10 Ekim 2015 Cumartesi

Taşradan İnsan Manzaraları


Başta Nuri Bilge Ceylan'ın sinemasından aşina olduğumuz, merkezle taşranın çatışmasını, sıkışmışlığı, arada kalmışlığı sahici bir dille anlatan birçok filmle karşılaşır olduk. Benzer mevzular son dönem Türkiye edebiyatında da işleniyor. Yönetmenlerin  ve yazarların taşraya bu kadar ilgi göstermesinin en önemli sebeplerinden biri de küreselleşme ve internetin de etkisiyle birlikte taşranın son sürat değişen kimliği olsa gerek. Arın Kuşaksızoğlu, bu değişimi şöyle açıklıyor: "Zaman artık taşrada dünya saatiyle akıp gidiyor, o yüzden hiçbir şey eski yerinde değil."
Taşranın bu değişen kimliği, beraberinde anlatılmayı bekleyen bir sürü hikâye getiriyor kuşkusuz. Sinemacıların ve yazarların iştahlı bir şekilde taşrayı anlatma heveslerinin altında yatan durum bu olabilir. Son dönem Türkiye edebiyatında taşrayı en iyi anlatan yazarlardan Mahir Ünsal Eriş ise taşraya olan bu ilgiyi, taşradan büyük şehre okumaya gitmiş olanların artık kendi hikâyelerini anlatmalarına başlamalarını ve Cumhuriyet sonrası Türkiye edebiyatındaki görülen taşraya dair "oryantalist" bakışın yerine taşraya daha içeriden daha tanıdık bir bakışın ete kemiğe bürünmüş anlatıların ortaya çıkmasına bağlıyordu bir röportajında.
Deniz Arslan'ın (kendisinin aynı zamanda 2013'te vizyona giren, farklı anlatımı  ve mizahıyla dikkat çeken Gözümün Nuru filminin senaristlerinden biri olduğunu da belirtelim) geçtiğimiz günlerde yayımlanan ilk öykü kitabı Rehavet Havası da taşraya hakiki bir bakış atan kitaplardan. Rehavet Havası'nda Deniz Arslan, tanıdığı yüzlerin, aşina olduğu seslerin, mahallelerin, taşra sıkıntısının, taşrada zorunlu ikametgahın, işsizlerin, tembellikle flört edenlerin, kendi evinde mağlup olanların, taşrada yapacak bir şeyleri olmayanların, büyük şehirde tutunamayanların ve Nurdan Gürbilek'in harikulade tanımıyla tarif edecek olursak, "Taşradayken bir başka dünyanın hayali asılı kalanların, yaşamak zorunda kaldıkları sınırlılıkları aşmak isteyenlerin" öykülerine yer veriyor. Rehavet Havası'nda sade bir anlatım var, edebiyat numaralarına pek rastlamıyoruz, öykülerin bilindik taşra anlatılarıyla akrabalık bağları var ama Deniz Arslan, Abdullah Ataşçı'nın şu sözünü hatırlatırcasına "Ne anlatılırsa anlatılsın, ne yazılacaksa yazılsın önemli olan bunun nasıl anlatıldığıdır ve edebiyatın merkezi dildir" taşra gerçekliğine muzip bir bakış atarak öykülerinin klişeye dönüşme tehlikesinden kurtarıyor bir bakıma.
Deniz Arslan
Yerel Motifler
Arslan, taşra sıkıntısını, hüzünlü ama neşesini bir an olsun kaybetmeyen bir dille anlatıyor. Uşak'ın Banaz ilçesinde yapılacak hiç bir şey olmadığından, etraflarındaki çemberi kırıp dünyaya temas etmek ve hayallerini bir kez olsun gerçek kılabilmek için kendi sıkıntılarını en iyi anlayacak müzisyene Bruce Springsteen'e "hayal kırıklarının başkenti" Banaz'da konser vermesi için ulaşmaya çalışan bir grup gencin hikâyesine, okuduğu üniversitede tanıştığı Polonyalı sevgilisini romantizmin doruklarına çıkarmak için Erzurum'a götüren Erdal'ın sonu pek de romantik bir şekilde bitmeyen gezisine, İsveç'teki akrabasının hediye ettiği Ingmar Bergman filmlerini izledikten sonra kendisini bambaşka bir dünyanın içerisinde bulan ve fellik fellik yaban çileği aşermeye başlayan kırtasiyeci Reşat'ın varoluşsal krizle imtihanını ve jilet gibi takım elbisesi, özenle taranmış saçlarıyla bütün mahalleliyi hazır ola çeken Canti Fuat'ın büyük şehirden gelen Nurhayat'a deliler gibi meftun olmasını ve Mecnun misali çöllere düşüp karşılıksız aşkından kendini yiyip bitirmesi gibi trajikomik hikâyelere tanık oluyoruz kitap boyunca. Hüzünlü, kırık öyküler bunlar; fakat Arslan okuyucuya mendillerini çıkartma fırsat vermeden, mizah dozunu yükselterek durumu dengeliyor bir anlamda.
Yazar taşraya özgü yerel motifleri ve argoyu kullanmaktan hiç çekinmiyor. Bu motifleri büyük bir iştahla yer veriyor metinlerin içinde. Hikâyelerinin ve karakterlerinin samimiyeti, doğallıkları da yazarın yaratmış olduğu bu sıcak atmosferden geliyor kanımca. Arslan bildiği, gördüğü, aşina olduğu toprakları, durumları Emir Kusturica filmlerini hatırlatan cümbüşüyle ve naifliğiyle büyük laflar etmeden, taşraya bir takım romantik anlamlar yüklemeden, nostalji bayatlığına düşmeden, sakince ve mizahı bir an olsun eksik etmeden anlatıyor.
Can Öktemer
*Bu yazı, Cumhuriyet Kitap'ın 8 Ekim 2015 tarihli sayısında yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok: