Başta
Nuri Bilge Ceylan'ın sinemasından aşina olduğumuz, merkezle taşranın
çatışmasını, sıkışmışlığı, arada kalmışlığı sahici bir dille anlatan birçok
filmle karşılaşır olduk. Benzer mevzular son dönem Türkiye edebiyatında da
işleniyor. Yönetmenlerin ve yazarların taşraya bu kadar ilgi
göstermesinin en önemli sebeplerinden biri de küreselleşme ve internetin de
etkisiyle birlikte taşranın son sürat değişen kimliği olsa gerek. Arın
Kuşaksızoğlu, bu değişimi şöyle açıklıyor: "Zaman artık taşrada dünya
saatiyle akıp gidiyor, o yüzden hiçbir şey eski yerinde değil."
Taşranın
bu değişen kimliği, beraberinde anlatılmayı bekleyen bir sürü hikâye getiriyor
kuşkusuz. Sinemacıların ve yazarların iştahlı bir şekilde taşrayı anlatma
heveslerinin altında yatan durum bu olabilir. Son dönem Türkiye edebiyatında
taşrayı en iyi anlatan yazarlardan Mahir Ünsal Eriş ise taşraya olan bu ilgiyi,
taşradan büyük şehre okumaya gitmiş olanların artık kendi hikâyelerini
anlatmalarına başlamalarını ve Cumhuriyet sonrası Türkiye edebiyatındaki
görülen taşraya dair "oryantalist" bakışın yerine taşraya daha
içeriden daha tanıdık bir bakışın ete kemiğe bürünmüş anlatıların ortaya
çıkmasına bağlıyordu bir röportajında.
Deniz
Arslan'ın (kendisinin aynı zamanda 2013'te vizyona giren, farklı anlatımı
ve mizahıyla dikkat çeken Gözümün Nuru
filminin senaristlerinden biri olduğunu da belirtelim) geçtiğimiz günlerde
yayımlanan ilk öykü kitabı Rehavet Havası
da taşraya hakiki bir bakış atan kitaplardan. Rehavet Havası'nda Deniz Arslan, tanıdığı yüzlerin, aşina olduğu
seslerin, mahallelerin, taşra sıkıntısının, taşrada zorunlu ikametgahın,
işsizlerin, tembellikle flört edenlerin, kendi evinde mağlup olanların, taşrada
yapacak bir şeyleri olmayanların, büyük şehirde tutunamayanların ve Nurdan
Gürbilek'in harikulade tanımıyla tarif edecek olursak, "Taşradayken bir
başka dünyanın hayali asılı kalanların, yaşamak zorunda kaldıkları
sınırlılıkları aşmak isteyenlerin" öykülerine yer veriyor. Rehavet Havası'nda sade bir anlatım var,
edebiyat numaralarına pek rastlamıyoruz, öykülerin bilindik taşra anlatılarıyla
akrabalık bağları var ama Deniz Arslan, Abdullah Ataşçı'nın şu sözünü
hatırlatırcasına "Ne anlatılırsa anlatılsın, ne yazılacaksa yazılsın
önemli olan bunun nasıl anlatıldığıdır ve edebiyatın merkezi dildir" taşra
gerçekliğine muzip bir bakış atarak öykülerinin klişeye dönüşme tehlikesinden
kurtarıyor bir bakıma.
Deniz Arslan |
Arslan,
taşra sıkıntısını, hüzünlü ama neşesini bir an olsun kaybetmeyen bir dille
anlatıyor. Uşak'ın Banaz ilçesinde yapılacak hiç bir şey olmadığından,
etraflarındaki çemberi kırıp dünyaya temas etmek ve hayallerini bir kez olsun
gerçek kılabilmek için kendi sıkıntılarını en iyi anlayacak müzisyene Bruce
Springsteen'e "hayal kırıklarının başkenti" Banaz'da konser vermesi
için ulaşmaya çalışan bir grup gencin hikâyesine, okuduğu üniversitede
tanıştığı Polonyalı sevgilisini romantizmin doruklarına çıkarmak için Erzurum'a
götüren Erdal'ın sonu pek de romantik bir şekilde bitmeyen gezisine, İsveç'teki
akrabasının hediye ettiği Ingmar Bergman filmlerini izledikten sonra kendisini
bambaşka bir dünyanın içerisinde bulan ve fellik fellik yaban çileği aşermeye
başlayan kırtasiyeci Reşat'ın varoluşsal krizle imtihanını ve jilet gibi takım
elbisesi, özenle taranmış saçlarıyla bütün mahalleliyi hazır ola çeken Canti
Fuat'ın büyük şehirden gelen Nurhayat'a deliler gibi meftun olmasını ve Mecnun
misali çöllere düşüp karşılıksız aşkından kendini yiyip bitirmesi gibi
trajikomik hikâyelere tanık oluyoruz kitap boyunca. Hüzünlü, kırık öyküler
bunlar; fakat Arslan okuyucuya mendillerini çıkartma fırsat vermeden, mizah
dozunu yükselterek durumu dengeliyor bir anlamda.
Yazar
taşraya özgü yerel motifleri ve argoyu kullanmaktan hiç çekinmiyor. Bu
motifleri büyük bir iştahla yer veriyor metinlerin içinde. Hikâyelerinin ve
karakterlerinin samimiyeti, doğallıkları da yazarın yaratmış olduğu bu sıcak
atmosferden geliyor kanımca. Arslan bildiği, gördüğü, aşina olduğu toprakları,
durumları Emir Kusturica filmlerini hatırlatan cümbüşüyle ve naifliğiyle büyük
laflar etmeden, taşraya bir takım romantik anlamlar yüklemeden, nostalji
bayatlığına düşmeden, sakince ve mizahı bir an olsun eksik etmeden anlatıyor.
Can Öktemer
*Bu yazı, Cumhuriyet Kitap'ın 8 Ekim 2015 tarihli
sayısında yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder