Günümüzde
Türkiye adına birçok ‘devşirme’ sporcu yarışıyor. Özellikle de atletizm ve masa
tenisi branşlarında... Geçmişe döndüğümüzde de gözümüze çarpan, gayrimüslim
sporcuların milli takımlardaki varlığı oluyor. Mıgırdiç Mıgıryan, Vahram
Papazyan ve Aleko Mulos Türkiye adına yarışan ilk olimpik sporculardı.
Fenerbahçeli Lefter Küçükandonyadis ve Sarıyerli Garo Hamamcıoğlu yeşil
sahalarda boy gösterdi. Marsel Şalabi ise çok az insan tarafından tanınıyor.
Oysa kendisi, Türkiye Milli Takımı’nın oynadığı ilk resmi voleybol maçında
sahaya çıkan isimlerden biri. Şimdilerde Harbiye’deki bir huzurevinde yaşamını
sürdüren 90 yaşındaki Şalabi ile sohbetimiz voleybol ile başladı, 6-7 Eylül
olaylarına uzandı...
Marsel Şalabi (Fotoğraf: Miran Manukyan) |
- Marsel Şalabi kimdir? Kısaca
anlatabilir misiniz?
Doğum
tarihim 26 Nisan 1924, o da annemin söylediğine göre. Bakırköy’deki nüfus
dairesi ise 1925 yazmış. Anlayacağın; yaşım gelmiş ya 90’a, ya 91’e...
Bakırköy’de doğdum. İlk mektebi orada bitirdim. Sonra Bomonti’deki Saint Michel
Lisesi’ne geçtim, ardından da İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi...
1945’te mezun oldum. Askerliğimi, Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nda Amerikalılara
tercümanlık yaparak geçirdim. Askerdeki üç yılın ardından İstanbul’a döndüm. 1
Mayıs 1950’de Lubitsa Obradovic’le nişanlandım. Hayatımda aldığım en doğru
kararlardan biri, eşimle evlenmekti. 54 yıl evli kaldık, bir kez bile kavga
etmedik. Ben biraz sinirli bir adamımdır, zaten başka kimse 54 yıl beni idare
edemezdi. İki çocuğumuz oldu. Kızım Montreal’de, oğlum ise Hamburg’da yaşıyor.
Oğlumun dört, kızımın bir çocuğu var. Hatta bir torunumun 11 ve 16 yaşlarında
iki çocuğu bulunuyor. Yani ben, torununun çocuğunu görmüş bir insanım...
- Peki, voleybola nasıl başladınız?
Saint
Michel Lisesi’nde okurken başladım. 1930’lu yılların sonuydu. Mecburen
oynuyorduk, zira Saint Michel’de teneffüste elleriniz ceplerinizde
gezemezdiniz; herkes voleybol, basketbol veya herhangi bir spor ile meşgul
olmak durumundaydı. Ben de voleyboldan ilerledim. 1946-1954 yılları arasında
Türkiye voleybol şampiyonu olan iki takımın parçasıydım; Galatasaray ve
Beyoğluspor. Ayrıca çok da özel bir anım vardır; Türkiye’nin oynadığı ilk resmi
milli voleybol maçında forma giydim. 1953 yılıydı, Yugoslavya’yla oynadık, çok
fena mağlup olduk. Takımda gayrimüslim dört sporcu vardı; Horyafkin Kardeşler
ile Şalabi Kardeşler, yani ben ve abim. Horyafkinlerin büyük olanı Aleksandr,
aynı zamanda Türkiye yüksek atlama şampiyonuydu. Kardeşi Valek de Türkiye’den
Avrupa’ya giden ilk hakemdi. O maçta Sinan Erdem de forma giymişti, yakın
arkadaşımdı. Toplamda sekiz yıl amatör olarak voleybol oynadım. Bizim
zamanımızda profesyonellik yoktu, paradan bahsetseniz dayak yerdiniz. Bir lira
dahi almadık. Para yoktu ama renk, kulüp, spor aşkı vardı. Her şey bundan
ibaretti.
- Voleybolla amatör olarak ilgilendiğinizi
söylediniz. Hayatınızı nasıl kazanıyordunuz?
Nişanlandıktan
sonra kayınpederimin yanında çalışmaya başlamıştım. Deri ve bağırsak işlemesi
yapan büyük bir şirketin bağırsak bölümünün başındaydı, ben de yanında
çalışıyordum. Şimdiki Rahmi Koç Müzesi’nin olduğu yerde büyük bir mezbaha
vardı, orada bağırsakları işleyip Almanya’ya ihraç ediyorduk. 90’ların sonuna
kadar çalışmayı sürdürdüm ama bahsettiğim iş 1953’e kadar devam etti. Şirket
kapandı, ben de Beyazıt yakınlarında elektronik eşya dükkânı açtım. Çok iyi
çalışıyorduk, işler çok güzeldi. Fakat birkaç yıl sonra, 6 Eylül 1955’te her
şey sona erdi. 6 Eylül sabahına kadar kendi çapımda küçük bir Vehbi Koç’tum,
aynı günün akşamı koca bir ‘sıfır’ oldum. Gece 11 gibi çağırdılar, dükkânıma
gittim. Kumkapı’ya çıkan yokuşun sonunda, hemen köşe başındaydı... Çok iyi
hatırlıyorum; her dükkândaki her şey parçalanmıştı. Zaten gece 12’de
sıkıyönetim ilan edildi, asker falan geldi. Çok kişi işini gücünü bırakıp gitti
sonra; Rum, Ermeni, Yahudi, Fransız... Dikkat ederseniz 7 Eylül demiyorum; her
şey 6 Eylül’de yaşandı, gece sıkıyönetim ilan edildi, ertesi gün ise hiçbir şey
olmadı. 7 Eylül’de tüm İstanbul’u dolaştım; kabristanlara bile gittim,
olayların ardında bıraktığı kalıntıları gördüm... Hatırlatmayın o günleri,
hatırlatmayın...
- Peki ya sonra?
Sonra
bunalıma girdim. Kafamı dağıtmak için Almanya’ya, hanımımın amcasının yanına
gittim. Kayınpederim de bana bu konuda destek verdi, kısa bir süreliğine
buradan uzaklaşmamı istedi. 15-20 gün orada kalıp Lübnan’a geçtim ki, orada
hâlen akrabalarımız vardır. Annem ve babam İstanbullu ama dedelerimin hepsi
Lübnan’dan gelmişler buraya. Neyse, bir süre sonra Türkiye’ye döndüm. Bankalar
Caddesi 95 numarada bir dükkânım vardı, iki mühendis işletiyordu. Daha sonra
ben de dükkânla ilgilenmeye başladım. 1965’e kadar her şey yolunda gitti.
Derken Kıbrıs hâdisesi patlak verdi ve devlet, gayrimüslim işletmelerle ticaret
yapmayı kesti. Bunun üzerine Marsel Şalabi olan ismimi Melih Çelebi olarak
değiştirmek zorunda kaldım ve 50 yıldır bu ismi kullanıyorum. Kendi ülkemde
ticaret yapabilmek için ismimden vazgeçtim yani, çok kötü. Bunun için ne
söylesem az ama doğrudur, çok faydasını gördüm. Öyle olmasa 90’ların sonuna
kadar çalışamazdım.
* Bu yazı, Socrates dergisinin Ekim sayısında yayımlanmıştır.
Vartan Estukyan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder