6 Aralık 2015 Pazar

Tanıklık ve Hafıza, Dirayet ve Direniş, Yas ve Feryâd Zabel Yesayan

Toprak ve dil'in hakikatini, tüm araçlarınızla güdümünüze almaya çalışsanız da vakti erdiğinde o hakikat uç verir. Bu, tarihin gösterdiğidir. Acı bir köke ulaşmaya çalışan felaketzedelerin torunları ile faillerin özür dilemenin yollarını arayan torunları zorbalıkla kurduğunuz “sessizleştirme” kulelerini yıkmaya başlar. Er ya da geç bu olur, olacaktır.
Hele hele edebiyatın ve kadın mücadelesinin hakikatleri ise “diasporalaştır”ılan, o tarih illâ ki yeniden yazılır. Hakikat, inatçı ve dirayetlidir. Bu, bazılarının unuttuğudur.
Bir süredir, yıkım ve yeniden yazımın kavşağındayız.  İşimiz çok, uzun, meşakkatli. Bu yazı, o kavşakta bir yüzleşme ve özür girişimi, denemesi olabilir çok çok.
***
Zabel Yesayan (Hovanessyan) 93 Harbi günlerinde 4 Şubat 1878'de Üsküdar'da Silahtar'ın Bahçeleri Mahallesi'nde fırtınalı bir gecede dünyaya geldiği vakit, “Rus ordusu Aya Stefanos'a ulaşmış. (...) doğum sancılan başladığında tellallar bağırıyormuş; top atışları olacak. Paniğe kapılmayın.” Ebeyi şehrin öbür ucundan getiren Dikran dayı, doğan bebeği görünce “Siz buna bebek mi diyorsunuz?” demiş “Hap kadar bir şey! Bir de oralara kadar eziyet çektim...”

Fırtına, kar, top atışı ortasında doğan “hap kadar” Zabel'in hayatının hareketi, yolları, neş'esi ve acısı eksik olmamış. Yazar, kadın, öğretmen olarak direniş ve isyanla örülü hayatı yas ve ölüm halesiyle çevrilmiş. Fakat o ne yasını tutabilmiş ne ölülerini gömebilmiş. Yas ve ölüm kıskacında yol'da bir hayat olmuş onunkisi.
1890'larda ortalık siyasi açıdan karışıkken 1895'te Paris'e gitmiş. Edebiyat ve felsefe okumuş Sorbonne'da. 1900'de, Paris'te ressam Dikran Yesayan'la evlenmiş. İki çocuk doğurmuş, Sofi ve Hrand. 1902'de İstanbul'a dönmüş. Ermenice gazetelerde yazmış, ses getiren eserler yayımlamış. 1905'te yeniden Paris'e gitmiş, 1908'e İkinci Meşrutiyet'in ilânına kadar orada kalmış. 1909'da bu sefer bir heyette görevli olarak Kilikya (Adana) katliamının sonuçlarını görmek üzere yola çıkmış. Bu, ağrıya, acıya tanıklık yolculuğuymuş aslında. Gözlemlerini “Averagnerun Meç” (Yıkıntılar Arasında,1911) adlı kitabında dile getirmiş. 1914'te savaş başlamış. 24 Nisan 1915'te tutuklanacaklar listesindeki tek kadınmış. Bulgaristan'a kaçmış. Hiç kolay olmamış. Kafkasya, Beyrut, Mısır'da Ermeni göçmeni ve yetimleriyle ilgili çalışmış. Yardım faaliyetlerini örgütlemek için uğraş vermiş. Sovyet Ermenistan'ını ziyaret ettikten sonra 1933'te buraya yerleşmiş. Üniversitede dersler vermiş. Stalin kovuşturmaları sırasında tutuklanmış 1937'de. Bakü'de cezaevinde yatmış. 1943'te Sibirya'da ölmüş. Son yılları ve ölümü bir muamma.
***
İsyan ve Direnişinin Kökenleri
Zabel'in yazar, öğretmen, kadın olarak direnişinin ve isyanın; özgürlük, eşitlik, adalet duygularının köklerinin filizlerini ele veren beş an/sahne, “Silahtar'ın Bahçeleri”nden.
Ani kenti ağlama!
Çok sert bir havada, elinde yükleriyle yokuşu zar zor çıkmaya çalışan bir tenekeci, mahallenin çocukları tarafında saldırıya uğrar. Çocuklar, “çığlıklar at”ıp “vahşi bir neşe”yle kaçarken, tenekeci harap olmuş eşyalarının ortasında dizlerini çökmüş, oturmuş ağıtlar yakmaktadır. Buna tanıklık eden Zabel, çığlık atarak ağlamaya başlar. Bu adam, onun gözünde Yukaper teyzesinin ona okuduğu ninnide ağlayan Ani kentidir. “Ani kenti ağlar/Kimse demez ona/Ağlama/Ağlama!”
Büyükannesi aldırmamasını, o adamın bir Musevi olduğunu, İsa'ya işkence ettikleri için bunları çektiklerini söylediğinde Zabel bunu reddeder. 10 yaşındadır. Babasına Musevilerin kötü bir halk olduğunun doğru olup olmadığını sorar. Babası, “Kötü bir halk yoktur çocuğum. Yalnızca kötü insanlar ve iyi insanlar vardır.” dediğinde Zabel'in sorusu elbette hazırdır: “O zaman Türkler?” “Onlar için de öyledir” der babası.
Bu, Zabel'in hakiki acıyla, kötü'yle, kötülükle ve karşıtlarıyla tanıştığı sahnedir. Etnisite ve inanç üzerinden edilen zulümlerin, yapılan zorbalıkların, katliamların sonraki yıllarda da tanığı olacaktır. Bunları kayda geçirip acı dolu bir hafızayı kuracak ve her tür ayrımcılığın, haksızlığın, zulmün karşısında dimdik duracaktır. Babasının hiçbir ayrım gözetmeksizin haksızlıklara ve cehalete karşı gelişi, cehalet yanlısı papazları eleştirmesi, hayatını üzerine kurduğu iki kavramın daha çocukken yerleşmesini sağlamıştır:  “Adalet ve eşitlik”.
Dikran dayının tavanarası
Rulo yapılmış büyükçe bir kağıt. Yeniçerilerin önünde diz çökmüş Bulgarlar. Halklarına yaşatılan zorbalığa karşı gelen Bulgarların katledilmesini emretmiştir sultan. Dikran, sultanların zorba olduğunu söylediğinde sorar Zabel “Peki Abdülaziz?” Çünkü o, “iyi şeyler duymuş”tur onun hakkında, “ani ve trajik ölümü”nden dolayı hâlâ “yas tutanlar” vardır. “Abdülaziz öbürlerinden de daha kötü bir zorbaydı” dediğinde dayısının onlara karşı olduğunu, cezalandırılmalarını istediğini fark eder, “Sultan Aziz'i öldürenlerin iyi adam” olup olmadıklarını sorar. Bunları o yaştaki bir çocuğa neden anlattığını düşünse de Dikran dayı, tutuklanıp boynu vurulan Çerkez'le bitirir bu konuşmayı.
Zabel'in hafızasına Musevi tenekeciden sonra kazınan ikinci resim bu Çerkez'dir ve o, “bir oğlan olmayı, bir Çerkez, bir haydut, dağlarda bir özgürlük savaşçısı olmayı; zorbalığa ve adalete karşı savaşabilmeyi, hatta bu uğurda ölmeyi” ister. Keşke, der, keşke! Muktedir ve zulmüyle bu ilk tanışma çocukken öğrendiği, hayatının merkezine yerleştirdiği bir varoluş biçimidir: “İsyan ve direniş”.
Melani'nin kirazları
Teneffüstür. Okulun bahçesindedir Zabel. Zengin olan Melani kiraz yer. Karşısında imrenerek Melani'ye bakan yoksul bir kız oturur. Bu manzara korkunç gelir Zabel'e. Öfkeyle koşar, kirazları alır, duvarın öte tarafına atar. Başka türlü bir adaletsizlik ve eşitsizlikle karşı karşıyadır burada.
Kendi çocukluğunun bir kısmı epeyce bolluk içerisinde geçmiştir. Tekstil işleri oldukça iyi giderken 14 odalı bir eve taşınırlar, ev konuklarla dolar taşar, Alemdağ'a her ay mutlaka gezmeye gidilir. Ama babası kazancı herkesle bölüşmekten yanadır. Böyle bir hayat kurmuştur evde. İşler kötüye gittiğinde, annesi iyileşmez bir hastalığa yakalanıp da elde var olan her şey onu iyileştirmek için kullanıldığında yoksullaşma Zabel için bir yoksunluğa, zorluğa, acıya dönüşmemiştir.
Melani'nin kirazları izini süreceği iki meseleyi göstermiştir ona: Sınıf farkı ve mücadele”.
  
Faize'yle köy gezileri
Sokaklarda, köylerde... kimsenin pek sevmediği Maltepe'de, Rum köylerinde gezmek insandan insana hayalden hayale koşmaktır Zabel için. Arkadaşı Faize'yle ücra köylerden birindedirler. Bir adam yanlarına yaklaşır. Saati sorar. Türkçe sormuştur. Faize, yaklaşmamasını, durmasını “emreder”. Koşarak kaçarlar. Adamın tecavüz etmek istediğini söyler Faize. Türk müydü, diye sorar Zabel. “Elbette”, Türk'tür. Çünkü bir “kâfir asla asla bir Türk hanımın yanına sokulmaya cüret edemez.”
Korkmuşlardır, ama kimseye söylemezler “taciz”i. Söylerlerse özgürlüklerinin, hayallerinin, geleceklerinin kısıtlanacağını düşünürler ki bu hele Zabel için asla kabul edilebilir değildir. Babası, cehalete ve kadının toplumda yok sayılmasına karşı duran, eğitimle kadınların kurtulacağını düşünen biridir. Bunu sık sık konuşurlar. Zabel'se bir süre sonra kadının özgürleşmesi için eğitimin tek başına yeterli olmadığını düşünecek; sorunu bir sistem sorunu olarak tanımlayacak, bu sistemi topyekûn yıkmak, değiştirmek gerektiğini söyleyecektir.
Bu taciz sahnesi, eğitimi bir başına yetersiz bulmasını doğrular. Çözüm, eril dilin ve tahakkümün ortadan kaldırılması, böyle kurulmuş sistemin yıkılmasıdır. Bunun gerekliliğini daha çocukken deneyimlemiştir: “Patriarka ve yıkım”.
Madam Düsap'ın uçurumları
Arşakuhi ve Zabel, akıllarında bin bir soruyla dönemin kadın mücadelesi ve edebiyat alanında güçlü yazarı Sırpuhi Düsap'ın kapısını çalarlar. Ona akıl danışacak, yazar olma kariyerlerinden söz edeceklerdir. Zile basacakları vakit arkadaşı vazgeçeyazsa da Zabel ısrarcıdır, zile basılır. Dilleri tutulmuş gibidir. Düsap, sorular sorar, yüreklendirir onları; ama bu yolda defne yapraklarından çok uçurumlar olduğunu söyler ve ekler “Bizim toplumumuz bir kadının isim yapmasına izin verme konusunda henüz hazır değil. Bu engeli aşabilmek için ortalamanın çok üstüne çıkmak gerekir. Bir erkek ortalama bir yazar olabilir, ama bir kadın olamaz.”
Korkmazlar. Kararlıdırlar. İki önemli hakikati görmüşlerdir: “Engeller ve İnat”.
Yüreğinin ve Dilinin Kökenleri
Yukarıdaki an'ların/sahnelerin yanı sıra onun çoklu, esnek, güçlü ve sert dilinin, bakışının kökenleri de oldukça zengin, çeşitli, dallı budaklıdır. Mahallenin renkleri evlerinin karşısındaki Rum meyhanesinden yükselen balık kokuları, sokakta dans eden, ayı oynatan çingeneler, falcıların sesleri, hokkabazlar, dervişler, sihirbazlar; Rumların kutsal günleri, Şiilerin “Ya Hüseyin Ya Hüseyin” feryadları... Büyükbaba Şirinoğlu Hagop'un anlatıla anlatıla bitmeyen hikâyeleri, meşhur halk ozanlığı, gizemli yaşamı... Yeranik teyzenin bin bir çeşit koku barındıran çekmecesi, çocukluğundan beri biriktirdiklerini sakladığı bavulu...  Yukaper teyzenin yas dolu, içini “çaresizlik”, “melankoli”, “karanlık duygular”la dolduran Ani şehri ninnisi... Babasının demlediği çayların huzuru, gazeteleri, kitapları, sohbetleri... Annesinin iyileşmez hastalığı, “melankoli”nin annesini gözleri önünde yiyip bitiririşi... Hastalıktan uzak kalması için gönderildiği Santuk hanımın bezbebekleriyle ilişkisi...
Oynayan, hoplayan, şenlikli; okumayı erken yaşta öğrenip bitkin düşene kadar okuyan Zabel'in eserlerindeki dil ve biçim arayışları, temaların çeşitliliği, anlam düzlemlerinin katman katman kuruluşu; ideolojik, politik bakış ve duruşunun, tercihlerinin merkezde yer almayıp, ama mutlaka bir katman, bir arka plan, çerçeve olarak kurguya dahil oluşu, kurgunun anlam zenginliği; birey ve topluma dair olanların birinin diğerini dışlamadan/kuşatmadan bir arada yer alması gibi pek çok özelliğinin kökleri çocukluğundan yetişkinliğine bu geniş ve derin, hareketli hayattadır biraz da.
Tanıklık ve Edebiyat
Yesayan “Yıkıntılar Arasında” kitabında 1909 Adana katliamını anlatır. Korkunç bir tanıklıktır. Ölülerin gömülemeyişinin, ölümün yarattığı boşluğun kapanamayışının, açtığı yaranın iyileştirilemeyişinin tanıklığıdır. Acı öylesine derin, barbarlık öylesine tarifsizdir ki tek çare kaydetmektir.

Bu kitap, bir kurmaca değil; felaketzedelerin ve felaketin resmidir. Çoğu kadın ve yaşlı, hayatta kalabilmiş kişilerle konuşmalara yer verir. Her bir satırı gözleyen/izleyen/tanıklık edenin ağrısını, çözümsüz çaresiz hissedişini, acıdan boğum boğum oluşunu taşır. Asıl derdi, olanı biteni bu haliyle görünür kılmak, hafızaya işlemektir. Marc Nichanian'ın “Felaket ve Edebiyat”ta belirttiği gibi, “Hiçbir hayal gücünün alamayacağı kadar...” diyen Yesayan, “hayal etmeye çalışıyor; aynanın öteki yanına, kurbanların tarafına geçmeye, onlarla bire bir özdeşleşmeye çabalıyor.”
Tek başına bu tanıklık belki imhayı değil, ama sonraki kuşaklara dayatılacak inkâr riyakârlığını engelleyebilirdi. Ne var ki ülke ulus-devletleşirken yapılan katliamlar, ülkenin tarihi yazılırken dilsiz bırakılmıştır. Bu “sessizleştirme” katledilenlerin dil, kimlik, kültür, tarih... mirasına el koyma ve yok etmeyle mümkün olmuştur. Muktedirlerce kurgulanan tarih/edebiyat tarihi yüzündendir ki “ulus-devlet” kahramanlıklar, fedakârlıklarla örülü anlatılarıyla riyakârlığını nesilden nesile sürdürmüştür. “Yıkıntılar Arasında” can ağrısı çekerek dolaşan Zabel Yesayan'la ve tanıklıklarıyla buluşmamızı 100 yıl geciktirmiştir.
Oysa Yesayan'ın tanıklıkları bir yandan da Meliha Nuri Hanım'lar içindi, imha ve inkâr politikalarının kurucu özneleri ve onların torunları içindi.
Merkezinde Meliha Nuri'nin ruhunun derinliklerindeki iç sıkıntılarının, buhranlarının, dertlerinin, tereddütlerinin yer aldığı, Çanakkale Savaşı'nda Gelibolu'da bir hastanedeki kısa bir süreyi anlatan 1925'te yazılıp 1928'de kitap olarak basılmış “Meliha Nuri Hanım” romanı aşk ana izleğini çevreleyen savaş, etnisite temelli ayrımcılık, kültürel ve ekonomik sınıf farklılıkları izleklerini ele alır. Bu izleklerin her biri bir kişi, kişiler arası ilişkiler tarafından temsil edilir.
Romanda savaş, düşmanlık, kahramanlık, zafer kutsanmadığı gibi nefret ve öfkesine yenik düşen, aşk ve kadınlık meselelerinde gelgitleri olan, “Ermeni düşmanı” Meliha'yı yargılamaz, kınamaz yazar.  Derdi, onun sıkışmışlığını göstermek; aklımıza ve vicdanımıza şu soruyu çengellemektir: Nasıl olur da bunca acıya, zulme kör sağır dilsiz kalınır? Hemşire Meliha Nuri Hanım'ın ırkçı nefret ve öfkesinden arınıp ortak vatan'da eşit yurttaş olarak hak ve özgürlükler çerçevesinde beraber yaşamanın yolu yordamı üzerinde düşünmesi nasıl mümkün olur?

Bitirirken...
Zabel Yesayan'ın dilinde mağduriyet ve mahkumiyet söz konusu değildir. Yaşamı ve yazdıkları bu açıdan örtüşür. O ezilen, katledilen bir halkın mağdur ve mahkum kişisi değildir. Gören, görünür kılmaya çalışan, her tür yok sayma, ezme, ötekileştirme politikası karşısında muktedire meydan okuyan, yazarak, yaşayarak, öğreterek direnen ve feryad eden bir kadın olarak edebiyat ve kadın hareketi tarihinde güçlü bir damardır.
Ruben Zaryan 1933'te Erivan'da üniversitedeki Balzac, Zola, Flaubert dersleriyle hatırlar Zebayan'ı ve şöyle bir sahne aktarır: Sınıfa giren Yesayan öğrencilere oturmalarını söyler ve ekler “Bu talebimin yerleşik kurallara aykırı olduğunun farkındayım, ama sizi ayakta görmek beni rahatsız ediyor. Askeri talime öyle benziyor ki. Bu yüzden bana saygınızı farklı bir biçimde ifade etmenizi rica edeceğim. Örneğin, dakik olmakla. Hepiniz pek yakında hayata atılacak yetiş­ kin, olgun öğrencilersiniz; bundan dolayı disiplin konusundaki derslerin gereksiz olduğunu umut ediyorum.”
Öğrencilerine bir diğer öğüdü de “Gençsiniz; bunlar hayatınızın en güzel yılları; size bu özgürlüğü tanımamın bir başka nedeni de, aşık olabilirsiniz, günün erken saatlerinde bir randevu ayarlamış olabilirsiniz, belki kız arkadaşınız sizi tam da bu saatte görmek istiyordur. Tanrı aşkına, derse boş verip sevgilinizi görmeye gidin. Kim verirse versin, hiçbir ders onun duygularını incitmeye değmez.” olan Zabel Yesayan, öğretmenliği, yazarlığı, kadınlığı; inadı, isyanı ve feryadıyla geç kalmış da olsak 100 yıl sonra yüzleşmeler için bizi bekliyor. Daha da geç olmadan...
Melike Koçak
* Bu yazı, ilk olarak IAN.Edebiyat’ın Kasım 2015 sayısında yayımlanmıştır.
Kaynaklar:
Kevork B. Bardakjian, Modern Ermeni Edebiyatı, Çeviren: Fatma Üna-Maral Aktokmakyan, Aras Yayıncılık, 2013.
Lerna Ekmekçioğlu-Melissa Bilal (der.), Bir Adalet Feryadı, Osmanlı'dan Türkiye'ye Beş Ermeni Feminist Yazar, Aras Yayıncılık, 2006.
Marc Nichannian, Edebiyat ve Felaket, Çeviren: Ayşegül Sönmezay, İletişim Yayınları, 2011.
Sarkis Srents, Ermeni Edebiyatı Numuneleri, Aras Yayıncılık, 2012.
Mehmet Fatih Uslu, ‘Üsküdar'a Dönen Kadın’, Roman Kahramanları, Sayı 19, 2014.
Mehmet Fatih Uslu, ‘Silahtar'ı Hatırlamak’, Kitap-lık, Sayı 111, Ağustos 2007.
Zabel Yesayan, Silahtar'ın Bahçeleri, Belge Yayınları, 2006.
Zabel Yesayan, Yıkıntılar Arasında, Türkçesi: Kayuş Çalıkman Gavrilof, Aras Yayıncılık, 2014.
Zabel Yesayan, Meliha Nuri Hanım, Türkçesi: Mehmet Fatih Uslu, Aras Yayıncılık, 2015.

Hiç yorum yok: