Toprak ve
dil'in hakikatini, tüm araçlarınızla güdümünüze almaya çalışsanız da vakti
erdiğinde o hakikat uç verir. Bu, tarihin gösterdiğidir. Acı bir köke ulaşmaya
çalışan felaketzedelerin torunları ile faillerin özür dilemenin yollarını
arayan torunları zorbalıkla kurduğunuz “sessizleştirme” kulelerini yıkmaya
başlar. Er ya da geç bu olur, olacaktır.
Hele hele
edebiyatın ve kadın mücadelesinin hakikatleri ise “diasporalaştır”ılan, o tarih
illâ ki yeniden yazılır. Hakikat, inatçı ve dirayetlidir. Bu, bazılarının unuttuğudur.
Bir süredir, yıkım
ve yeniden yazımın kavşağındayız. İşimiz
çok, uzun, meşakkatli. Bu yazı, o kavşakta bir yüzleşme ve özür girişimi,
denemesi olabilir çok çok.
***
Zabel Yesayan
(Hovanessyan) 93 Harbi günlerinde 4 Şubat 1878'de Üsküdar'da Silahtar'ın
Bahçeleri Mahallesi'nde fırtınalı bir gecede dünyaya geldiği vakit, “Rus ordusu Aya Stefanos'a ulaşmış. (...)
doğum sancılan başladığında tellallar bağırıyormuş; top atışları olacak. Paniğe
kapılmayın.” Ebeyi şehrin öbür ucundan getiren Dikran dayı, doğan bebeği görünce “Siz buna bebek mi diyorsunuz?” demiş
“Hap kadar bir şey! Bir de oralara kadar
eziyet çektim...”
Fırtına, kar,
top atışı ortasında doğan “hap kadar” Zabel'in hayatının hareketi, yolları,
neş'esi ve acısı eksik olmamış. Yazar, kadın, öğretmen olarak direniş ve
isyanla örülü hayatı yas ve ölüm halesiyle çevrilmiş. Fakat o ne yasını
tutabilmiş ne ölülerini gömebilmiş. Yas ve ölüm kıskacında yol'da bir hayat olmuş
onunkisi.
1890'larda
ortalık siyasi açıdan karışıkken 1895'te Paris'e gitmiş. Edebiyat ve felsefe
okumuş Sorbonne'da. 1900'de, Paris'te ressam Dikran Yesayan'la evlenmiş. İki
çocuk doğurmuş, Sofi ve Hrand. 1902'de İstanbul'a dönmüş. Ermenice gazetelerde
yazmış, ses getiren eserler yayımlamış. 1905'te yeniden Paris'e gitmiş, 1908'e
İkinci Meşrutiyet'in ilânına kadar orada kalmış. 1909'da bu sefer bir heyette
görevli olarak Kilikya (Adana) katliamının sonuçlarını görmek üzere yola çıkmış.
Bu, ağrıya, acıya tanıklık yolculuğuymuş aslında. Gözlemlerini “Averagnerun Meç”
(Yıkıntılar Arasında,1911) adlı kitabında dile getirmiş. 1914'te savaş başlamış.
24 Nisan 1915'te tutuklanacaklar listesindeki tek kadınmış. Bulgaristan'a
kaçmış. Hiç kolay olmamış. Kafkasya, Beyrut, Mısır'da Ermeni göçmeni ve
yetimleriyle ilgili çalışmış. Yardım faaliyetlerini örgütlemek için uğraş
vermiş. Sovyet Ermenistan'ını ziyaret ettikten sonra 1933'te buraya yerleşmiş.
Üniversitede dersler vermiş. Stalin kovuşturmaları sırasında tutuklanmış 1937'de.
Bakü'de cezaevinde yatmış. 1943'te Sibirya'da ölmüş. Son yılları ve ölümü bir
muamma.
***
İsyan ve Direnişinin Kökenleri
Zabel'in yazar,
öğretmen, kadın olarak direnişinin ve isyanın; özgürlük, eşitlik, adalet
duygularının köklerinin filizlerini ele veren beş an/sahne, “Silahtar'ın
Bahçeleri”nden.
Ani kenti
ağlama!
Çok sert bir havada,
elinde yükleriyle yokuşu zar zor çıkmaya çalışan bir tenekeci, mahallenin
çocukları tarafında saldırıya uğrar. Çocuklar, “çığlıklar at”ıp “vahşi bir
neşe”yle kaçarken, tenekeci harap olmuş eşyalarının ortasında dizlerini
çökmüş, oturmuş ağıtlar yakmaktadır. Buna tanıklık eden Zabel, çığlık atarak
ağlamaya başlar. Bu adam, onun gözünde Yukaper teyzesinin ona okuduğu ninnide
ağlayan Ani kentidir. “Ani kenti ağlar/Kimse
demez ona/Ağlama/Ağlama!”
Büyükannesi
aldırmamasını, o adamın bir Musevi olduğunu, İsa'ya işkence ettikleri için
bunları çektiklerini söylediğinde Zabel bunu reddeder. 10 yaşındadır. Babasına Musevilerin kötü bir halk olduğunun doğru
olup olmadığını sorar. Babası, “Kötü bir
halk yoktur çocuğum. Yalnızca kötü insanlar ve iyi insanlar vardır.”
dediğinde Zabel'in sorusu elbette hazırdır: “O
zaman Türkler?” “Onlar için de
öyledir” der babası.
Bu, Zabel'in
hakiki acıyla, kötü'yle, kötülükle ve karşıtlarıyla tanıştığı sahnedir. Etnisite
ve inanç üzerinden edilen zulümlerin, yapılan zorbalıkların, katliamların
sonraki yıllarda da tanığı olacaktır. Bunları kayda geçirip acı dolu bir
hafızayı kuracak ve her tür ayrımcılığın, haksızlığın, zulmün karşısında dimdik
duracaktır. Babasının hiçbir ayrım gözetmeksizin haksızlıklara ve cehalete
karşı gelişi, cehalet yanlısı papazları eleştirmesi, hayatını üzerine kurduğu
iki kavramın daha çocukken yerleşmesini sağlamıştır: “Adalet ve eşitlik”.
Dikran dayının tavanarası
Rulo yapılmış
büyükçe bir kağıt. Yeniçerilerin önünde diz çökmüş Bulgarlar. Halklarına
yaşatılan zorbalığa karşı gelen Bulgarların katledilmesini emretmiştir sultan. Dikran,
sultanların zorba olduğunu söylediğinde sorar Zabel “Peki Abdülaziz?” Çünkü o, “iyi
şeyler duymuş”tur onun hakkında, “ani
ve trajik ölümü”nden dolayı hâlâ “yas
tutanlar” vardır. “Abdülaziz öbürlerinden
de daha kötü bir zorbaydı” dediğinde dayısının onlara karşı olduğunu,
cezalandırılmalarını istediğini fark eder, “Sultan
Aziz'i öldürenlerin iyi adam” olup olmadıklarını sorar. Bunları o yaştaki
bir çocuğa neden anlattığını düşünse de Dikran dayı, tutuklanıp boynu vurulan
Çerkez'le bitirir bu konuşmayı.
Zabel'in
hafızasına Musevi tenekeciden sonra kazınan ikinci resim bu Çerkez'dir ve o, “bir oğlan olmayı, bir Çerkez, bir haydut,
dağlarda bir özgürlük savaşçısı olmayı; zorbalığa ve adalete karşı
savaşabilmeyi, hatta bu uğurda ölmeyi” ister. Keşke, der, keşke! Muktedir ve zulmüyle bu ilk tanışma çocukken
öğrendiği, hayatının merkezine yerleştirdiği bir varoluş biçimidir: “İsyan ve
direniş”.
Melani'nin kirazları
Teneffüstür.
Okulun bahçesindedir Zabel. Zengin olan Melani kiraz yer. Karşısında imrenerek
Melani'ye bakan yoksul bir kız oturur. Bu manzara korkunç gelir Zabel'e. Öfkeyle
koşar, kirazları alır, duvarın öte tarafına atar. Başka türlü bir adaletsizlik
ve eşitsizlikle karşı karşıyadır burada.
Kendi
çocukluğunun bir kısmı epeyce bolluk içerisinde geçmiştir. Tekstil işleri
oldukça iyi giderken 14 odalı bir eve taşınırlar, ev konuklarla dolar taşar,
Alemdağ'a her ay mutlaka gezmeye gidilir. Ama babası kazancı herkesle
bölüşmekten yanadır. Böyle bir hayat kurmuştur evde. İşler kötüye gittiğinde,
annesi iyileşmez bir hastalığa yakalanıp da elde var olan her şey onu
iyileştirmek için kullanıldığında yoksullaşma Zabel için bir yoksunluğa,
zorluğa, acıya dönüşmemiştir.
Melani'nin
kirazları izini süreceği iki meseleyi göstermiştir ona: “Sınıf farkı ve mücadele”.
Faize'yle köy gezileri
Sokaklarda,
köylerde... kimsenin pek sevmediği Maltepe'de, Rum köylerinde gezmek insandan
insana hayalden hayale koşmaktır Zabel için. Arkadaşı Faize'yle ücra köylerden
birindedirler. Bir adam yanlarına yaklaşır. Saati sorar. Türkçe sormuştur.
Faize, yaklaşmamasını, durmasını “emreder”.
Koşarak kaçarlar. Adamın tecavüz etmek istediğini söyler Faize. Türk müydü, diye sorar Zabel. “Elbette”, Türk'tür. Çünkü bir “kâfir asla asla bir Türk hanımın yanına
sokulmaya cüret edemez.”
Korkmuşlardır,
ama kimseye söylemezler “taciz”i. Söylerlerse özgürlüklerinin, hayallerinin,
geleceklerinin kısıtlanacağını düşünürler ki bu hele Zabel için asla kabul
edilebilir değildir. Babası, cehalete ve kadının toplumda yok sayılmasına karşı
duran, eğitimle kadınların kurtulacağını düşünen biridir. Bunu sık sık
konuşurlar. Zabel'se bir süre sonra kadının özgürleşmesi için eğitimin tek
başına yeterli olmadığını düşünecek; sorunu bir sistem sorunu olarak
tanımlayacak, bu sistemi topyekûn yıkmak, değiştirmek gerektiğini
söyleyecektir.
Bu taciz
sahnesi, eğitimi bir başına yetersiz bulmasını doğrular. Çözüm, eril dilin ve
tahakkümün ortadan kaldırılması, böyle kurulmuş sistemin yıkılmasıdır. Bunun
gerekliliğini daha çocukken deneyimlemiştir: “Patriarka ve yıkım”.
Madam Düsap'ın uçurumları
Arşakuhi ve
Zabel, akıllarında bin bir soruyla dönemin kadın mücadelesi ve edebiyat alanında
güçlü yazarı Sırpuhi Düsap'ın kapısını çalarlar. Ona akıl danışacak, yazar olma
kariyerlerinden söz edeceklerdir. Zile basacakları vakit arkadaşı vazgeçeyazsa
da Zabel ısrarcıdır, zile basılır. Dilleri tutulmuş gibidir. Düsap, sorular
sorar, yüreklendirir onları; ama bu yolda defne
yapraklarından çok uçurumlar olduğunu söyler ve ekler “Bizim toplumumuz bir kadının isim yapmasına izin verme konusunda henüz
hazır değil. Bu engeli aşabilmek için ortalamanın çok üstüne çıkmak gerekir.
Bir erkek ortalama bir yazar olabilir, ama bir kadın olamaz.”
Korkmazlar. Kararlıdırlar. İki önemli hakikati görmüşlerdir: “Engeller ve
İnat”.
Yüreğinin ve Dilinin Kökenleri
Yukarıdaki an'ların/sahnelerin
yanı sıra onun çoklu, esnek, güçlü ve sert dilinin, bakışının kökenleri de oldukça
zengin, çeşitli, dallı budaklıdır. Mahallenin renkleri evlerinin karşısındaki
Rum meyhanesinden yükselen balık kokuları, sokakta dans eden, ayı oynatan
çingeneler, falcıların sesleri, hokkabazlar, dervişler, sihirbazlar; Rumların
kutsal günleri, Şiilerin “Ya Hüseyin Ya Hüseyin” feryadları... Büyükbaba
Şirinoğlu Hagop'un anlatıla anlatıla bitmeyen hikâyeleri, meşhur halk ozanlığı,
gizemli yaşamı... Yeranik teyzenin bin bir çeşit koku barındıran çekmecesi, çocukluğundan
beri biriktirdiklerini sakladığı bavulu... Yukaper teyzenin yas dolu, içini “çaresizlik”,
“melankoli”, “karanlık duygular”la dolduran Ani şehri ninnisi... Babasının demlediği
çayların huzuru, gazeteleri, kitapları, sohbetleri... Annesinin iyileşmez
hastalığı, “melankoli”nin annesini gözleri önünde yiyip bitiririşi... Hastalıktan
uzak kalması için gönderildiği Santuk hanımın bezbebekleriyle ilişkisi...
Oynayan,
hoplayan, şenlikli; okumayı erken yaşta öğrenip bitkin düşene kadar okuyan Zabel'in
eserlerindeki dil ve biçim arayışları, temaların çeşitliliği, anlam
düzlemlerinin katman katman kuruluşu; ideolojik, politik bakış ve duruşunun,
tercihlerinin merkezde yer almayıp, ama mutlaka bir katman, bir arka plan,
çerçeve olarak kurguya dahil oluşu, kurgunun anlam zenginliği; birey ve topluma
dair olanların birinin diğerini dışlamadan/kuşatmadan bir arada yer alması gibi
pek çok özelliğinin kökleri çocukluğundan yetişkinliğine bu geniş ve derin,
hareketli hayattadır biraz da.
Tanıklık ve Edebiyat
Yesayan “Yıkıntılar
Arasında” kitabında 1909 Adana katliamını anlatır. Korkunç bir tanıklıktır. Ölülerin
gömülemeyişinin, ölümün yarattığı boşluğun kapanamayışının, açtığı yaranın iyileştirilemeyişinin
tanıklığıdır. Acı öylesine derin, barbarlık öylesine tarifsizdir ki tek çare kaydetmektir.
Bu kitap, bir
kurmaca değil; felaketzedelerin ve felaketin resmidir. Çoğu kadın ve yaşlı,
hayatta kalabilmiş kişilerle konuşmalara yer verir. Her bir satırı
gözleyen/izleyen/tanıklık edenin ağrısını, çözümsüz çaresiz hissedişini, acıdan
boğum boğum oluşunu taşır. Asıl derdi, olanı biteni bu haliyle görünür kılmak,
hafızaya işlemektir. Marc Nichanian'ın “Felaket ve Edebiyat”ta belirttiği gibi,
“Hiçbir hayal gücünün alamayacağı
kadar...” diyen Yesayan, “hayal
etmeye çalışıyor; aynanın öteki yanına, kurbanların tarafına geçmeye, onlarla
bire bir özdeşleşmeye çabalıyor.”
Tek başına bu
tanıklık belki imhayı değil, ama sonraki kuşaklara dayatılacak inkâr
riyakârlığını engelleyebilirdi. Ne var ki ülke ulus-devletleşirken yapılan katliamlar,
ülkenin tarihi yazılırken dilsiz bırakılmıştır. Bu “sessizleştirme”
katledilenlerin dil, kimlik, kültür, tarih... mirasına el koyma ve yok etmeyle
mümkün olmuştur. Muktedirlerce kurgulanan tarih/edebiyat tarihi yüzündendir ki “ulus-devlet”
kahramanlıklar, fedakârlıklarla örülü anlatılarıyla riyakârlığını nesilden
nesile sürdürmüştür. “Yıkıntılar Arasında” can ağrısı çekerek dolaşan Zabel
Yesayan'la ve tanıklıklarıyla buluşmamızı 100 yıl geciktirmiştir.
Oysa
Yesayan'ın tanıklıkları bir yandan da Meliha Nuri Hanım'lar içindi, imha ve
inkâr politikalarının kurucu özneleri ve onların torunları içindi.
Merkezinde
Meliha Nuri'nin ruhunun derinliklerindeki iç sıkıntılarının, buhranlarının,
dertlerinin, tereddütlerinin yer aldığı, Çanakkale Savaşı'nda Gelibolu'da bir
hastanedeki kısa bir süreyi anlatan 1925'te yazılıp 1928'de kitap olarak
basılmış “Meliha Nuri Hanım” romanı aşk ana izleğini çevreleyen savaş, etnisite
temelli ayrımcılık, kültürel ve ekonomik sınıf farklılıkları izleklerini ele
alır. Bu izleklerin her biri bir kişi, kişiler arası ilişkiler tarafından temsil
edilir.
Romanda
savaş, düşmanlık, kahramanlık, zafer kutsanmadığı gibi nefret ve öfkesine yenik
düşen, aşk ve kadınlık meselelerinde gelgitleri olan, “Ermeni düşmanı”
Meliha'yı yargılamaz, kınamaz yazar.
Derdi, onun sıkışmışlığını göstermek; aklımıza ve vicdanımıza şu soruyu
çengellemektir: Nasıl olur da bunca acıya, zulme kör sağır dilsiz kalınır? Hemşire
Meliha Nuri Hanım'ın ırkçı nefret ve öfkesinden arınıp ortak vatan'da eşit
yurttaş olarak hak ve özgürlükler çerçevesinde beraber yaşamanın yolu yordamı
üzerinde düşünmesi nasıl mümkün olur?
Bitirirken...
Zabel
Yesayan'ın dilinde mağduriyet ve mahkumiyet söz konusu değildir. Yaşamı ve
yazdıkları bu açıdan örtüşür. O ezilen, katledilen bir halkın mağdur ve mahkum
kişisi değildir. Gören, görünür kılmaya çalışan, her tür yok sayma, ezme,
ötekileştirme politikası karşısında muktedire meydan okuyan, yazarak,
yaşayarak, öğreterek direnen ve feryad eden bir kadın olarak edebiyat ve kadın
hareketi tarihinde güçlü bir damardır.
Ruben Zaryan 1933'te
Erivan'da üniversitedeki Balzac, Zola, Flaubert dersleriyle hatırlar Zebayan'ı
ve şöyle bir sahne aktarır: Sınıfa giren Yesayan öğrencilere oturmalarını
söyler ve ekler “Bu talebimin yerleşik
kurallara aykırı olduğunun farkındayım, ama sizi ayakta görmek beni rahatsız
ediyor. Askeri talime öyle benziyor ki. Bu yüzden bana saygınızı farklı bir
biçimde ifade etmenizi rica edeceğim. Örneğin, dakik olmakla. Hepiniz pek
yakında hayata atılacak yetiş kin, olgun öğrencilersiniz; bundan dolayı
disiplin konusundaki derslerin gereksiz olduğunu umut ediyorum.”
Öğrencilerine
bir diğer öğüdü de “Gençsiniz; bunlar
hayatınızın en güzel yılları; size bu özgürlüğü tanımamın bir başka nedeni de,
aşık olabilirsiniz, günün erken saatlerinde bir randevu ayarlamış
olabilirsiniz, belki kız arkadaşınız sizi tam da bu saatte görmek istiyordur.
Tanrı aşkına, derse boş verip sevgilinizi görmeye gidin. Kim verirse versin,
hiçbir ders onun duygularını incitmeye değmez.” olan Zabel Yesayan,
öğretmenliği, yazarlığı, kadınlığı; inadı, isyanı ve feryadıyla geç kalmış da
olsak 100 yıl sonra yüzleşmeler için bizi bekliyor. Daha da geç olmadan...
Melike Koçak
* Bu yazı, ilk olarak IAN.Edebiyat’ın Kasım 2015 sayısında
yayımlanmıştır.
Kaynaklar:
Kevork B.
Bardakjian, Modern Ermeni Edebiyatı, Çeviren:
Fatma Üna-Maral Aktokmakyan, Aras Yayıncılık, 2013.
Lerna
Ekmekçioğlu-Melissa Bilal (der.), Bir
Adalet Feryadı, Osmanlı'dan Türkiye'ye Beş Ermeni Feminist Yazar, Aras
Yayıncılık, 2006.
Marc
Nichannian, Edebiyat ve Felaket, Çeviren:
Ayşegül Sönmezay, İletişim Yayınları, 2011.
Sarkis
Srents, Ermeni Edebiyatı Numuneleri, Aras
Yayıncılık, 2012.
Mehmet Fatih
Uslu, ‘Üsküdar'a Dönen Kadın’, Roman
Kahramanları, Sayı 19, 2014.
Mehmet Fatih
Uslu, ‘Silahtar'ı Hatırlamak’, Kitap-lık,
Sayı 111, Ağustos 2007.
Zabel
Yesayan, Silahtar'ın Bahçeleri, Belge
Yayınları, 2006.
Zabel
Yesayan, Yıkıntılar Arasında, Türkçesi:
Kayuş Çalıkman Gavrilof, Aras Yayıncılık, 2014.
Zabel
Yesayan, Meliha Nuri Hanım, Türkçesi:
Mehmet Fatih Uslu, Aras Yayıncılık, 2015.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder