Entelektüel
mecrada Ermeni Soykırımı’na dair ses çıkaranların sayısı son 10 yıla kadar bir
elin parmağına geçmeyecek sayıdaydı. Ses çıkaranlar ise her kesimden büyük
tepki aldılar ve baskılarla karşılaştılar. Bu öncü isimlerden birisi de ‘İstanbul’da, Diyarbakır’da Azalırken’, ‘Çoğunluk Aydınlarında Irkçılık’ ve ‘Hele Bir Gitsinler Diyalog Sonra’ kitaplarını yazarı Yelda’ydı. Çoğu insanın ‘Ermeni
Soykırımı’nı ilk ondan öğrendik dediği Yelda’yla 90’larda Ermeni Soykırımı’na
dair ses çıkarmayı ve şimdiki durumu konuştuk.
Yelda Özcan |
- Ermeni Soykırımı ailenizde
konuşulan bir şey miydi?
Ailede
duyduğum bir konu değildi, okul hayatımda da ‘Ermeni’, ne dosttu ne de düşman.
Hiç yoktu. Milliyetçi Cephe (MC) hükümetleri dönemine kadar ‘yurtta barış,
cihanda barış’ vurgusu vardı. Ayni zamanda Yunanlıların bize düşmanlık ettiği
seklindeki propagandayla Yunan düşmanıydık, o çocuklardan biriydim. Ama Ermeni
sözcüğü bile yoktu, hatırladığım kadarıyla. Ermenistan da zaten 1991’den sonra,
Sovyetler Birliği’nin dağılışından sonra ‘aniden’ komşumuz oldu. Ancak
okulda değil ama sokakta ve ailede birinin ötekine, onu dövmek isteyecek kadar
kızdığında “gavurun kızı, gavurun evladı” dediğini duymuşluğum vardı. Türkiye’nin
çeşitli şehirlerinde okula gittim, tutkulu edebiyat, coğrafya, fizik, matematik
öğretmenlerim oldu ama hiç tarih seven bir tarih öğretmeniyle karşılaşmadım.
Hatta tarih öğretmenlerimizden birinin adı Avram’dı, kızlar ‘Avram, Avram!”
diye arkasından bağırır, alay ederlerdi.
- Siz nasıl tanıştınız Ermeni
Soykırımı’yla?
Bugün
artık 50’sini geçmiş olan çoğu insan gibi, TRT’nin ‘sözde Ermeni Soykırımı ve
ASALA’ haberleriyle tanıştım. Ermenilere ettiklerimizle, Ermeni Soykırımı’yla
ilk nasıl tanıştığımı değil ama bizim Ermenilerle problemimiz olduğunu nasıl
fark ettiğimi hatırlıyorum. ‘Biz’ kimlerdik? İHD İstanbul Şubesi’ni Emil Galip
Sandalcı yönetiminden almış solcu Türkler ve Kürtlerdik. Önceki yönetimi,
Kürtlere yapılanlara karşı yeterince duyarlı, yeterince aktif bulmayan biz
solcu Kürt ve Kürt dostu -isterse lafta olsun- solculardık, aktif üyeler
arasında ağırlığı olan birkaç feminist kadındık. Günün birinde geniş bir dernek
toplantısında – dernek Tünel’deydi o zaman- cezaevlerindeki ve karakollardaki
işkencelerle ilgili üyelere bilgi verilirken, bir Ermeni erkek adı geçti. O
anda ‘yabancı bir isim’, en azından ‘bizden olmayan birinin adı’ diye düşünmüş
olabilirim, bilmiyorum. Adı geçen kişinin gayrimüslim oluşunun içerde durumunu
daha tehlikeli hale getirdiğini, dolayısıyla daha çok ilgilenmemiz gerektiğini,
bu minvalde bir şeyler söyledim. Pozitif de olsa, negatif de, söyledikleri
yankı bulan üyelerden biriydim ama bu sefer kimsenin lehte veya aleyhte
söyleyecek bir sözü yoktu, ne onay ne karşı çıkış. Hapistekilerle, gözaltına
alınanlarla ilgilenirken, doğum yerlerini merak eder, öğrenmeye çalışırdık.
Çünkü zanlıların doğum yerleri, polisler için onların suçlu olup olmadıklarını
belirliyordu. Örneğin, Tunceliliyseniz, Silvanlıysanız, devlet görevlilerinin
eline düşmemelisiniz. Yani eşitsizliklerin işçi-patronla sınırlı olmadığını, Türk-Kürt
ayrımcılıklarının da mevcut olduğunu ve bunun görmezden gelindiğini epeydir
konuşan, yazan insanlardık. Ayrıca biz feministler (o zaman sosyalist
feministlik ile feministlik arasında bir yerlerdeydik), bazı ezme-ezilme
biçimlerinin öne çıkarılıp, örneğin kadınlara karşı erkek egemenliğinin
sürdürülmek isteniyor olduğunu biliyor ve açık ediyorduk artık. Onun için
herhalde, daha önce dediklerimi tekrarladım, üsteledim. Politik suçlu olarak
içerde olmak feci bir şey ama Türk ve erkek değilsen, zaten daha fazla zorluk
yaşatıyorlar sana, üstüne üstlük bir de Ermeni’ysen daha çok saldırırlar. Ve
sonra her defasında sessizlik duvarına çarptığı için böylesi sözlerim belki de,
bizim de gayrimüslimlerle problemimiz olduğuna kafa yormak zorunda kaldım.
- Dönemin bu konuları açmak için ‘elverişli’
olmadığını biliyoruz, Ermeni, Rum ve Yahudilere yönelen ayrımcılık ve şiddet
pratikleri üzerine yazmaya nasıl karar verdiniz?
Öyle
soğukkanlı karar vermekle olmadı, Sait Faik’in dediği gibi “Yazmasaydım, deli
olacaktım.” Gerçi yazdıktan sonra da insanı deli ediyorlar ya, neyse.
- O dönemde bu konuları öğrenmek için başvurabileceğiniz çok az
kaynak var. Size bu konularda yolu açan kaynaklar hangileriydi?
Herhangi
bir yabancı dilde kitap okuyabilen biri değildim ama okuduklarımı analiz etmek,
bilgileri birbiriyle kıyaslamak adeta refleksim. Mıgırdiç Margosyan başta olmak
üzere Aras Yayıncılık’tan çıkan kitaplar, Serdar Can’ın Ninemin Masalları, Şalom
gazetesindeki Holokost’a dair yazılar, Gözlem Yayınevi’nin kitapları, Hürriyet
gazetesinin dış haberler sayfasındaki küçük çeviri haberler. Örneğin, soykırım
suçunun kolektifliği hakkında düşünmeme neden olan, ilk orada okuduğum Daniel
Goldhagen hakkında minik bir haberdi. Belge Yayınları’nın kitaplarını da
okuyordum tabii.
- Size yönelen tepkiler
gerçekten çok büyüktü. Neler yaşadınız o dönemde?
Kişisel
hikâyemin gelecek için bir anlamı olduğunu sanmıyorum. Ama şunu söyleyebilirim.
Avrupa’ya kapağı atmaya çalışan biri değildim. Babam, kardeşlerim, bu arada
dünyaya gelen yeğenlerim, elimi tutmayı bırakmamış birkaç can dostum Türkiye’de.
“Neden Türkiye’ye gitmiyorsun? En büyük işkenceyi yaşamış biri değilsin” dedi oğlum
bir keresinde. Çok haklı, nice ağır işkenceler görmüş insanlar Türkiye’ye
gitti, gidiyor. Hatta “Türkiye’den, Türklerden nefret ediyorum” deme noktasına gelmiş
Kürtler tanıyorum, Avrupa pasaportunu alınca ilk iş Türkiye’ye giden. Bana ne
oldu, oğlum bile bilmiyor, ben de bilmiyorum. Bilmek, hatırlamak da
istemiyorum.
- Sizin yazmaya başladığınız
dönemde, bırakın Ermeni Soykırımı’nı, Varlık Vergisi’nden veya 6-7 Eylül’den
bahsetmek bile zordu. Size o günlerde tepki gösterenler bugün neler yapıyorlar?
Beni
hırpalamış sol çevrelerde sonradan, bırakın kimden alıntıladığını, alıntı
yaptığını bile belirtmeden sözlerimi kullananlar oldu. Duyduğumda ya da
okuduğumda kızmakla sevinmek arasında gidip geldim. Neden adımı belirtmeden
kendi sözü gibi söylemiş/yazmış diye öfke duyduğumda ise kendime kızdım, neden
egom bu kadar kolay kabarıyor diye. Evet,
6-7 Eylül anmaları oluyor ama günümüz Kıbrıs’ıyla bağlantısına değiniliyor mu,
bilmiyorum. 2007’den sonra yakından izlemeyi bıraktığım için Varlık Vergisi söz
konusu olduğunda da, onun Nazi Almanyası’yla paralelliğini, özellikle Yahudi
Soykırımı’yla ilgisini yok saydıklarını ancak tahmin edebiliyorum. Türkiye’de
AKP iktidarıyla birlikte antisemitizm o denli yükseldi ki, Türkçe yayınları
okumadan da görülebiliyor vahim durum.
- Türkiye’de gayrimüslimlere
yönelik ayrımcılık ve bunlarla ilgilenmeme halinin adını ırkçılık olarak
koymuştunuz. Bu duruma ırkçılık denmesini hep ‘abartılı’ karşılayanlar oldu.
Neden ırkçılık sizce?
Her
zaman örnekler vererek yazmıştım, yuvarlak laflarla değil, kendi ırkçılığımdan
da örnekler vererek. O yaptıklarımız ve yapmadıklarımıza, literatürde ırkçılık dendiğini
bugün artık o ‘abartılı karşılayanlar’ da kabul ediyor, en azından
reddetmiyorlar bildiğim kadarıyla. İnsan denen yaratık başkalarına düşmanlık
etme paydasında pek kolay birleşiyor. Bugün yazmaya devam eden biri olsaydım,
demokrasiyi bir kültür olarak içselleştirmeye hizmet etmek üzere ‘intersectionality’
(kesişimsellik) konusunda yoğunlaşırdım. Ayrımcılıklarımızın kesiştiği ve ayrıldığı
durumları ele alırdım. Bunu yapmadığım için Ekşi Sözlük’teki ‘kesişimsellik’ karşılığının
doğru olup olmadığından da emin değilim. Irkçılıkların dibi türcülük (‘speciesism’),
biz insanların kendimizi diğer hayvan türlerinden üstün görmemiz ve onları
sömürmemiz. Yıllardır politik olarak bir şey yapmayan, hiçbir etkinliğe
katılmayan biriyim. Susmak onaylamaktır, susuyorsan ahlaki olarak sefil bir
yerdesin. Kendimi sefil görmemek için bir yol buldum sanırım: Vegan olmakla
huzur buldum; hayvan yemiyorum, canlı canlı haşlanmış böcekleri “ipek” diye sırtıma
almıyorum, deri çanta, ayakkabı kullanmıyorum, yün kazak almıyorum. Politik
oluşumlara katılmadan, insan içine girmeden kendimce türcülüğe karşı çıkmış
oluyorum. Kısa vadede, ne Ermeni-Süryani Soykırımı’nın tanınmasına hizmet eder,
ne de Yahudi düşmanlığının azalmasına. Ancak kendime yükleyebileceğim misyon bu
kadar.
- Bugün Türkiye’deki ırkçılığın az
da olsa çözüldüğünü düşünüyor musunuz?
Yahudi
düşmanlığı tavana vurmuş durumda. Ve bu iktidarla sınırlı değil, kendilerini
Atatürkçü olarak niteleyenlerde de var, onları Kemalistlikle suçlayanlarda da.
Müslümanlarla da sınırlı değil, biraz internette dolaşacak olursanız, Ermeni
sitelerinde ve Facebook hesaplarında da hemen karşılaşıyorsunuz.
- Türkiye’nin siyasi ve toplumsal
olarak soykırımı kabullenme konusunda aşama kaydettiğini düşünüyor musunuz?
Türkiye’nin
92 yıllık tarihine bakınca, yirmi yıl önceyle kıyaslayınca bir nebze de olsa
yumuşama oldu gibi geliyor bana, özellikle de Hrant Dink’in katledilmesinden
sonra. Ermenilerin neler yaşamış olduklarını, nasıl katledildiklerini anlatan kitaplar
yayınlandı, en azından ağzı laf yapan, kalem oynatan solcular okudu onları.
Aynı zamanda hakkını teslim etmek gerekir ki, sadece iç dinamiklerle bu noktaya
gelinmedi. Dünyada 1915 Ermeni Soykırımı’nı tanımış ülke sayısı yirmi yıl önce
yok denecek kadar azdı, bugün ise örneğin Avrupa Parlamentosu Türkiye’ye
soykırımı tanıma çağrısı yapıyor.
- Entelektüeller bu konuları
cesaret edemedikleri için mi açmadılar, bilmedikleri için mi? Yoksa bilmezden
geldikleri için mi?
Günümüz
Almanyası’na bu bakımdan teşekkür borçlu olduğumuzu düşünüyorum. Almanya’da
yasayan ilticacı bir Türk’e öyle imkânlar sundu ki, onun öğrenip yazdıkları
sayesinde bazı gerçekler bilimsel olarak Türk aydınlarının önüne konmuş oldu.
Türkiye’de ‘soykırım’ lafını ağzına alanı, solcuların, feministlerin çoğu yanlarında
bile görmek istemezken – korkudan olduğuna inanmıyorum, kimse benden daha
korkak değildir- böylece bu netameli konuda bir ‘şıklık’ gördüler. Elitistlere
100 tanık dinleteceğinize, akademik iddialı bir salon toplantısı düzenleyin,
arada çayı, kahvesi de olsun, yeter.
- Gayrimüslimlere karşı koca bir
duvar olan bilinçli cehaleti neden yıkılamıyor?
‘Bilinçli
cehalet’, iyi demişsiniz. Dile kolay, 100 yıl! Ben de genelde karamsar bir
insanım ama tek tek bireylere en azından şans tanıyalım derim. Kendi ait olduğu
grubun üyesine/üyelerine hak verme otomatiğine bağlanmamış, adalet duygusu
olan, vicdanlı insanlar var, çoğunluğun içinde azınlıkta kalan. Gerçek onlardan
saklanmasaydı, inkâr ve iftiralar “bizim anlı şanlı (ve de masum!) tarihimiz”
diye sunulmasaydı bugün bizden farklı düşünmezlerdi. Bugünden itibaren öğrenseler, başka bir tavır
alabilirler diye umuyorum, umut etmek istiyorum.
- Yüzleşmenin nasıl
gerçekleşeceğini düşünüyorsunuz?
Ya
IŞİD ruhu ya demokrasi… Ayrıcalıklı olmanın değil, farklılıklarımızla eşit
olmanın kendi çıkarımıza da olduğuna inandığımızda herhalde. İyi bir şeyler
yapmamıza, üretmemize gerek kalmadan, kafadan, üstün olduğumuza inanmaktan
vazgeçtiğimizde belki de. Yüzyıllarca “elhamdülillah Müslümanım” (ne mutlu
Müslümanım) diyen atalarımız, ‘din uğruna’ Ermeni ve Süryanileri soykırıma
uğrattı. Bugün IŞİD’in yaptıkları gibi… Sonra Cumhuriyet’le birlikte laiklik
geldi, dini bir kenara bırakıp vatandaşlıkta birleşelim diye belki de, onun
yerine “Ne mutlu Türküm diyene” sözü egemen oldu. Ama bu söz de ırkçı bir
karakter aldı ve ne vatandaşlık paydasında birleşebildik, ne de tam laik
olabildik. İlle de birilerinden daha üstün olduğumuza inanmaya ihtiyaç
duymayacağımız bir kültürün yerleşmesi, ne kadar zamanda, nasıl olur, bilemiyorum.
* Bu röportajın kısaltılmış versiyonu 24 Nisan 2015 tarihli Agos
gazetesinde yayımlandı.
Emre Can Dağlıoğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder