24 Kasım 2015 Salı

Eskilerden bir abi: Mustafa Denizli


15-16 yaşlarındaydım. Bir yaz günü öğleden sonrası Çeşme'de babamla avare avare turluyorduk. Limanın karşısındaki kahvehanenin önünden geçerken babam başıyla dışarıda oturanlardan birini işaret etti: "Bak oğlum, burada kim var?" Gösterdiği tarafa baktım. Ayak ayak üstüne atmış, gayet havalı, efe tavırlı bir adam oturmuş sigara içiyor, denizi seyrediyordu. Ona olan bakışlarımızı hissetmiş olacak ki yanından geçerken o da bizi şöyle bir süzdü. İşte o an elim ayağım çözüldü, adımlarımı şaşırdım. Bizim büyük kaptanın yanından geçiyordum, boru mu? O büyük kaptan sendin Mustafa abi. Hiç de garipsememiştim sigara içmeni. Zaten her fırsat bulduğunda Cruyff da tüttürüyordu, gazetelerde okuyorduk. Senin Cruyff’tan ne eksiğin vardı? Fiyakalı abim.

Bir keresinde de bin dokuz yüz seksenlerin başında Tariş depolarına doğru Alsancak Stadı’nın yanından yürürken, takımı antrenmandan kulüp binasına getiren minibüsün yanında görmüştüm seni. Toprağı bol olsun annemin memleketlisi antrenör Ömeragiç kulağını çekiyor, sen de gülüyordun. Diğer futbolcular da gülüyordu tabii. Hatta ben de gülmüştüm yanınızdan geçerken. Sonraki yıllarda gazetelerde okumuştum. Meğer  kamp yaptığınız yerde hoca sizi krosa yollamış, yarışın ortalarında diğer futbolculardan ayrılıp bir arabaya atlamış, finiş çizgisinin yakınlarına gelince de arabadan inip gruba orada katılmıştın. Tabii Ömeragiç yutmamıştı bunu. Ketenpereye gelmemişti. Kaçın kurrasıydı Gospodin. O gülüş o zamana mı ait şimdi hatırlamıyorum. Sen ne kabahat yaparsan yap yakışırdı, yakışmasa da biz yakıştırırdık. Kurnaz abim.
Atatürk Stadı’nda bir Beşiktaş maçındaydık. Kapalıda tezahürat yapıp seni tribünlere çağırmıştık. Çiçekleri sana doğru savurduktan sonra Beşiktaşlıların olduğu tarafta da bir vaveyla kopmuştu. "Niye şamata yapıyor bu herifler?" diye düşünürken şaşkınlıktan küçük dilimizi yutmuştuk. Beşiktaşlılar da seni yanlarına çağırıyordu. Rakip bir futbolcunun tribünlere çağırılması çok nadir olaylardandı. Üstelik Beşiktaşlılar bizden daha fazla bağırmıştı, kıskanmıştık. Onları da kırmamış, Beşiktaş tribünlerinin önüne gitmiştin. Sağ elini göğsüne götürüp başını eğmiş, afilice bir temenna çakmıştın. Rakip tribünler alkıştan yıkılmıştı. Kalender abim.
Atacağın her korner öncesi penaltı bulmuş gibi seviniyorduk. Yetmiş dokuzdaki Fenerbahçe maçında bir karambol anında topu tribünlere yollayıp “Topu geri vermeyin,” diye kapalıdakilere tembihlemiştin. Onlar da maçın topunu vermemişler ham hum şaralop yapmıştı. Hakem baktı bu iş böyle olmayacak, yedek topu istedi. Malzemecimiz Kör Coşkun kaşla göz arasında senin antrenmanlarda kullandığın Mikasa topu yuvarladı. Ve bir korner atışında topa öyle bir falso verdin ki, bizim Zagor Zafer’in tam kafasına doğru süzüle süzüle gelirken gol olacağını hissetmiştik. Maçın bitmesine birkaç dakika kala da rahmetli Bora’ya bir ara pası, sonrası tevatür. Gözümün nuru abim.

Kimi maçlarda resmen yürüyüp etrafa bağırıp çağırmakla yetinirdin. Kaybettiğimiz maçlarda da bir punduna getirip kırmızı kart görmeyi ihmal etmezdin. Fakat hiç umulmayacak bir anda güzel bir hareket yapar ya gol atar ya da attırırdın. Seksen ikideki başka bir Fenerbahçe maçında skorboard tarafındaki kaleye neredeyse orta çizgiden attığın serbest vuruşu kaleci Yaşar içeri alsaydı, belki de yüzyılın golü olurdu. Zımba gibi, roketatar mermisi gibi. Ya ondan bir sezon önceki Trabzon maçında yatarak attığın vole. Şenol Güneş tüm gücüyle köşeye uçmuştu da kurtaramamıştı. Son senelerinde deniz feneri gibiydin. Ortalığı sürekli aydınlatmaktansa arada sırada bir görünüp bir kaybolan ateş böceklerine benziyordun. Aslan abim.
Seni herkes seviyordu Mustafa abi, ama biz başka türlü seviyorduk. Sen Altaylı Büyük Mustafa’ydın, kaptandın ve Mustafaların birincisiydin. Çıkış tünelinde kimi zaman elinde bir buket çiçekle en önde sen çıkardın. Yaşı en ufak Mustafa’ya küçük, ortancaya Miço, sana da büyük demiştik.  Miço sağ açıkta, sen sol açıktaydın. Ve seksen üçte ilk defa birinci ligten düştüğümüzde sana da yavaş yavaş yol görünecekti. Kalsaydın, gitmeyeydin iyiydi be abim.

Ve geçen otuz küsur seneden sonra her alt lige düştüğümüzde, kurtarıcı olarak önce senin adın aklımıza geldi. Almanya’ya, İran’a, Azerbaycan’a bile gitmiştin de bize hiç uğramadın. Ateş almak için bile gelmedin be abim.
Duyduk ki yine Galatasaray’ı çalıştıracakmışsın, şampiyon yapacakmışsın. Başarı senin alnına yazılmış, en çok sana yakışır be abim.
Fakat diyeceğim o ki, hani bir gün aklına eser de çıkıp bize gelirsen, biz evde yokuz be abim. Yanlış anlama, sana tavır yaptığımızdan değil de, ev mev falan kalmadı ortada. Ne Alsancak Stadyumu kaldı, ne eski kulüp binası. Yerle yeksan ettiler, başımıza yıktılar be abim.
Sitem ediyorsam eğer, iki gözüm önüme aksın. Eğer mümkünse şu zehir dolu bardak bizden uzaklaşsın, gayya kuyusundan kurtulalım. Yine de bizim gönlümüz değil senin gönlün hoş olsun. Canın sağ olsun be abim, canın sağ olsun.
Orhan Berent

21 Kasım 2015 Cumartesi

Ruşen Çakır: ‘Geleneksel medya yok hükmünde olmaya doğru gidiyor’


Periscope, sosyal medya piyasasına çok hızlı bir giriş yapan ve insanlara kişisel canlı yayın yapma imkanı sağlayan bir platform. Türkiye’de de ilgiyle karşılanan bu uygulamayı habercilik adına ilk kullananlardan biri de tecrübeli gazeteci Ruşen Çakır oldu. Çakır’la Periscope tecrübesini, bu platformda haberciliği ve birkaç gazetecinin Periscope yayınlarını topladıkları Medyascope sitesi üzerine konuştuk.
Ruşen Çakır
- Uzun bir süredir Medyascope üzerinden haber yapmaktasınız. Bize Medyascope’un hikayesinden bahsedebilir misiniz?
Periscope’u uzun zamandır kullanıyorum. Türkiye’ye geldiği andan beri diyebilirim. Özellikle 7 Haziran seçimleri öncesinde mitingleri izledim ve oralardan Periscope yayınları yaptım. Onun dışında da kendi başıma analizler ve röportajlar da yaptım. Daha sonra o güne kadar hiç tanımadığım iki kişiden bana mail geldi. Onlar bana yaptığım işlerin ilgilerini çektiğini, birlikte bana yardımcı olabileceklerini ve katkı sunabileceklerini söylediler. Nurdan Üçer ve Denet Tezel, daha önce beraber çalışmış ortak şirketleri olan iki arkadaş, gazeteci değiller.Onların kafasında bir plan vardı, onların kafasında olan şey bana göre gerçekleşebilir bir şey değildi. Sonuç olarak benim elimdeki Periscope malzemelerinden hareketle bir platform oluşturmaya karar verdik. Ama başından itibaren bu platforma başka gazetecileri de katarak başlayacağımızı konuşmuştuk. Birkaç meslektaşımı ikna etmeye çalıştıysam da, pek beceremedim. Sonunda biz 20 Ağustos günü ilk Periscope açık oturumunu benim yönetimimde Kadri Gürsel ve Levent Gültekin’le yapma kararı aldık. Bu galiba Türkiye’de yapılan ilk Periscope açık oturumuydu ve o günde sayfayı lanse etme kararı verdik. Sayfanın ilk nüshasında sadece benim Periscope yayınlarım vardı. Ama açık oturumu da ekledik. Daha sonra çoğu gazeteci ama bazıları gazeteci olmayan başka arkadaşları da katarak bu olayı hızla geliştirdik. Bu arada, bir fotoğrafçı arkadaşımız, stüdyosunun Medyascope canlı yayınları için elverişli olduğunu bize sunabileceğini söyledi ve oraya taşındık. Oraya taşındıktan sonra programların sayısını da arttırdık ve öyle gidiyoruz.
- Medyascope’nun yayın politikasını nasıl belirliyorsunuz, içerikte neler var? Sabit bir kadronuz var mı?
"Çünkü Özgür" diye bir mottomuz var biliyorsunuz. Özgür bir şekilde hareket etmek istiyoruz. Onun dışında gazeteciliğin evrensel ilkelerine uyarak sorumlu bir şekilde, haber değeri taşıyabilecek ve önem verdiğimiz her şeyi, her türlü yoruma açık olacak şekilde sunan bir platform. Burada biz insanlara iş vermiyoruz, işbirliği öneriyoruz. Herkes kendi videosunu, Periscope yayınını ya da video kaydını kendisi yapıp Youtube ya da Vimeo sayfasına koyuyor. Biz onları sayfamıza taşıyoruz. Siz bizim sayfamızda bir video izlediğini zaman aslında onu, o içeriği sağlayanın Youtube sayfasından izliyorsunuz. Dolayısıyla biz insanlara bir içerik falan dayatmıyoruz. Onların ürettikleri içerikleri biz paylaşıyoruz. Biz sayfaya taşıyarak onlara katkıda bulunuyoruz, onlar da bize kayıtlarını vererek sayfaya taşıma imkanı sunuyorlar. Yani her iki tarafında istifade ettiği bir şey oluyor. Bunun dışında esas bu olayı yürüten yedi kişilik bir bir ekip halinde yürütüyoruz. Bu ekipten üçü gazeteci. Muhalif, alternatif olma gibi çok kullanılan kavramları, sıfatları kullanmak istemiyoruz, çok hoşlanmıyoruz. Biz haberin ve yorumun özgür bir şekilde dolaşabileceği video ağırlıklı, görsellik ağırlıklı bir yayıncılık yapmak istiyoruz.
- Kullanıcıların ilgisi nasıl?
Fena değil, memnunuz. Önemli kriz anlarında, yaptığımız yayınlar ve anında müdahalelerle önemli bir iş yaptık. Özellikle görsel kayıtları, Periscope kayıtları koyduk. HDP binalarına saldırılar veya Ankara Katliamı gibi anında önemli olaylarda hızlı bir şekilde tartışma programları yaptık. Örneğin, Paris Katliamı üzerine Nilüfer Göle’yle canlı olarak yaptığım telefon bağlantısı çok geniş bir ilgi gördü. Hatta gazeteler söyleşiyi bizden alıntıladılar. Bu tür şeylere verdiğimiz hızlı ve serinkanlı tepkilerle ciddi bir ilgi artışı sağlıyoruz. Biz memnunuz ama hâlâ daha yolun başındayız. İyice yerleştikten sonra, ayaklarımız yere daha sağlam basacak ve çok daha iyi olacaktır. Ama bir şeyi yakalamış olduğumuzu düşünüyoruz. O yüzden heyecanımız ve hevesimiz yerinde.
- Medyascope gibi yayınların artmasıyla birlikte geleneksel medyanın durumu ne olacak? Gazeteciliğin, haberciliğin yeniden tanımlanması gerekecek mi sizce?
Bunun adını tanımlamak çok şart değil, ancak geleneksel medya zaten yok hükmünde olmaya doğru gidiyor. Elbette varlığını sürdürür ama gerilediği çok açık. Bu, onların derdi elbette. Bence esas mecra burası artık. Tabii ki onlar yine varlığını sürdürecekler. Ama esas olarak bu tip sosyal medya üzerinden, internet üzerinden çoğulcu özgürlük yayınların önü çok daha ciddi bir şekilde açık.
- Sosyal medya haberciliğinin önündeki en büyük engellerden birisinin ekonomi olduğu söylenir. Siz bu engelleri nasıl aşmayı planlıyorsunuz?
Şu ana kadar aşabilmiş değiliz. Medyascope fedakarlıklarla gidiyor. Şu anda bu işin içerisinde yer alan insanların esas işleri başka başka. Geçimlerini oradan sağlıyorlar, oradan kazandıklarını bir kısmını buraya aktarıyorlar. Şu ana kadar para kazanmış değiliz ama bundan sonra kazanmayı umuyorum. O konuda bir takım projelerimiz var ama öncelikle altyapıyı sağlam bir şekilde oluşturmaya çalışıyoruz. Onu oluşturduktan sonra para kazanma, finansman bulma imkanlarının olabileceğini düşünüyoruz. Buradan ‘para kazanma imkanı yok’ diye bir düşünceyle hareket etmiyoruz. Olabileceğini düşünüyoruz, oldurmaya çalışıyoruz. Bir takım adımlar da atıyoruz bu konuda ama şu anda erken. Ama bu mümkün internet üzerinden gazetecilik yapma seçeneğini birçok insan, ‘burada para kazanılmıyor ki’ diye baştan iptal ediyor. Bence yanlış yapıyorlar, uğraşılırsa, iyi bir iş çıkarılırsa, bu pekala mümkün.
- Sosyal medya haberciliğinin ve yurttaş haberciliğinin en önemli sorunlarından birinin yalan haber olduğu görülüyor. Özellikle editoryel bir süreçten geçmeyen yurttaş haberciliğin ne gibi problemleri var?
Yurttaş haberciliği lafı çok cazip, güzel gözüküyor ama ben çok kullanmak istemiyorum. Ben eski kuşak gazeteciyim, 30 yıldır bu işi yapıyorum. Gazeteciliğin bir takım evrensel ilkeleri ve filtreleri vardır, mesleki deneyim gerektirir. Biz burada buna olabildiğince sadık kalmaya çalışıyoruz. Yani kimsenin ürettiği bir haberi olduğu gibi sorgulamadan koyuyor değiliz. Onun için bu konuda oldukça dikkatliyiz. Özellikle böyle yeni bir mecrada yapılan en ufak bir hata çok daha fazla dikkat çeker. Her gelen içeriğin olduğu gibi konulması fikri bana doğru gelmiyor. Biz öyle bir noktada değiliz. Burası herkesin her istediğini istediği zaman koyabileceği bir platform değil. Biz bazı insanlara teklifte bulunuyoruz, bazı insanlar da gelip bizim kapımızı çalıyor. Anlaşırsak yapıyoruz, anlaşamazsak yapmıyoruz. Böyle sonuna kadar kapıyı ardına kadar açma olayı yok. Özellikle sosyal medya üzerinden yalan, eksik ve kalitesiz yayınların çok yapıldığı, haberlerin çok dolaştığı kesimden kendimiz uzak tutmaya çalışıyoruz. Başarabildiğimiz ölçüde de etkili olacağımızı düşünüyoruz. Yurttaş haberciliği deyip ondan sonra her cep telefonuyla çekilen videoyu paylaşmak, bir yerden sonra çok anlamlı değil. Periscope yayınlarında da özellikle çok dikkatliyiz. Çok cazip birkaç videoyu sırf barındırdıkları bir takım problemler nedeniyle kullanmadık mesela. Yani bulduğumuz her şeyi kullanıyor değiliz.
- Son dönemde tartışılan kavramlardan bir tanesi de dijital aktivizm, örgütlenme biçimleri... Bu kavramlar açısından Türkiye’deki durum için ne yorumu yaparsınız? Türkiye sizce bu noktada hala yolun başında mı?
Son dönemde çok karıştırılan bir kavram. Yani bazı meslektaşlarımız aktivizmlerini daha fazla öne çıkartıyorlar. Bunları birbirine karıştırmamak lazım. Biz karıştırmıyoruz. Bizim aktivist olma gibi bir derdimiz yok, biz gazetecilik yapma derdindeyiz. Ama aktivist olanların yaptığı işlerde haber değeri varsa onları haberleştiriyoruz. Sivil toplum kuruluşlarının faaliyetlerine özel bir ilgimiz var. Bunları özellikle faaliyetlerinde video üretmeye teşvik ediyoruz. Onların içerisinde kullanabileceklerimiz kullanmaya çalışıyoruz.
- Türkiye’de medya baskısı son yıllarda arttığı konuşuluyor. Siz genel olarak medyanın son halini nasıl yorumluyorsunuz?
Bu konuları çok konuşmak istemiyorum. Medya eleştirisi yapanlar yapsın. Biz konuşmak yerine iş üretmeyi tercih ediyoruz. Bizim bu yapmaya çalıştığımız, şeyler aynı zamanda medyanın bugünkü durumundan memnun olmamanın sonucudur.
Can Öktemer

19 Kasım 2015 Perşembe

Tolga Tezcan: 'Araştırma şirketleri seçim araştırmalarında hiçbir zaman başarılı olamadılar'

Araştırma şirketleri, gün geçtikçe seçim dönemlerinin ve gündelik siyasetin olmaz olmazları haline geldiler. Özellikle seçim yarışının iyice kızıştığı son düzlüklerde kendilerini ekranlarda, gazetelerde varlıkları sıklıkla hatırlatılır. Ekrana yansıtılan pasta grafikleri, veriler, yüzdeler… Lakin 1 Kasım seçimlerinin sonuçları araştırma şirketleri için tam bir hayal kırıklığı oldu. Şirketlerin medyaya sundukları veriler ile seçim sonuçları neredeyse taban tabana zıttı. Biz de bu meseleyi bir bilene danışalım dedik ve Florida Üniversitesi'nden sosyolog Tolga Tezcan'la Türkiye'deki araştırma şirketlerinin düştüğü yanlışlıkları, metodolojik ve örneklem bulma teknikleri açısından problemlerini ve sektördeki sömürünün sonuçlara etkisini konuştuk.
Tolga Tezcan
- 1 Kasım seçimlerinin sonuçları açısından en büyük hayal kırıklığını hiç şüphesiz araştırma şirketleri yaşadı. Araştırma şirketlerinin sonuçlarıyla seçim sonuçları arasında oluşan büyük farkı siz nasıl yorumluyorsunuz?
Bu mecrada en büyük dönüşüm araştırma şirketi sahiplerine tartışma programlarında gereğinden fazla yer verilmesiyle, bilgilerinin ve kapasitelerinin dışında cevaplar beklenmesiyle yaşandı. “Seçmen topluma mesaj verdi” gibi lafızların da siyaset diline girmesine neden oldular. Alakalı alakasız her şey için sosyolojik tanımlamasını kullanarak cevap üretmekten çok tahmin yürütemedikleri meseleleri maskelediler. Ve herkesten hızlı sonuç üretme ve televizyon programlarında yer bulma telaşı yüzünden veri kontrolü dahi yapmadan veri yayınlamaya başladılar. Ne kadar ironiktir ki, araştırma şirketlerinin bu başarısızlıklarını yine kendilerine yorumlattık. Araştırma şirketleri, seçim araştırmalarında hiçbir zaman başarılı olamadılar aslında, 15’e yakın şirket rapor yayınlardı ve sadece bir ya da ikisi yakın tahmin yapmış olurdu.
- Bu seçimin farkı nedir?
Bu seçimin farkı hiçbir araştırma şirketinin yakın tahmin yapamaması. Bazı şirketler zaten sahaya çıkmadan, masa başı rapor ürettiler hep. 15 anketin ortalamasını alarak, belki biraz da kanaat notu kullanarak parti yüzdelerini dolaşıma soktular. Haliyle bir ya da iki şirketin yakın tahmin yapması çok olağan. Fakat bu seçimde, gerçekten sahada olan şirketler yanılınca, ortalama alan şirketler de dahil tabii, herkes yanılmış oldu. Şimdi ise bilimsel terminoloji kullanarak enteresan savunmalar yapıyorlar. Örneğin, bir araştırmanın hata payı %2.5 ve bu araştırma A partisinin oyunu %50 bulmuş diyelim. Seçim sonucunda A partisinin oyu %45 çıktıysa, bu araştırma “sonuca 5 puan yaklaştık” diyemez. O araştırma tamamıyla hatalıdır anlamına gelir bu sapma. Ama araştırma şirketleri bu lafı da dilimize yerleştirmiş bulundu. Bu şirketler neden yanıldı sorusu, 1 Kasım’dan bu yana hayli tartışıldı, genelde hile ihtimali ve siyasi atmosfer üzerinden yapılan spekülasyonlarla yanıtlandı, ben sorunuzu kantitatif saha perspektifiyle ve Türkiye uygulamalarıyla yanıtlayabilirim. En temel problem örneklem yöntemi.

- Bu örneklem konusunu açabilir misiniz?
Kalitatif ve kantitatif yöntemlerin arasındaki temel bir tartışma konusudur bu aslında, belirli sayıda bir katılımcıyla görüştüğünüzde geneli temsil edebilir miyiz sorusu. Bunun doğru olduğunu varsayanlar şöyle basit bir analoji kullanırlar: Çorbanın tuzuna bakmak için tüm kazanı içmeye gerek yok, bir kaşıkla yeterli ölçüde karıştırıp çorbanın tadına bakmanız kafidir, o tat tüm kazan hakkında bir bilgi verecektir. Bu örneğin doğru olduğunu varsayalım ve bu varsayım üzerinden hareket edelim şimdi. Kazanı karıştırma dedikleri örneklem metodolojisidir. Ankete cevap verenler nasıl seçildi, hanelere mi gidildi, katılımcılar sokaktan mı çevrildi, yoksa TÜİK listesi mi kullanıldı? Kaşık ise katılımcı sayısı, yani kanaat oluşturabilmemizi sağlayacak ünitenin niceliksel büyüklüğü. Bundan 2-3 seçim öncesine kadar örneklemi nasıl oluşturduklarına dair en ufak bilgi dahi vermeyen bu şirketler, sanıyorum ki, yapılan işin bilimsel görünmesi için terminolojilerini de geliştirdiler ve bu seçimde hata aralığı üzerine de konuştular, biraz evvel bahsettiğim gibi onu da yanlış şekilde konuştular. Fakat temelde araştırma şirketleri örneklem metodolojileri hakkında konuşmuyorlar, sadece geçiştiriyorlar. “Şu kadar ilde şu kadar kişiyle görüştük” ifadesi boşluğa konuşmaktır. Gidilecek hanelerin rasgele şekilde önceden seçilmesi, anketörün o haneyle görüşebilmek için en az 3 defa girişimde bulunması gerekiyor. En iyi ihtimalle, anketöre şu apartmandan bir görüşme yap deniyor, o da muhtemelen en kolay ulaşılabilir kişi olan kapıcıyla görüşme yapıyor. Ayrıca kabul oranı hakkında da bir bilgi vermiyor bu şirketler. Görüşme yapmayı reddedenlerin oranı nedir sorusu çok mühim. Bu oran %30’ların üstüne çıkıyorsa dataya mesafeli olmakta fayda var.
- Başka bir problem görüyor musunuz örneklem seçiminde?
Örneklem hususundaki bir diğer problem TÜİK’in nüfus, bölgesel kalkınma planları, sosyo-ekonomik gelişmişlik sıralaması gibi faktörlerle 3 ayrı düzeyde belirlediği İstatistiki Bölge Birimleri Sınıflandırması. Örneğin ilk düzeyde çalışma yapıyorsanız 12 ile gitmeniz yeterli, ikinci düzey için 26 ile gitmelisiniz. Bu illerin tüm Türkiye’yi temsil ettiğini varsayarsınız. Fakat bu sınıflandırma siyasi çalışmalar için yeterli değil. Tek bir il bir bölgeyi temsil etmiyor. Dolayısıyla siyasi çalışmalar için 81 ile ulaşmak lazım ki, bu da muazzam bir maliyet demek. Aslında bu şirketler verilerini kamusallaştırsalar bu problem çözülür. Türlü modellemelerle en uygun örnekleme biçimi tespit edilebilir. Fakat kendileri de verilerindeki tutarsızlıkları bildiklerinden bunu yapmaya yanaşmıyorlar. Kamudan aldığını kamuya geri vermeyen bir yapıyla karşı karşıyayız, tek yaptıkları tüm datayı bir pasta grafiğe dönüştürmek.



- Türkiye'deki araştırma şirketlerinin en temel sorunları nedir sizce?
Türkiye’de saha araştırmaları birbirinin içine geçmiş birçok sorun içeriyor. En büyük sıkıntılar, sahanın tamamen denetimsiz olması, saha organizasyonu ve anketörlerin en ufak bir eğitimden geçirilmeden sahaya gönderilmesi. Türkiye’de sadece bir şirket kendi anketörlerini kullanıyor, diğer şirketler ise alt yüklenicilerle bu işi çözüyorlar. Örneğin, 5 farklı araştırma şirketinin 5 farklı araştırması küçük bir ilde yürütülüyorsa, o 5 araştırmayı da çok büyük ihtimalle aynı alt yüklenici şirket yürütüyor. Yani araştırmanın kalitesi tamamen o alt yüklenici şirketin kalitesine bağımlı hale geliyor. Ayrıca siz müşteri olarak anket başına 100 lira para öderken, araştırma şirketi anketörüne 3 lira veriyor. Dolayısıyla o anketörün motivasyonu da en hızlı şekilde en fazla katılımcıya ulaşmak oluyor. Ve açık uçlu, bir süre düşünmeyi gerektiren sorularda dahi karşınızda çok hızlı konuşmak zorunda kalan ve konuşma hızıyla sizi de aynı hıza zorlayan anketörler buluyorsunuz. Buradaki sömürü ağını atlamamak lazım. Bu anketörler sigortalı değil, en ufak bir iş güvenliği dahi yok, çok az para alıyorlar. Ve bu araştırma şirketleri sürekli maliyet azaltma peşindeler. Bir de seçim anketi gibi müşterisi olmayan araştırmalarda, zira bazı şirketler kendi kaynaklarını kullanıyor bu araştırmalar için, anketörlerin sömürülme düzeyini tahmin dahi edemeyiz. En yaygın uygulama, gerekçesiz yahut irrasyonel nedenlerle bazı anketlerin iptal edildiğinin söylenmesi ama reelde o anketlerin datada kullanılması. Böylece maliyet daha da minimize ediliyor. Bizim anketörlerle konuşulan detaylı bir araştırmaya ihtiyacımız var.
- Anketörler sonuçları ciddi anlamda etkiliyor diyebilir miyiz?
Size bir örnek vereyim. İstiklal Caddesi’nden geçtiğimde mutlaka anketörün yanından yakınından yürümeye gayret ederim ki benimle anket yapsınlar. Bir defasında anketör hızlı hızlı sorularını sorup hızlı hızlı yanıtlarını aldı. En son da yaşımı 45 olarak gösterip gösteremeyeceğimi sordu. Bana bunu sordu zira şirketin beni daha sonra arayıp bazı bilgilerimi istemesi ve cevapları kontrol etmesi gibi bir durum söz konusu. Bazı şirketler %30 oranında katılımcıları arayıp cevapları teyit ediyor. Anketörün motivasyonu en hızlı şekilde elindeki anketleri bitirmek olduğu için yaş, cinsiyet, il gibi örneklem kotalarında bu tarz manipülasyonları sıklıkla yaptıklarını düşünüyorum. İşin trajikomik tarafı, o gün cevapladığım soruları benim hazırlamış olmamdı. Bir soru hızlı sorulduğunda, katılımcı telaş ettirildiğinde nasıl farklı cevaplar verilebildiğini de deneyimlemiş oldum. Daha sonra o şirketle sözleşmemizi feshettik.
- Dünyada bu sektör ne durumda?
Gelişmiş ülkelerde bu iş daha profesyonelce yürütülüyor. CATI dediğimiz sistem, yani telefonla anket, bu ülkeler için çok daha uygun. Aralıklarla 3 anket yapıp ortalamasını alarak bilgi paylaşırlar. Hem telefon, hem online hem de yüz yüze anket yapıp, geçmiş araştırmaları dayanak alarak ürettikleri modellemelerle en yakın sonucu bulmaya çalışıyorlar. Ve bu araştırmaların verilerine ulaşabiliyorsunuz, bazıları ücretsiz bazılarına belli bir ücret ödüyorsunuz. Fakat Türkiye’de ne kadar ücret önerirseniz önerin, araştırma şirketleri sizinle ham datayı paylaşmaz. Şeffaflık ve hesap verilebilirlik bu mecradaki en önemli kriterler. Başkaları metodolojinize dair sorular sormadan, sizin her limitasyonu önce raporlaştırmanız gerekir. Bizde tam tersi oluyor. Önce pasta grafik paylaşılır, sonra soru gelirse meselenin etrafında dolaşıp jenerik cevaplar verilir. Yöntem karşılaştırması yaparsak, bizde maalesef CATI çalışmıyor, yüz yüze ankette de geçerli; fakat katılımcıya telefon açtığınızda katılımcı daha çok fişlendiğini düşünüyor. Haksız da sayılmazlar. Bir bakanlığa size yaptırdıkları bir araştırmanın sunumunu yaptığınızda ve bazı ilginç örnekler verdiğinizde, sunumdan sonra bir daire başkanı hemen kolunuza girip bu kişilerin isim ve telefonlarını isteyebiliyor. Siz araştırmacı olarak politik angajmanınız ve mesleki etik gereği buna karşı çıkarsınız ama bu karşı çıkışın da bir bedeli oluyor.
-Araştırma şirketlerinin yayınladıkları anket sonuçlarının, seçmen üzerinde olumlu veya olumsuz bir etkisi olduğunu düşünüyor musunuz?
Bu da seçim araştırmaları literatüründe önemli bir tartışma. Bandwagon etkisi (sürü psikolojisi) partilerin kullandıkları stratejik bir yöntem midir, yoksa bu meseleyi doğal bir sonuç olarak mı yorumlamalıyız? Yani herkesin aklındaki soru şu: Anketin seçmenleri etkileme ihtimali gerekçesiyle anket sonuçları manipüle ediliyor mu? Buna gelmeden önce hemen sorunuzu yanıtlamaya çalışayım. Evet, anket sonuçları seçmen kararını etkileme potansiyeline sahip. Güçlünün yanında saf tutma anlaşılabilir bir durum. Anket sonuçları yüzünden sandığa gitmemek de aynı tutumun bir reflektörü ve bu durum da aynı şekilde anlaşılabilir. Seçmenler kendilerini kazanan tarafta göremediklerinde taraf değiştirebiliyorlar, muhtemel iktidar partisiyle barışabilecek bir yön bulma gayretine de girebiliyorlar. Örneğin 1988 Kanada seçimlerinde seçmenlerin yayınlanan anketlerle uyumlu tavır geliştirdikleri üzerine birçok yayın var. Daha yakın bir örnek olarak, 2008’de aynı tartışmalar, ABD seçimleri için de yapıldı. Manipülasyon konusuna gelirsek, evet gayet mümkün. Data paylaşılmamasının bir nedeni de bu, çekindikleri sadece bilimsel olmayan yöntemlerin tespit edilecek olması değil, manipülasyon da türlü modellemelerle ortaya çıkarılabilir.



- Türkiye'deki seçim araştırmalarında katılımcıların sorulara türlü nedenlerle doğru cevaplar vermekten kaçındıklarına dair bir tweet atmıştınız geçtiğimiz aylarda, sizce Türkiye'deki katılımcılar neden böyle bir eğilim gösteriyor, bize biraz daha açar mısınız bu konuyu?
Konuşmanın başlarında bahsettiğim gibi anketin gerçekten yapıldığının teyidi için katılımcıdan iletişim bilgileri alınır, bu bilgiler verilmezse anket iptal edilir, anketöre ücret ödenmez. Bu bilgi de anketin sonunda istenir ki, anketör sorular yönelterek bir nebze güven verebilmiş olsun. Biraz konu dışı olacak ama yine de önemli, anketörler süreçte öyle bir sezgi geliştiriyorlar ki, artık kimin görüşmeyi kabul edeceğinden, kimin iletişim bilgisi vermeyeceğine kadar ilginç bir zihinsel kodlama ediniyorlar. Bunu da sokaktan katılımcı çevirme esasıyla yapılan araştırmaların ne kadar sübjektif yöntemlerle yapıldığını ifade etmek bakımından söylüyorum. Esas konuya gelirsek, sonuç olarak bazı katılımcılar görüşmeyi ya da iletişim bilgisi vermeyi kabul etmiyor. Kabul etmeyenlerin birçok motivasyonu olabilir. Bir tanesi fişlenme korkusu. İktidar partisi hariç bir partiye oy vermeyi düşünmelerinin kendilerine olumsuz bir şekilde ve bireysel düzeyde geri döneceğini düşünebiliyorlar. Ülke uygulamalarına bakıldığında buna basitçe paranoya demek doğru olmaz. Malum hiçbir konuda doğru dürüst kayıt tutmayan devlet, fişleme sevdasıyla Excel’de hayli ustalaşmış, hücre renklendirmeyi, şablon tablo kullanmayı bile öğrenmiş. Biz yine teknik problemler açısından bakalım meseleye. İlk problem, iletişim bilgilerini vermeyen yani cevaplarını veriye katamadığımız kişilerin oranını bilmememiz. Özetle, yüzdelerde gövdeleşmiş sonuçlar sadece iletişim bilgilerini verebilenleri, yani fişlenme korkusu olmayanları temsil ediyor. İkinci problem de fişlenme kaygısıyla paralel şekilde günün politik atmosferine uygun cevap veren bir kitlenin söz konusu olması.
- Son bir sözünü var mı?
Anketlere ne ölçüde güvenebileceğimiz büyük bir soru işareti, bir şeyleri tutarlı şekilde yanlış ölçen ve şansları yaver giden şirketler, aynı yöntemleri kullanmalarına rağmen bu seçimde çok ciddi başarısız oldular. Sektöre böyle bir itibar kaybı gerçekten gerekiyordu belki de. Son sözüm, daha az televizyon programı, daha az gövde gösterisi; daha çok bilimsel yöntem ve daha çok kaynak.

Can Öktemer