Tan
Morgül, uzun yıllardır futbol üzerine, futbol kültürü üzerine Eduardo
Galeano’nun izinden giden, bu konuda yazılar yazan bir futbol romantiği.
Bununla beraber kendisi yine uzunca bir süredir dünyadaki alternatif toplumsal
hareketleri, küreselleşme karşı aktivitelerini yakından takip ediyor. Morgül’le
memleket futbolunun ahvalini, futbol ve şiddeti, bütün bu boğucu futbol
iklimine karşı üretebilecek panzehirler üzerine konuştuk.
- Geride bıraktığımız futbol sezonundan başlayalım
isterseniz. Memleket hudutlarında aşina olduğumuz bir futbol sezonunu geride
bıraktık. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu sezonu?
Güya
ben futbol programı yapıyorum, futbol hakkında yazıyorum, bence birçok
arkadaşımla öyle yaptığımızı düşünüyoruz. Futbol kültürü programı aslında bizim
derdimiz. En az ilgilendiğimiz liglerden biri Türkiye. İzleyici performansı
olarak İspanya, İngiltere, Almanya açık ara öndedir benim için. Oturup keyifle
Almanya ligi, İspanya liginden maçları 90 dakika izliyorum. Türkiye ligini
biraz futbol hastalığı sebebiyle gazeteden ve arada bir özetlerden takip
ediyoruz. Kadroları biliyorum elbette, işi biraz trajikleştirmek için böyle
konuşuyorum. Şimdi Türkiye futbolunun iki tane önemli meselesi var; biri yapısal
tarafı, ikinci tarafı da oyun sıkıntısı, burada iyi futbol oynanmadığını
düşünüyorum. Türkiye’deki futbolla sadece sportif olarak bile ilgilenince
izleyecek bir şey göremiyorum. O yüzden bir refleks olarak da izleyemiyorum.
Tartışma programlarını da takip etmiyorum. Bence onlar zehirli ama belirli
maçlar sırasında sosyal medyadan uzak kalamıyorum. Futbolun popüler yönüne
arada bir kaymamız engellenemiyor ama çok müdahil olmuyoruz eskisi gibi. Bu
sebeplerle, sürdürebilir bir futbol geleceği için iyi değerlendiremiyorum. Bir
de bu sezona üzücü bir şekilde Süleyman Seba Ligi dendi ama buna zaten en başta
Beşiktaşlılar bozuldu sezonu görünce. Ne etik olarak, ne Fair-Play olarak, ne
de sportif olarak Süleyman Seba’ya layık bir lig olarak göremiyorum. Kimin şampiyon
olduğu; taraftarlar için önemli oluyor elbette. Galatasaray, irrasyonel bir
süreç yaşamasına rağmen şampiyonluk yaşadı. Öte yandan Beşiktaş sahası olmadan
sezonu tamamladı. Türkiye gibi liglerde çok önemli olan saha avantajını
kullanamadı. Bütün dezavantajlara rağmen, Biliç gitti Liverpool’u eledi. Yine
de Beşiktaş yönetimi sezon sonu Biliç’le yollarını ayırdı. Netice itibarıyla
memleket ve dünya futboluna hayırlı olacağına dair umudumun olmadığı bir ligi
daha geride bıraktık. Sezon sonunda ‘Oh be! Dünya futboluna, bizim futbol
zevkimize bir şey kattı. Şampiyona da, ikinciye de, sonuncuya da helal olsun’
diyeceğimiz bir lig yok ortada. Futbolla ilgilenen sıralamaya bakalım. Recep
Tayyip Erdoğan, Yıldırım Demirören, Fatih Terim… İşin ulusal boyutunda da sırf
bu isimlere baksak bile çok bir şey beklemeye gerek kalmıyor.
- Buradan
şiddet mevzusuna geçelim dilerseniz, malumunuz Türkiye’de futbol ve şiddet
neredeyse iç içe geçmiştir. Bu sene futbolda şiddetin dozu biraz daha artmış
gibi gözüküyor. Fenerbahçe’nin takım otobüsüne tüfekle ateş edildi daha sonra
Emre Belözoğlu’na darp girişiminde bulunuldu. Bütün bunlar yaşanmasına rağmen
hem olayın mağduru Fenerbahçe hem de genel olarak kamuoyu genel bir sessizliğe
büründü. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu durumu?
80’li
ve 90’lı yıllarla kıyasladığımızda, saha içi ve dışı şiddete uzun yıllardır
rastlamıyorduk. Fenerbahçe’ye yapılan saldırı üzerinden bakarsak, bunun sadece
futbolla mı alakalı, yoksa başka şeyle mi alakalı olup olmadığını soruşturma ve
soruşturma sonuçları gösterecek diyorduk, artık bunu da diyemiyoruz maalesef.
Çünkü bir arpa boyu yol gidilemedi o saldırıda. Resmen bir katliam girişimi
yapıldı orada. Türkiye futbol tarihinin gördüğü en acayip hadiselerinden
biriydi. Yapanlar ne amaçladı? Bu profesyonel bir tezgâh mıydı? Bu sorular
cevapsız. Ne dersek spekülasyon yapmış oluruz elbette ama şunu deme şansımız
var, sonuçları itibarıyla sadece Fenerbahçe’yi değil, memleketteki bir şeyleri
hedef alınan bir saldırı yapıldı. Emre’ye yapılan saldırıyı da yine vahim ve
tehlikeli olarak görüyorum ama temel olarak Fenerbahçe kafilesine yapılan
silahlı saldırıyı özel olarak incelemek lazım. Başka hadiselerde olsa, tık diye
hemen isimler bulunurken, bu konuda bir yol alınamıyor. Fenerbahçe yönetimi de
bu hadiseye sessiz kalıyor. Yani ilk başta verdiği tepki ile şimdiki arasındaki
fark, pis bir şeylerin döndüğüne işaret. Bu da bize Türkiye futbolunun her
zaman olduğunu gibi yine siyasetin temel direklerinden biri olduğunu
gösteriyor. Malum Gezi’ye gittiğimiz süreçte de başka türlü hallerini de
gördük bu durumun. Passolig’in de içinde yer aldığı Sporda Güvenlik
Yasası’nın nasıl hızla organize edildiğine şahidiz. Aslında ağır bir tribün
gentrifikasyonu ve tribünün “apolitikleştirilmesi” süreci bu. Siyasetin
istediği tipte taraftar profilinin tribünde yer almaya başladığını görüyoruz.
Bunun yanı sıra, 3 Temmuz’da başlayan ve bir türlü sonuçlanmayan hukuki sürecin
taraflarını ciddi anlamda şiddet alanına çektiğini görüyorum. Fenerbahçeliler
ne tribünde ne de dışarıda bir şiddete başvurmadılar. Ancak Trabzonspor
taraftarları ve başkanının söylemleri meselenin oldukça gergin bir hadiseye
doğru evrilmesine yol açtı. Yine de, bunu durumdan vazife çıkaran iki üç tane
Trabzonspor taraftarının da yaptığını düşünmüyorum. Ama siz bu eylemi yapanları
bulup yargılayıp, nedenlerini ortaya çıkarmazsanız, bunun kökenlerinin daha çok
nereye gönderme yaptığı hepimizce malumdur. Biz bu memlekette 20 yıldır siyaset
yapıyoruz. Bu tip davalarda yavaş ilerleme, bu işin sorumlularının ortaya
çıkmaması, tarafların bir anda böyle susması, memleket için de, taraftarlık
için de hayırlı değil. Yani neresinden tutsak elimizde kalıyor.
- Sosyal medyada, yapılan saldırılara “Oh, iyi olmuş”
gibi yorumlara da tanık olduk. Bu yorumları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sosyal
medya, hele Türkiye gibi ülkelerde devletin ceberutluğu, bilgi eksikliği ve
sivil toplumun bu konuda güçlü olmaması sebebiyle, kendisini kamusal alanda
ifade etme sıkıntısı olan, çok farklı şekilde kullanılan bir mecra. İnsanlar sosyal
medyada çok rahat nefret suçu işleyebiliyorlar. Çok ağır seksist ithamlarda
bulanabiliyorlar. Bu bir delilik hali. Böyle bir delilik haliyle birraya gelme
ne sonuç doğurur? Sadece şiddet üretir. Sokakta pratik şiddet ürer, sosyal
medyada nefret suçu ürer. Bu memlekette çok ciddi bir katliama alkış
potansiyeli var. Yani aslında bir toplumun en dibidir bu durum. Futbol da bu
tip hadiselerde kullanıcı alanlarından biri. Takım formasını giyiyorsun,
insanlarla bir araya geliyorsun. Maç izliyorsun ve bunu her hafta yapıyorsun.
Dolayısıyla kendini çok rahat bu alana müdahil olacak ve bu alanda
konuşabilecek hakkı görebiliyorsun. Çünkü sen taraftarsın, sen takım tutuyorsun
ama bununda sınırları var. 40-45 kişinin hayatını kaybedeceği bir olayda “Oh
olsun” diyorsan, bu çok büyük bir problem. Ama bu söylemin hukuki sonuçları
olmalı. Bu tip nefret suçlarına giren mevzularda memleketimizde hukuk
mekanizması çok fazla meşgul olmuyor. Yani her tarafından dökülen bir toplumuz.
- Tribünlerinin de siyasallaştığı bir dönemden
geçiyoruz. Gezi’yle beraber artık daha bir muhalif dile sahip tribünler. Öte
yandan başkanlara bakıyoruz “Futbola siyaset karışmasın” diyorlar, siz genel
olarak bu politize olma durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tribünlerdeki
insanlar zaten politikti aslında. Tribünlerdeki sol politizasyon, Gezi
öncesinde de vardı. Sadece insanlar, Gezi’yle birlikte tribünde yer alma veya
beraber olmak istediği bir grup olabileceğini ve başka gruplarda olabileceğini
fark ettiler bence. Çünkü Gezi’den önce de Fenerbahçe, Beşiktaş, Galatasaray
tribünlerinde muhalif gruplar vardı. Küçük gruplardı. Tribünlerde büyük bir
çoğunluğa sahip değillerdi, Çarşı hariç. Tribünde performansları yeterli
olamıyordu. Sadece muhalif anlamda söylemiyorum. Yani performans alanında da
tribünde çeşitlilik varsa, tribünde hoş yaratıcı durumlar ortaya çıkıyor
neticede. Ne zaman çok çeşitlendi, tribünler de oldukça eğlenceli bir hale
döndü. Dolayısıyla Türkiye’de özellikle 2010’dan sonra bir politizasyon bu
topluma yüklenmeye başladı. Gezi bunun daha fazla kamusallaştırdı. Peşi sıra
son beş senede yaşadığımız siyasal yoğunluk ve toplumun siyasallaşmasından
tribün de muaf kalamazdı. Yani futbol taraftarlığı politik diye bu iş olmadı,
sokak politikleştiği için futbol taraftarları da politikleşmiş gibi göründü. Bu
futbola da doğal olarak sirayet etti. Mesela Beşiktaş’ın son maçında İnönü’de
yaşananlar, peşi sıra Dolmabahçe Sarayı’ndaki ofis yüzünden Beşiktaş’ın yeniden
düzenlenmesi oradaki yoğun polis varlığı, 1 Mayıslarda sadece Beşiktaş’ta gösteri
yapanların değil, tüm semtin cezalandırılması, hem Beşiktaş’ı hem de Beşiktaş
taraftarlarını politize etti. Hakeza Fenerbahçeliler açısından 3 Temmuz süreci,
kendilerini ciddi bir mağduriyete ve içinde devletin ve cemaatin de olduğu bir
komploya maruz kalma hissine itti. Hayatlarında hiç polisle karşı karşıya
gelmemiş insanlar, maçlarda polisle karşı karşıya geldiler. Öte yandan,
Galatasaray tribünü de hükümeti stadyumda ilk protesto eden tribün olmuştu.
Dolayısıyla öncesinden bazı nedenler var ama aslen taraftarlık hadisesinin
politikayla bu kadar eşleşmesinin nedenini ben taraftarlık formasını giyen
insanların politizasyonuna bağlıyorum.
- Tribünlerdeki bu Osmanlı vurgusu, geçmiş dönemlerde
pek fazla yoktu yeni yeni karşımıza çıkıyor. Mesela Trabzonspor taraftarları da
“Biz Fatih’in torunlarıyız” pankartları açmıştı. Siz bu süreci nasıl
yorumluyorsunuz?
Mzuhalif
olduğunu sandığın tribünlerde bile, “Ya Allah Bismillah” gibi sağ söyleme sahip
sloganları duyarsın. Burada önemli olan durum, bunların sistematik hale gelip
bir hegemonya aracı olarak kullanılmasıdır. Öte yandan, tribünler her zaman
siyasaldı ama sağ siyasaldı. Şimdi tribünlerde daha önce hiç olmadığı gibi
alternatif bir duruş görünce, o tribünü yönetenler, bu işten rahatsız oldu. Ve
yine o ‘müthiş’ yaratıcılıklarıyla gide gide Osmanlı’ya gittiler. Çünkü zaten
bohçalarında daha farklısını yapacak bir repertuar yok. Gerilim siyasetinin
memlekette kodları bellidir, ötekine ihtiyacımız var bu siyaset için. Bunlar,
Kürtler ve Ermeniler oluyor genellikle. “Fatih’in torunları” söylemi de
esasında bir yabancılaşma, bir yalnızlaşma hali. Ama sen zaten en üst düzeyden
başlayarak bu yalnızlaşma halinden bir siyaset üretiyorsun. Sokaktaki her canlı
mahlukatı kendisi için, bütün işi gücü bırakmış, Türkiye’ye düşmanlık etmeye
yemin etmiş, çabalayan insanlar olarak görüyorsun. Milletin de kendi gündemi,
kendi işi gücü yok da oturmuş bize komplo kuruyor. Tabii, bu durumun en rahat
yürüyeceği yerlerden biri futbol stadları. Çünkü taraftar da, futbolun verdiği hormonal
yüklenme hali vardır ya; bağırma, çağırma hali... Şimdi bu çocuklarda ne
yapsın; bildikleri tek tarih geçmişin ne kadar şanlı olduğu. Bildikleri tarih
de aslında fena bir şey değil; onu bunu yeniyorsun. Yani bilgisayar oyunu
gibi...
-Tribünden devam edelim, sol muhalefet olarak
denilince akla ilk olarak St. Pauli gelir. Türkiye’de St. Pauli üzerinden giden
bir hat var mıdır?
Her
toplumun kendine ait dinamikleri var. St. Pauli tribününün o hale nasıl
geldiğini bilmek için, 80’lerin Hamburg’una bakmak, o mahallerinin dönüşümü,
oradaki prekarizasyon sürecine, göçmenlere, toplumun kenara ittiği insanların
bir araya gelmesine, orada konut hakkı üzerinden büyük direniş hareketlerinin
örgütlenmesine, “Right to the City” kavramının orada gelişmesi ve ondan sonra
da bu söylemin tribüne gitmesine bakılması gerekir. St. Pauli, 1980’lere kadar
politik bir figür değildi. St. Pauli, Almanya’nın en köklü kulüplerinden, 104
yıllık bir geçmişi var. Dolayısıyla o alandaki fiziksel dönüşümler, tarihle de
çok özel bir ilişkisi var. Diğer taraftan da acayip alternatif bir alan
St.Pauli mahallesi. Sadece politik anlamda değil, yaşamsal olarak da alternatif
bir alan. Bütün bu dinamikler tribünde boy göstermeye başladı haliyle.
Tribündekiler, bu yaratıcı, eğlenceli tipolojiye sahip çıktı ve St. Pauli hiç
görmediği kadar kalabalık, eğlenceli tribünler görmeye başladı.
- St. Pauli’nin dünya çapında bir taraftar kitlesi
var, her ülkeden bir sempatizanları var. Türkiye’de Gençlerbirliği örneği
akıllara düşüyor iste istemez. Üç büyüklerden gelme çok taraftarı var
onlarında. Bu noktada rasyonellik açısından St. Pauli hattına denk düşer mi?
Bu
noktada Tanıl Bora gibi figürlerin hakkını yemeyelim. Gençlerbirliği
taraftarlığını hep böyleydi esasında. Ankaragücü misal biraz daha sokağın,
gecekondunun takımı, Gençlerbirliği ise okumuşların, üniversite öğrencilerinin
takımı olarak bilinir. Dolayısıyla Ankaragücü’nün taraftarı hep fazla,
Gençlerbirliği’nin hep azdır. Kulübün kendisinde, oyuncuların durumuyla çok bir
alakalı olmasa da, buna taraftar üzerinden buna birazcık da sol politik bir
kimlik de giydirildi. Ama St. Pauli’nin kulübüne de o hava yansımıştır. St.
Pauli’nin dünyada bilinirliği üzerinden bir kıyaslama yapacaksak, bir muhalif
taraftar figürü olarak ULTRAS figürünün Türkiye’deki muadili Çarşı diyebiliriz.
Bunu sadece sol politik bir duruş açısından demiyorum; tribündeki repertuarı,
semtle olan ilişkileri, yaratıcı olan alanlara açıklıkları ve dolayısıyla
yaptıkları kampanyalar açısından. Sadece Gezi’yle birlikte ortaya çıkmadı ki
Çarşı. Onun öncesinde de çevresel değerler, sokak çocukları, sokak hayvanları
ve köy okullarıyle ilgili bir sürü kampanyaları vardı. Çarşı çok hegemonik bir
figür Beşiktaş tribününde. Bunu sadece politik duruşuylailgiliı söylemiyorum,
stadı ve koreografiyi de yönetmesi de çok önemli bir şey. O yüzden de dünyada
şu an popüler figür Çarşı. Ben yurtdışından gelenlerle de çok konuştum, onların
Gezi’deki taraftarlarla ilgili sordukları sorular hep Çarşı’yla alakalıydı. Ama
küçük küçük güzel hikâyelerimiz var esasında. Adana Demirspor tribünün de
ayrıca ele almak lazım. Ancak bu tip hareketler, futbolla bunca senedir uğraşmış
bir insan için önemli. Yani şunu söylemek lazım, 90 dakikalık bir futbol
taraftarlığı sonuçta bir siyasal faaliyet değil. Tamamen buna da indirgerseniz
çok sıkıcı bir şey olur. Sonuçta orada insanlar takımını tutuyor, takımını
destekliyor. Bu duruma haddinden fazla anlam yüklendi. Çünkü insanların
kendilerini başka türlü rahat hissedecekleri, ifade edecekleri, eğlenceli
muhalefet yapacakları başka türlü bir örgütlülük hali yok. Bunun eksikliğinden
dolayı, insanlar kendilerini orada ifade etmeye başladılar.
- Yıllardır
sıklıkla dile getirilen kavramlardan biri de futbol romantizmidir. Siz
futbol romantizmini nasıl tanımlarsınız? Sizce giderek için boşaltılan bir
kavram haline mi geldi bu durum?
Evet,
futbol romantizmi Türkiye’de içi boşaltılmış bir kavram. Ama ne futboldan ne
romantizmden asla vazgeçerim. Aslında hayatta her şeyin romantize edilmesinde
fayda var. Çünkü bir sürü ütopik, irrasyonel şeyler taşır bünyesinde. Bu kadar
sıkıcı hayatlarımız içerisinde, birazcık daha birbirimize temas edeceğimiz,
ortak alanlar bulacağımız, sakinleşeceğimiz, mavrasını yapabileceğimiz
duruşlardan biridir bence. Benim futbol romantizmi konusundaki rehberim her
zaman Eduardo Galeano olmuştur. Kendisinin Gölgede ve Güneşte Futbol
kitabındaki romantizm ve onun futbolla ilgili konuşmalarında, Galeano, futbolu
hayatın güzel taraflarına benzetir. Ama romantizm diye taraftarların el ele kol
kola maç izlemesi, birbirlerini alkışlamalarından falan bahsediliyorsa, bu
romantizm değildir, hiç kusura bakmasınlar. Bu futbol, bu hale gelmişse bunda
hepsinin payı var. Sadece iktidarın, yöneticilerin payı yok ki, spor medyası da
her türlü pespayeliği yaptı. Reyting uğruna bütün bu lümpenliği besledi.
Futbolda romantizmden daha çok onu kimin dediği önemli benim için.
- Spor medyası da içi boşaltılmış romantizmi sürekli
üretmiyor mu sizce? Mesela Lefter’in 6-7 Eylül döneminde yaşadıkları ya da
Fenerbahçe’nin stadının adının Şükrü Saraçoğlu olması ama aynı zamanda
Lefter’in heykelinin de dikilmesi hususunda hiç bir şey duymuyoruz bu
romantiklerden. Bu bir problem değil mi sizce?
Fenerbahçe
tarihine damga vurmuş, Türkiye futbolunun en önemli sporcularından biri bir
Rum’du. Irkçılık hakikaten lanet bir şey, kof bir şey, yani hemen böyle ağzından
çıkabiliyor. O kadar rahat bir şey ki, birisine nefret üzerinden rahat
hissetmek. Birisine söylemsel şiddet uygulayarak rahat hissetmek. Dönüp
bakmıyor ki, benim şampiyonluklar tarihimin en önemli futbolcusu da Türkiyeli
bir Rum’du. Negatif bir kitlesellik hakikaten başa bela bir şey. Bir de
unutmayalım son on senedir çok ciddi linç vakaları gördük bu memlekette. Yani
bu sıradan faşizm, lümpenlik sadece tribünde değil, her yerde bela bir şey.
Taraftarlar da birbirine uyguluyor, sokakta politik olarak beğenmedikleri
insanlara uyguluyorlar, bunun aslında panzehiri olabildiğince çeşitliliklerine,
kimliklerine sahip çıkabilecekleri bir toplumdu. Ama kendi kendimizle,
Türk-Sünni, maço, erkek egemen bir toplum olarak kaldık. Sokakta bile artık
doğru düzgün, kadınları, çocukları, yaşlıları engellileri göremiyoruz. Çünkü
sokak hayatı da, toplumsal hayatta dezavantajlı grupları dışına attı. Ama bu
dezavantajlı grupların hepsi tolerans bekçilerimizdi. Dolayısıyla sokak ne
haldeyse tribünde o halde oluyor. Tribünlerde ırkçılık anlamında berbat bir
90’lı yıllar yaşadık. Şimdi nispeten daha zayıfladığını düşünüyorum. İnsanlar
geçmişleriyle yüzleşmeye çalışıyorlar. Ermeni ve Rum meseleleri, daha 10
senedir Türkiye’nin tartışma alanına girdi. Bir de yeni kuşaklar geçmişte ne
oldu merakıyla hiç bilmedikleri tarihi araştırıyorlar, kafalarında bir soru
işareti beliriyor. Merak etme durumu beliriyor.
- Bu durumun panzehri olarak futbol yayınları önemli
midir sizce? Lefter’in hayatı düzgün bir şekilde anlatılsa, zihinleri olumlu
anlamda açma açısından fayda sağlayabilir mi?
Türkiye’de
futbol kitaplarına olan ilgi, İngiltere’ye göre kıyaslandığında çok zayıf ama
yine de fena değil aslında. İletişim Yayınları’nı ayrıca anmak gerekir bu
durumda. Başka yayınevleri de futbol kitapları yayınlamaya başladılar ama
memlekette okunmuyor futbol kitapları. Memleketteki takım sevgisi, oyun, futbol
ve onun etrafında dünyayla dair bir sevgi değil ki, o yüzden olabildiğince
fakir bir sevgi var burada. Bir taraftan bu kadar seviyor, tutkulu ama diğer
taraftan yoksun, eksik bir tutku bu. Platonik aşk gibi birisine bağlanıp
duruyor. Buna hep şu örneği veririz; Fransa, Dünya Kupası’nı aldıktan bir iki
sene sonra ülkemize gelmişti, kimse gitmemişti maça. Dünya şampiyonu ülkenize
geliyor ama kimse izlemiyor.
- Ama yine de kitap açısından yurt dışı bizden bir
hayli önde. Guardiola’nın iki senelik Münih macerası bile kitaplaştı kısa
sürede...
Adamların
futbol kültürü bu işte. Kurgusal kitaplar da yazılıyor futbol üzerine. Nick
Hornby’nin Fever Pitch’i harikulade bir kitap mesela. Ken Loach’un My
Name is Joe filmi yine keza önemlidir. Bizde de o minvalde çok önemli katkı
olarak Dar Alanda Kısa Paslaşmalar filmi var. Yani bu işi futbolun
hayatla kurduğu ilişkinin, nihayet belgesel olarak Gezi yaptı. Bu da hem
yönetmenin, oyuncusunun, prodüktörünün olabildiğince en kalabalık olduğu bir
durumdu. Futboldan kaynaklanmadı ama futbolu da bir şekilde çağırdı, futbol da
koşarak geldi. Çünkü futbol kültürü kendi sığ dehlizlerinden çıkıp yaşamla
ilgili bir şeyler söyledi. Bu da taraftarlar sayesinde oldu tabii, ne
yöneticiler, ne oyuncular organize ettiler durumu. Yani hep böyle her hadise de
taraftarlar suçlanıyor da yine de bu işin kurtuluşu aklıselim futbolseverlere
bağlı. Sonuçta Passolig’de gördük, tamam o iş de yavaş yavaş insanlar tribüne
dönüyor ama bir sene iyi bir cevap verdiler Passolig’e.
- Peki dergicilik için ne düşünüyorsunuz? Mesela Socrates
dergisi iyi bir giriş yaptı...
Socrates,
sadece futbol dergisi değil tabii ama çok önemli katkı sağlıyor bence. Sadece
verdiği pozla değil, ekibiyle de yazarlarıyla da memleket spor kültürü için şu
an için yegane güzelliklerden biri diyebiliriz. Bağış Erten’in kafasında bu
proje olduğu zamanları da biliyorum. Hararetle de desteklemiştim. Bu memlekette
daha önce de Radikal Futbol gibi güzel işler vardı. Mesela Four Four
Two sadece futbol alanında uzun zamandır yayın yapıyor. İnşallah uzun
ömürlü olurlar, malum dergicilik özellikle memlekette ve dünyada tarihin en
güzel günlerini yaşamıyor.
- Şimdi buradan stadyumlara geçelim arzu edersiniz.
Can Kozanoğlu, Biz de Bu Maçı Alabiliriz kitabında stadyumlar “farklı
sınıftan insanların bir araya geldiği yerlerdir” diyor. Son birkaç yıldır
devlet destekli bir stadyum inşaatı var. Bunların bir tür gentrifikasyon
girişimi olduğunu düşünüyor musunuz?
Gentrifikasyon
nasıl mahallerde de nasıl oluyorsa, stadyumlarda da aynısı oluyor. İnsanların
çoluğuyla çocuğuyla, eşiyle gidip rahat bir şekilde maç izleme hakkı da var.
Ben bunu hiçbir zaman reddetmiyorum. Ama futboldaki şiddeti, sınıfsal şiddete
indirgeyen kafanın ne kadar kof bir kafa olduğunu da belirtmek gerek. Bu
gentrifikasyonu meşrulaştıran kafayı da tamamen apolitik buluyorum. Çünkü hiç
de öyle alt sınıf olmayan orta-üst sınıflara da şiddet uygulayanları da gördüm.
Şiddet öyle sadece belirli sınıflara atfedilecek bir durum da değil. Ayrıca o
alt sınıflara yüklenen şiddet sarmalında özellikle organize şiddetin nasıl ve
kimler tarafından planlandığını teşvik edildiğini de biliyoruz. Endüstriyel
futbol işte, kendi bütçesini denkleştirebilmek için kulüplerde taraftarlarının
sezonluk bilet almasını talep ediyor. Çünkü bu insan o parayı veremiyor ama
maçı da izlemek istiyor. Bu insan parası azsa, direkt şiddete meyilli bir adam
mı olmuş oluyor? Yani birçok yerde de gördük, bütün bu şiddet sarmalanın
içerisindeki hayatın kendisi de bir şiddet aslında yoksullara. Hayatın her
alanında şiddet görmesine rağmen, inanılmaz bir vakurla hayatını devam
ettirmeye çalışıyorlar. Tribüne gidip bağırıp çağırmasıyla, parası olmadığı
için mecburen aldığı taklit formalarla, bu insanların statta görülmek
istenmemesi, sokakta görülmek istememesiyle aynı şeydir. Ve aslında sadece
futbol kültürümüzü baltalamıyoruz, yaşam kültürümüzü de baltalıyoruz. Yani sen
toplumun çoğunluğunu oluşturan insanlarla kamusal alanı paylaşmıyorsan, bu
insanlara yönelik her türlü şiddeti meşrulaştırmaya başlıyorsun. Çünkü temas
etmiyorsun, çünkü o insanlarla yaşam pratiğini deneyimlemiyorsun. “Hepimiz
eşitiz, biriz, bu bayrak altında, bu toprak altında yaşıyoruz” lafları hiçbirimizin
ağzından düşmüyor, ancak hiç de öyle değil, hiçbirimiz eşit falan değiliz.
Hiçbirimiz aynı alanları paylaşmıyoruz. Tribün, bu durumun nadir yerlerinden
biriydi. Dolayısıyla o insanları tribünden uzaklaştırarak, toplumsal alana
katmak istedikleri enerjilerini, kelamlarını kapatıyorsun. Tribünde artık
sadece kendi sınıfından insanların ürettiği bir mesaj kalıyor geriye. O mesaj
da hiç kimse kusura bakmasın olabildiğince yalnız ve yoksun bir mesajdır.
- Şimdi İstanbul’da bu statlar bir şekilde doluyor.
Fakat Anadolu’da arena yapıp, biletler fiyatlarını yükselttikten sonra
seyircinin durumu ne olur sizce?
Kayseri
Erciyes’in bir maçında bilet fiyatı 5 liraydı. Adam o kadar indirmiş fiyatı. O
beş liranın büyük bir bölümü de Passolig’e gidiyor. Kazandığı da bir şey yok.
Sonuçta bir kere oyun tarafı da var, burada bir heyecan olacak, tutku olacak.
Senin yaşamınla kimliğinle ilişkisinin bir parçası olacak. Bunlar yokken, bir
de bilet fiyatları pahalı. Artık adamın gündeminden eğlencesinden hafta sonu
yapacağı ritüelin içinde çıkıyor bu. Bir de zengin bir toplum değiliz ki, niye
o kadar para versin? En son Union Berlin-St. Pauli maçına gittim. Fiyatlar çok
uygun, bizden ucuz biletleri. Gayrisafi milli hasılası en yüksek devlette,
Almanya’da oluyor bunlar. İnsanlar biralarını içiyorlar, muhabbetlerini
ediyorlar, olabildiğince şenlikli bir ortam. Almanya’nın bütün tribünleri
inanılmaz şekilde dolu. İngiltere’de biletler genelde pahalı olmasına rağmen,
orada bile halen belirli bir kategoride bilet alabiliyorsunuz. Ancak bu
gentrifikasyon sadece bizde olmadı. Çünkü onun arkasında bir politik gündemde
gizliydi. Daha önce tribünlerdeki şiddetin sorumlusu olarak hep yoksullar
görüldü. Özellikle Thatcher politikaları vesilesiyle; Heysel, Hillsborough gibi
facialar arkasına bu tip mesajlar eklendi İşte Hillsborough’ın nasıl olduğu
geçenlerde komisyon kararıyla ortaya çıktı. Hiç de öyle, sadece taraftarların
suçlanacağı bir şey olmadığı ortaya çıktı. Dolayısıyla bu büyük bir politik
tartışma ve endüstriyel futbolun sponsorları veya futbola haddinden fazla para
harcayacak insanları ikna etme aracı önce bu alanı “temizlemek” oldu. Geçen gün
bir programda, Mehmet Yüce, 92’de Şampiyonlar Ligi’nin kurulmasının endüstriyel
futbolun kurulmasının başlangıcı olarak gördüğünü söyledi, ben de katılıyorum.
Şampiyonlar Ligi çok belirleyici oldu ve büyük sponsorların olaya girmesini
sağladı. Bunun için de statların seçkinleştirilmesi lazımdı.
- Bu durum karşında şöyle bir refleks gösterebilir
miyiz? Malum Manchester United taraftarı da çok mustaripti bu durumdan ve gidip
United FC’yi kurmuşlardı. Bu tip şeylerden üzerinden muhaliflik yapılabilir mi?
Her
türlü akılcı, politik yaratıcı muhalifliklere şapka çıkartırız. Şimdi İngiltere’den
bahsediyoruz, futbol kültürü o kadar devasa boyutlardaki. Adamın rakibinin
oyuncusu geliyor, adam yeni kanserden kurtulmuş, oyundan çıkıyor, onu
alkışlıyor bütün stat. Bu yüzden gidip Türkiye ile İngiltere’yi kıyaslamayız.
Manchester United taraftarlarının kurduğu takım bize feyz veriyor. Bizim de
dışarıya feyz vereceğimiz örnekler ileride çıkabilir. Çıksın da, futbolun
endüstriyel dünyasıyla mücadele etme şansımız olur. Bir sürü taraftar, FIFA’nın
içerisinde ne haltlar yendiğini söylüyordu, dile getiriyordu, bunları
söylüyordu. Protesto ediyordu, sonuçta futbolu yönetenlerin kepazelikleri
yıllardır ortadaydı, şimdi alenen ortaya çıktı. Yoksa öyle gizli kapaklı
yerlerden nemalanan, yönetimlerden bilet alan, tribünleri yönetmeyi çalışan
insanlardan, ne o takıma, ne memleket futbol kültürüne, ne de dünya futbol
kültürünün hiç birine katkı çıkmaz. Yine sevenin halinden, sevenler anlar.
Seviyorsan onun bir karşılığı yoktur, niye sevdiğinin de bilmezsin ama
seversin. Sevdiğin için de her şeyi yaparsın. Sevdiğinin bekası için de her
şeyi yaparsın. Biz İngiltere’de sevme biçimlerini görüyoruz, saygı duyuyoruz ve
inşallah memlekette de olur diyoruz.
- Futbol ve erkeklik meselesi için ne düşünüyorsunuz?
En basitinden bilindik erkeklik kodları üzerinden hocalık yapmayanlara direk
itiraz ediliyor, bu işin üstesinden gelemez deniliyor...
Özlenen
ve istenilen figür, hep dayakçı ve otoriter figürdür. Onu temsil eden
hocalardan bolca var memlekette. Böyle futbolcusunu dinleyen ona sıcaklık
gösteren hoca pek yoktur. Düşünün Lucescu ve Şenol Güneş kaç kere kendisini
oyundan aldı diye oyuncuları tarafından protesto edildiler. Bu tip davranışları
o oyuncular Fatih Terim’e yapamazlar. O yüzden o figürlerin çoğalması önemli.
Evet, futbol çok erkek bir alan. Bunu yadsıyamayız. Artık kadın izleyici
sayısında bir artış var ama kaç kere gördük tribünde kadınlar da
erkekleşebiliyor. Bu sadece anatomik bedenimizle de ilgili olmuyor. Futbol
kültürünün temelindeki sorunlardan biri; bu erkeklik hali. Sokakta nasıl bir
problemse, tribünde de bir problem. Sadece fiziksel olarak değil, söylemsel
olarak da bir şiddet hali. Dolayısıyla en büyük sıkıntılarımızdan biri. Sonuçta
sadece tribünde edilen küfürlerden bahsetmiyoruz, kadın ölümleri var memlekette
çok ciddi boyutta. Seksist küfürler de bu dinamiğin bir parçası. Hepimizin
ağzımızdan çıkan küfürlere dikkat etmemiz gerekiyor. Ağır bir “erkek terörüne”
maruz kalan kadınların yaşadığı bir ülkeden bahsediyoruz. Dolayısıyla oradaki
erkeklik halinin bu kadar kendini kontrolsüz bir şekilde dışarı vurduğu
alanların kendisi görünüyor oluyor. Tribünler istese de istemese oradaki
performans biçimleriyle erkeklik hallerinin bir parçası oluyor. Ne yapalım,
tribünleri kapatacak halimiz yok. Zaten seyircisiz maç seyretmek dünyanın en
sıkıcı şeylerinden biri. Ama burada herkese bir görev düşüyor. İnsanlar
ağızlarından çıkan sözcüklere dikkat edecekler.
- Spor medyası bu durumun neresinde sizce?
Televizyondaki
spor programları, Allah’larından bulsunlar, ne diyeyim ki. Bu toplumda her
zaman böyle bir damar olacak. Ciddi bir lümpenlik de var. Seviliyor da bu dil
ama bunun marjinalleştirilmesi gerekiyor. Burada da taraftar gruplarına iş
düşüyor. Sonuçta izlediğiniz de bir şey değil be kardeşim. Senin futbol
kültürüne, senin futbol zevkine ne katmış? Sırf gaz veriyor negatif olarak.
Bunları izlemek açık bir zaman kaybı. Git Football Manager oyna onu
izleyeceğine, oradan yeni oyuncular keşfet.
- Football Manager’i oynayanlarda hep bir romantizm
vardır ya, küçük takımları zirveye çıkarma öyküleri. Brian Clough’un kitabı
çıkmıştı hiç okunmadı, hâlbuki adam onların oyunda yaptıklarını gerçek hayatta
yapmıştı. Bu durum çok acayip değil mi sizce?
İşte
muhalefet de böyle bir şey. Bazen ortamın kendisi mesaj oluyor işte. Malzeme
buysa, sen de o zaman yeni kültürel üretimlerini birazcık daha farklılaştırman
gerekiyor. Yani sadece eleştiri yapabiliriz. Yıllarca da yaptık işte. Asıl
mesele Marx’ın 11. tezinde dediği gibi “Yorumlamak değil, değiştirmektir.”
Demek ki, artık farklı ortamlar üzerinden işler yaratmak gerekiyor. Oyun başka
bir şey tabii. Johan Huizinga’nın kült kitabı Homo Ludens vardır. Oyunun
tarihini anlatır ve şöyle başlar: “Oyun kültürden eskidir.” Hakikaten oyun
başka bir şey, memleketteki en büyük sıkıntılardan biri de, bir oyunu kitlesel
olarak takip etme hali. Oynasa, spor yapsa, bu oyunun parçası olsa, daha başka
bir şey olabilir. Ama sadece halı sahada bir araya gelmekten bahsetmiyorum.
Avrupa’da halen belli yaşlarda insanlar bir araya gelirler antrenman yapıyorlar
ve sonra maç yapıyorlar. Onlara para vermeden oynayabilecekleri ait özel
araziler vardır. Kentler de bu şekilde düzenlenmiştir. Kentler sadece TOKİ
kafalılara göre düzenlenmemiş. Parklar ve yeşil alanlarla kendini yeniden
organize edebilmen için oluşturulmuştur. Dolayısıyla insan oyun oynadığı zaman
insanlığını daha çok fark ediyor, çünkü taş devrinden beri oyun oynuyoruz. Ve
sen sadece izleyerek yabancılaşıyorsun. İnsanın fiziksel enerjisini çıkaracak
belli alanlar vardır. En temel iki alan, spor ve sevişmektir. Bu toplum, ne
doğru dürüst sevişebiliyor ne de spor yapabiliyor.
- Tanıl Bora bir röportajında futbolun şişik topunun
artık indirilmesi gerektiğini söylemişti. Futbola tutkusunu bildiğimiz Zeki
Demirkubuz da Socrates dergiye verdiği röportajda futboldan soğuduğunu
söylemişti. Bu ruh hali sıklıkla görünmekte, bu durumun panzehri nedir?
Futbol
elimizden gitmiyor. Allah’tan futbol sadece burada oynanmıyor, burada da
keşfedilmedi. Ben kendi adıma oynuyorum, benim artık iple çektiğim tek şey
oynadığım maçlar. Haftada bir gün maç yapıyorum. Yurtdışındaki maçları
izliyorum. Memleketteki futbol ikliminden bahsediyorsak, sıkıcı bir iklime
sahibiz. Tanıl’ı tanıyorum, futbol tutkusunu da onunla kurduğu ilişkiyi de
biliyorum. Kendisi yıllardır bu işin içinde, bu alanın entelektüel alanla
ilişkisi çok darken de işin içindeydi. Biz de işin içindeydik, bu yüzden
birbirimizi bulmuştuk bir şekilde. Bir sürü insanı da biliyorum hepimiz aynı
ruh halindeyiz. Yapacak bir şeyimiz yok, bence artık gittikçe dibe vuruyoruz.
Ondan sonra bir çıkış yolu bulabileceğiz. Bu oyun oynamaya devam edecek,
izlenmeye de devam edilecek. Biz kötü zamanlarına denk geldik.
- Yurtdışındaki takımları da sahiplenme, tutkuyla takip
etme başlandı son zamanlarda...
Beşiktaş-
Liverpool maçını biz Liverpoollularla izledik, ben o tribünde 12-13 ülke saydım
maça gelenler arasından. Sadece biz de yok, konu İngiltere takımları olunca,
bütün dünyada taraftar buluyor. Hatırısayılır bir şekilde Liverpool’u
destekleyen taraftar vardı. Bunlar güzel bir şey bence, hatta Liverpool’u tutan
adamın rasyonel tutumu da vardır. Birisiyle konuştuğunuz zaman neden
Galatasaray’ı tutuyorsun dediğinde veya Fenerbahçe tutuyorsun dendiğinde, daha
rasyonel, daha sosyolojik nedenler sayabilir. Çünkü takım tutmanın bir manası
yoktur, babadan geçmiştir genellikle. Bir taraftan, endüstriyel futbolun
içinden verdikleri poz daha farklılaşmaya başladı. Artık takım taraftarları da
bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Bir de eskisinden farklı olarak çok fazla
görünür haldeler. Bundan 15-20 sene önce Dortmund, Liverpool işin çok hastası
olmayanların takip ettiği bir şey değildi. Ben mesela çocukluğumdan beri
Liverpool’u takip ederim, severim. Asıl mesele, sen semtinin takımını
tutmuyorsun gidiyorsun, başka takım tutuyorsun. İnsan gidip üç dört takım da
tutabilir, buna da bir şey demiyorum. Ama gidip Adana’da oturuyorsun, ne
Adana’yla ne de Adana Demirspor’la bağın var, gidip üç büyükleri
destekliyorsun. Bu köksüzlükle de ilgili bir şey. O kadar gezgin bir millet
olduğumuzu, sadece bedensel değil, kafası da çok gezgin bir millet olduğumuzu
gösteriyor. Bir de güç hastalığı var tabii, illa şampiyon olacak. St. Pauli
gidiyor 7 tane yiyor Bayern Münih’ten, hocası istifa edecek ve tribünde şölen
var. Çünkü hocaları ayrılacak. Kültüre bak, adam 2. ligde sonda, halen dolu
tribünlere oynuyor. Burada kendi takımın düşmeye başladığı zaman tribündeki
seyirci de düşmeye başlıyor. Bunu bırak maçta mağlup olsun 2-0 protesto etmeye
başlar, 3-2 olunca alkışlamaya başlar. Kendisi de utanmaz kendinden. Oyuncuya
yüklenme hali akıl alır şey değil. Oyun esnasında hiçbir katkısı yok; bir
taraftan, sen hiçbir şey kazanmıyorsun. En özgür adamsın istediğin her şeyi
söyleyebilirsin ama işin raconu var.
Can
Öktemer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder