1955’in 6-7 Eylül günlerinde
Türkiye’nin büyükşehirlerinde, özellikle İstanbul’da, öncelikle Rumları hedef
alan, ancak tüm Hıristiyanlara ve Yahudilere yönelik pogrom, son yıllarda
Türkiye medyasında kendine çok daha fazla yer buluyor. Ancak yine de açılmamış
daha çok sayfalar var. Bunlardan birisi bu yıl, gazeteci Serdar Korucu’nun
çabalarıyla ortaya çıktı. Dönemin İstanbul Rum Patrikhanesi fotoğrafçısı Dimitrios
Kalumenos’un pogromdan hemen sonra çektiği fotoğraflardan bazıları daha önce
Yunanistan’da yayımlanmış olsa da, Korucu’nun hazırladığı bir albüm ile
Türkiye’de İstos Yayıncılık’tan çıkan kitapla
ilk kez okurlarla buluştu. Bu önemli kitaptan yola çıkarak, Bilgi Üniversitesi’nden
Yrd. Doç. Ömer Turan’ın pogromun 60. yılı, Kalumenos’un fotoğrafları ve Eylül
2015’te HDP’ye ve Kürtlere yönelik yaşanan linç dalgasını Serdar Korucu ve
Yıldız Teknik Üniversitesi’nden Prof. Elçin Macar ile konuştuğu ve Toplumsal Tarih dergisinin Ekim 2015
tarihli sayısında yer alan röportajı yayımlıyoruz.
- Dimitrios
Kalumenos’un yaşam öyküsü ile başlamak uygun olur sanırım. Nasıl
özetleyebiliriz Kalumenos’un yaşam öyküsünü?
Eylül 1955’te çektiği fotoğraflar bu öyküde nasıl bir yere oturuyor?
Serdar Korucu: 20. yüzyılın başında, imparatorluğun en zor döneminde
başkent İstanbul’da doğan bir Osmanlı vatandaşı Kalumenos. Bu şehirde eğitim
gördükten sonra hem iki gazete için haberler yapıyor hem de Ekümenik
Patrikhane’de fotoğrafçı olarak yer alıyor. Patriklik fotoğrafçısı olması 6-7
Eylül sonrasındaki yıkımı fotoğraflamasında ona çok daha geniş imkânlar
sunuyor. Bu vasfı sayesinde biz dönemin Patriği Athenagoras’ın yıkık bir
kilisede yaşadığı hüznü de görebiliyoruz.
- Kalumenos’un 6-7
Eylül arşivinin öyküsü nedir? Bu fotoğraflar bir İstos kitabına nasıl dönüştü?
SK: Bu arşiv gizli değildi aslında. Ege’nin
karşı kıyısında bulunuyordu sadece. Kalumenos
1958 yılında Yunan ajanı olduğu iddiasıyla sınırdışı edildi. Bu sürecin ilginç
yanı, Kalumenos'un sınırdışı edilme sürecinde gazeteler onun ajan olduğu
iddiasını ilginç temellere oturtuyordu. Patriklik fotoğrafçısı Kalumenos'un
Patrik Athenagoras ile yakın olması ve 6/7 Eylül pogromunun fotoğraflarını
çekip yurtdışında yayımlatması suç gibi gösteriliyordu. Sınırdışı edildikten
sonra Kalumenos, 1966 yılında Atina’da bu fotoğrafların bir kısmından
oluşan “Hıristiyanlığın Çarmıha Gerilişi” adında Yunanca / İngilizce bir kitap
çıkartıyor. Ancak bu kitap bize ulaşamıyor, çünkü Bakanlar Kurulu kararıyla
ülkeye girişi hızla yasaklanıyor. İkinci baskısı 1991’de yapılsa da Türkiye’ye yankısı
gelmiyor. Patrik Bartholomeos’a yakın isimlerden, gazeteci fotoğrafçı Nikolaos
Manginas sayesinde bu arşive ulaştım. Kendisi Kalumenos ailesinden, Dimitrios
Kalumenos’un kızı Marina Kalumenos’tan izin aldı. Böylece yaklaşık 3-4 ay önce
fotoğrafların kitaba dönüşme süreci başlamış oldu.
Serdar Korucu |
- Kalumenos’un 6-7
Eylül fotoğraflarının sadece bir bölümü bu albüm ile gün ışığına çıktı. Diğer
fotoğrafların araştırmacıların erişimine açılması planlanıyor mu?
SK: Tabii açılacak. Üstelik de yeni anlatılarla birlikte.
Karşımızda 1500 fotoğraflık dev bir arşiv bulunuyor. Bu kitapta yer alanlar 60.
yıldönümüne özel olarak 60 fotoğraflık bir seçki. Ama bizim istediğimiz sadece
fotoğraf basmak da değil. Anlatılarla o gün yaşananları tam olarak yansıtmak,
objektiften kaçanları da paylaşmak. Mesela Şişli Mezarlığı’ndaki fotoğraflar
kadar önemli olan, adını vermek istemeyen bir Rum görgü tanığının o gece yeni
gömülmüş bir naaşın çıkartılıp karnına Türk Bayrağı saplandığını anlatmasıydı…
- Şu ana kadar
çoğumuzun 6-7 Eylül’e ilişkin görsel belleği, Tarih Vakfı tarafından yayımlanan
Fahri Çoker arşivinde yer alan fotoğraflara dayanıyordu. Dimitrios Kalumenos
fotoğrafları hâlihazırdaki görsel belleğe neler ekliyor, nasıl bir müdahalede
bulunuyor?
SK: Doğru, hepimiz Fahri Çoker arşivinden de çok yararlandık.
Ancak o fotoğraflarda o gece yaşananlara dair eksik bir parça vardı. Kilise ve
mezarlık saldırıları bulunmuyordu. Daha çok “zengin azınlık” mitini
desteklercesine ağırlıklı olarak ticarethanelere yönelik yağma vardı. Alt
mesaj, Rumlar başta olmak üzere Ermeni ve Yahudilerin toplumda ekonomik olarak
üst sınıfta oldukları, Müslüman nüfusun da dönemin tabiriyle Ortaçağ’daki köylü
ayaklanmaları gibi bir yağmaya giriştiğiydi. Bu bakış açısı doğru olsa kilise
ve mezarlıklara neden girilsin? Biz burada Rum toplumunun geçmişinin de
İstanbul’dan tamamen silinerek kovulmaya çalışılmalarını görüyoruz.
Elçin
Macar: Kalumenos’un
kitabı 1966’da Atina’da yayımlandığı için aslında Yunan ya da “ilgili” kamuoyu
için yeni değil. Ancak Çoker arşiviyle temelde ayrıldığı nokta şöyle
özetlenebilir: Çoker arşivi resmi kurumlarca çekilmiş ya da belki sonradan foto
muhabirlerinden toplanmış, daha çok ortada olan biteni gösteren fotoğraflar. Esas
itibarıyla; Beyoğlu’nu, ana caddeleri ve ticari alanları yansıtıyor. Kalumenos
fotoğrafları ise doğrudan Rumların günlük yaşamının ve manevi dünyalarının
nasıl etkilendiğini yansıtan fotoğraflar: Kiliseler, okullar, mezarlıklar,
sünnet edilmek istenen Papaz gibi. Çoker arşivi ne kadar geneli ve ortada olanı
gösteriyorsa, Kalumenos o kadar özeli yansıtıyor.
Elçin Macar |
- 6-7 Eylül’ün 60.
yılında bir yandan yaşanan pogromun fotoğrafları çoğalıyor. Bir yandan da
Atina’daki İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu TBMM’ye gönderdiği
dilekçeyle 6-7 Eylül’e ilişkin resmi kınama, geri dönüşlerin teşvik edilmesini
talep etti. Sanki yaşanan dehşetin daha gerçekçi bir bilgisine erişiyoruz ve
aynı anda “geçmişte yaşanan acılar” söyleminden, yüzleşmenin somut adımlarına
ilişkin taleplere geçiyoruz. Ne dersiniz?
EM: Şahitleri, mağdurları henüz hayatta olan,
yazılı ve görsel malzemesi gayet bol bir olaydan bahsediyoruz. Her şey ortada
yani. 6-7 Eylül’ün hemen ardından göstermelik bir tazmin süreci başlamış, vaat edilenler
bile ödenmemişti. Mesela Vryonis’in kitabında ne gibi bir tazmin mekanizması
işletildiği, kime ne ödendiğine dair bilgiler var. Söz konusu federasyonun
talepleri anlamlı, ancak Türkiye’nin içine girdiği yeni süreçte karşılık
bulması çok güç. Ayrıca, Federasyon’un bu faaliyetlerine, İstanbul’daki
Rumlardan “asıl muhatap biziz” şeklinde bir muhalefet/eleştiri olduğunu da
ekleyeyim.
SK: Yüzleşme için daha çok adım atmamız gerekiyor. Belki
yaşanan pogromun faili kadar düzenlenen saldırılara da odaklansaydık o zaman
farklı bir noktada olurduk. Bugün elimizde sadece o gece yaşananlara dair bir
bilanço bulunuyor. Ama bunun ayrıntılarına vakıf değiliz. Ben pogromun bütün
ayrıntıları toplumla paylaşılana kadar yüzleşmenin gerçekleşebileceğine
inanmıyorum.
Kalumenos arşivinden |
- 6-7 Eylül’ün 60. yılı
Türkiye’nin oldukça karamsar günlerine denk düştü. Tam da 6 Eylül’ü 7 Eylül’e
bağlayan gece içlerinde bir milletvekilinin de bulunduğu bir grup Hürriyet
gazetesine saldırdı. İzleyen günlerde HDP’ye yönelik çok geniş çaplı bir linç
dalgası oldu. İstanbul’da 21 yaşındaki Sedat Akbaş telefonda Kürtçe konuştuğu
için öldürüldü. Beypazarı’nda Kürt tarım işçilerinin çadırları yakıldı. Bu
dehşet görüntüleri 6-7 Eylül’den günümüze ulaşan bir linç atmosferini akla getiriyor.
Süreklilikler ve farklılıklar hakkında neler söylemek mümkün?
EM:
Genel olarak bu süreci
6-7 Eylül ile başlatma eğilimi görüyorum, ama 1945’teki Tan Baskını’nı da
hatırlatmak isterim. 1945’in Tek Parti dönemi Türkiyesi’nde böyle bir eylem için
sokağa çıkabilmek büyük cesaret isterdi herhalde. Ama ‘Sovyet yanlısı’ bir yayına saldırmak
meşruydu. Ayrıca, sosyal medyanın olmadığı bir dönemde bu insanlar nasıl bir
araya gelmişlerdi ya da kolluk güçlerinin nasıl haberi olmamıştı? Aslında
benzerlikler çok açık. Patrik Athinagoras, Menderes’e yazdığı 15 Kasım 1955
tarihli mektubunda, bu kadar ayrıntıya vakıf olunamayan o tarihte, bunun
‘organize’ bir hareket olduğunu yazmıştı. Cumhuriyet dönemi tarihimiz, böyle
organize şiddet eylemleri ile dolu. Devletin bunların neresinde durduğu da,
çeşitli vesilelerle ortaya çıkıyor. Örneğin, Hrant Dink cinayeti sürecinde
öğrendik ki, Trabzon-Pelitli’de resmi kurumların ilişkide olmadığı genç yokmuş
neredeyse. 6-7 Eylül’de, hapishaneden Menderes’e telgraf çeken gençler, neden
içerde olduklarını anlamadıklarını yazıyor ve konuşabileceklerini ima
ediyorlardı. Bu işlere teşne “sivil toplum kuruluşları” da hep var. Yoksa da
kurduruluyor. Bugünlerde gazetelere bakın, son günlerdeki eylemlerin içinde yer
alan yeni bir örgütün, iktidar partisi ile ilişkisi tartışılıyor.
SK: Tabii süreklilik bulunuyor. Zaten 6-7 Eylül sadece Rumlara
değil pek çok kesime bir gecede “istenmeyen vatandaş” olabileceklerini
gösteriyor. 1990’larda PKK militanları içinde Ermenilerin bulunduğuna yönelik
iddiaların ana akım medyada yer almasının ardından Ermeni Patriği Mutafyan 6-7
Eylül’ün ayak seslerini duyduğunu söylüyordu. Bugün de aynı mesajları biz,
Cumhurbaşkanı’nın başdanışmanı Burhan Kuzu’dan almıyor muyuz? Ya da Kürtlere
gelirsek, 2007’de Genelkurmay Başkanlığı teröre karşı kitlesel tepki istiyordu.
Sonrasında Kürt mahallelerine tahrik edici bir şekilde giren, hakaretler
yağdıran güruhlar olmamış mıydı? Bu nedenle tam da aynı nefret zincirinin
parçası olarak görünüyor. Yoksa Kırşehir’de “teröre lanet” yürüyüşünde
tatlıcıya saldırmanın ya da kırtasiyedeki okul çantalarını yakmanın nasıl bir
mantığı olabilir ki? Yani 6-7 Eylül’ün ruhu ölmedi, aramızda yaşıyor.
Kalumenos arşivinden |
- Dimitrios Kalumenos’un Objektifinden 6/7
Eylül 1955 albümünde fotoğraflara döneme ilişkin tanıklıklar ve anılar
eşlik ediyor. Yassıada yargılamaları tutanaklarından polisin müdahale etmemek
yönünde emir aldığını, ya da kimi karakol polislerinin “Bugün polis değiliz,
Türk’üz” dediğini öğreniyoruz. Bununla birlikte askerler patrikhaneyi ve
Yunanistan başkonsolosluğunu koruma altına alıyorlar ve bu binalar pogromu
zarar almadan atlatıyor. Bu bilgiler bize devletin linç dalgasındaki rolü
hakkında neler söylüyor?
EM: Demek ki devlet isterse koruyor,
istemezse korumuyor. Şiddet, “devlet siyaseti”nin ayrılmaz bir parçası.
Masalarında bunların konuşulduğu resmi kurumlar var. “Kırarız iki cam, atarız
üç füze” diye açıkça planlar yapılıyor. Ama bazen, 6-7 Eylül’de olduğu gibi,
senaryo sınırların dışına taşabiliyor. Çünkü kullanılmak istenen kitlelerin
donanımını, yine o resmi kurumların hazırlattığı, düşmanlıkları yeniden ve
yeniden üreten ders kitapları, yine o resmi kurumların empoze ettiği “yabancı”
ve “yerli yabancı düşmanlığı,” kontrol altındaki medya şekillendiriyor. 6-7
Eylül’de özel olarak incelenmesi gereken üç nokta var: 1- Öncesinde basının ve
özellikle Hürriyet gazetesinin rolü. Kamuoyunu hazırlamada en önemli rol
Hürriyet’e aittir. 2-
Atina’dan haberi “bahçede bir iki dinamit lokumu patladı” şeklinde geçen AA
muhabiri Sara Korle’nin haberinin nasıl olup da “Yunanlar Atamızın evini
bombaladı”ya dönüştüğü. 3-Kolluk güçlerinin tavrı. 6-7 Eylül, tüm bu “organize
işler”de özel bir yere sahiptir. Yassıada’daki 6-7 Eylül duruşmaları birçok
şeyin ortaya dökülmesini sağladı. 27 Mayıs’ın Menderes düşmanlığı olmasa, biz
bunları öğrenemezdik.
SK: Kiliselerin çoğu zarar görse de bazıları saldırı
dalgasından kurtulmayı başarıyor. Bu bilinçli mi? Bazı anlatılara göre evet.
Dönemin tanıkları “Bütün kiliseler yakıldı” denilmesin diye bazı kiliselerin
bırakıldığını, hedef alınmadığını söylüyor. Ama bir de tesadüfen kurtulan dini
mekânlar var. Mesela kitabı tanıttığımız Panayia İsodion Rum Ortodoks Kilisesi bunlardan
biri. O sokaktaki bir Rum’un dükkânının yakılması üzerine saldırganlar kiliseye
ulaşamıyor. Böyle olasılıklar da bulunuyor.