta kalma çabası, İstanbul insanın şımarık olarak algılanmasına
yol açıyor ama inanın ki, bu insanların şımarıklığa bile ayıracak vakitleri
yok. Herkes işten beş dakika erken çıkıp, trafiksiz saati yakalamak umuduyla oradan
oraya koşuyor. Hafta sonları uzun bir kahvaltı edebilmek için Ankara’nın
doğalgaz sıralarından daha uzun sıralarda bekliyor. Sonrası hüsran, sonrası kuru
İstanbul simidi… Simit demişken, Ankara simidi ayrı bir mevzudur. İkindi
kahvaltıları için İstanbul insanı sıra bekleyedursun, Ankara’da ikindi
kahvaltıları evde yapılır ve başrolde Ankara simidi vardır. Saat kaç olursa
olsun, bu simit İstanbul’un en taze simidinden bile gevrektir. Hayır, bir kere
öyle ekmek içi gibi tatsız, tuzsuz, yavan değildir. Kahvaltıcı da yer bulamadın
diye mecbur kalınmış bir İstanbul simidi gibi poşetin içinde öksüz de
bırakılmaz. O, sofranın gözbebeğidir. Yanına az biraz peynir, bir iki zeytin ve
başrol oyuncumuzun koyu gevrek rengine ulaşıncaya kadar demlenmiş çay kâfi
gelir. Öyle otantik reçellere, havalı kreplere, Avrupa’nın bilmem hangi
dağındaki ineğin sütünden yapılmış peynire lüzum yoktur. Yine de kendi
halindedir. Akşam olduğunda, Kızılay’da mesela, yedi diğer simitle 1 liraya
satılmasına gocunmaz.
Bu
ikinci evrenin sadece Ankara insanına has olma olasılığı göz önünde tutmakta
fayda var. Çünkü Ankara insanını tarif edecek sıfatlar listesinde ilk sırayı “mütevazı”
alır. Biz Kuğulu Park’la yetinmeyi bilmiş hatta sonrasında pavyon ışıklarıyla
aydınlatılmasına bile alışmış, bir elin parmağını geçmeyecek kadar durağı olan
metroları dakikalarca beklemeyi öğrenmiş, bozkır kokan birasıyla dar zamanlara
derin sohbetleri başarabilmiş (çünkü büyük ihtimalle son otobüse yetişebilmek
için 10 ya da 11’de hesabı istemişizdir), yapay göllere gözümüzü kısarak bakıp
deniz olduğunu hayal etmiş insanlarınızdır. Bu mütevazı insanın bünyesi, bu
hızlı hayatı, denizin her tarafından sağlanan ulaşımı, Boğaz’ın ihtişamını,
selamsız girilip sabahsız çıkılan bakkalları, sokakları, mekânları kaldırmaz ve
bu bünye kuytuya yönelir. “Hasretinin nazlı” olmasının sebebi de belki aranan o
kuytunun 450 km doğuda olmasındandır ve Ankara ile Kadıköy o yeşil tabelada alt
altadır. Kalmakla kalmamak arasında vermen gereken kararı bir kez daha
sorgulatmak istercesine.
Nurefşan Uğurlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder