Barış
Bildirisi ve ardından gelen akıl almaz tepkiler, işten çıkarmalar ve
soruşturmaların ardından, Türkiye akademyasının ahvali daha çok tartışılır bir
konu haline geldi. Levent Ünsaldı, geçtiğimiz günlerde Duvar dergisine yazdığı ‘Hocayım Ben!’ yazısıyla tartışmaya yeni bir boyut kattı. Ankara Üniversitesi Dil, Tarih
ve Coğrafya Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde hoca olan Ünsaldı, yazısında Türkiye'de
akademinin nasıl memuriyete, araştırma yerine sadece tedrisi aktaran bir aygıta
dönüştüğünden bahsetti. Aynı zamanda Heretik Yayıncılık’ın sahibi olan Ünsaldı’yla
bu yazısı üzerinden akademinin ahvalini, akademisyenleri ve Heretik’i konuştuk.
Levent Ünsaldı |
- Akademisyenlik haricinde bir de
sahibi olduğunuz Heretik Yayınları var. Öncelikle Heretik'in hikâyesiyle
başlayalım dilerseniz. Ne zaman ve hangi saiklerle kuruldu?
Heretik,
2013 yılında kuruldu. İlk üç kitabını Gezi zamanında çıkardı. Heretik, meslek
ve alan savunusu üzerinden gitmek isteyen bir yayınevi. Bunun için de çeviriye
yöneldi. Çevirinin esprisi de şu: Bize burada anlatılan sosyal bilimcilerin
orijinal metinlerini zamanında okuyamadık. Bunları kaçırmak olmaz. İşin ABC’si
sonuçta. Bu işi en iyi öğrenme biçimi de bu aslında. Sosyal bilim adına en iyi çalışmaları
yapmış isimleri, orijinal kitaplarından okuyalım, bakalım, ne derece buraya
oturuyor, oturmuyor görelim dedik. Yani işleyen bir sosyoloji hangi kavramları
nasıl kullanmış? Nasıl saha çalışması yapmış? Bu sorular üzerinden klasik-orijinal
metinlere giderek, maharetli sosyologların metinlerini okuyarak, inceleyerek de
bu mesleği öğrenebiliriz dedik. Zira bu işin bu memlekete iyi yapıldığını pek
söyleyemeyiz sanırım. Mesela derste hoca, bir tasnif kitabından yönteme giriş
anlatıyor, o metinlerde bir sürü isim geçiyor, fakat siz bu isimlerin orijinal
metinlerinin hiçbirini okumamışsınız, hoca bu metinleri kendine göre tasniflemiş.
Her tasnif problemlidir aslında. Yani Foucault'yu buraya koyarsın, Zizek'i
şuraya koyarsın ama Zizek de çıkar der ki: "Ben hiçbiri değilim." Dolayısıyla
tasnif kitapları biraz zehirleyicidir. Bu Amerikalıların textbook [ders kitabı] mantığına benziyor biraz. Heretik
kurulduğunda Pierre Bourdieu’nun çevirileri yoktu, herkes Bourdieu diyordu ama
ortada adamın eserleri yoktu. Niye zamanında bunlar çevrilmemişti,
sunulmamıştı? Sebebi de şu: Kutsal kitap gibi, yabancı dil bilenler bunları
okumuş. Daha sonra bunlar, okudukları adamların/kadınların kötü bir imitasyonuna
dönüşmüşler. Türk fikri geleneğinin hikâyesi aslında bu. Çünkü bu eserler böyle
kutsal metin gibi, onları sirkülasyona falan sokmamalı. Herkesin o metne erişimi
olursa kutsallığı gider veya benim sıktığım ortaya çıkar ya da benim aslında
çakma bilmem ne olduğum görünür diye bu metinler çevrilmemiş, sunulmamış
vaktinde. Böyle o kadar çok kitap var ki memlekette...
- Bazı önemli kitaplar, örneğin Howard Becker'ın
kitapları çevrilmeyi neden bu kadar uzun süre bekledi?
Birinci
neden bilgisizlik, ikincisi ise yine tasnif kitapları. Bir üçüncüsü de Becker'ın
pratiği Türkiye'de sosyal bilim geleneğine uyan bir sosyoloji pratiği
değil. Biz daha çok böyle mesihçi, daha
böyle Sartrevari kamusal entelektüel adamları seviyoruz. Çünkü bizim münevver
geleneğimiz biraz mesihçi olmuştur tarih boyunca. Bizdeki hoca gelecek böyle,
yalnız ve karizmatik birisi olarak, ilahi bir şeyler söyleyecek, sen onun
bunları nereden öğrendiğini de bilmeyeceksin falan, kamusal tartışmalara dahil
olacak ve dünyayı kurtaracak. Becker böyle bir adam değil ki. Becker ‘İşimi
yapıyorum, biz böyle öğrendik’ diyen birisi. Diğer taraftan da, Becker’ı da
tasnif kitapları yanlış kodlamış. Becker, mikro sosyoloji yapıyor, olmaz denmiş.
İyi de Becker'ın yaptığı mikro sosyoloji değil ki. Goffman için de böyle
deniyor. Halbuki Goffman kadar yapısalcı, Durkheim'ci adam Amerikan sosyolojisinde enderdir.
Dolayısıyla yanlış kodlama, yanlış tasnif, yanlış textbooklar ve dolayısıyla cahillik.
- Heretik bu durumu bozmak için var
diyebilir miyiz?
Biz
bu ortama ezber bozucu bir yerden girdik. Madem öbür türlüsünü beceremiyoruz,
tasnif kitaplarından anlat anlat olmuyor, şu maharetli işlere bakalım dedik. Bu
mesleği bir de böyle öğrenmeye çalışalım dedik. Ustaların eserlerine gidelim,
bakalım onlar nasıl yapmışlar bu işleri dedik. O yüzden, işini iyi ve ciddi
yapmak ile meslek ve alan vurguları hep önemliydi bizim için. Bu sebeple
yayınevi çok kapsayıcı oldu. Yani alanda her kesimle hep irtibatı iyi oldu.
Çünkü meslek tanımı üzerinden, bir kapsayıcılık üzerinden gidiyordu. Özetle
Heretik'in hikayesi, iyi işler yapmak ve farklı bir sosyal bilim pratiğinin
peşinde koşmak.
- Heretik son olarak farklı bir
alandan, Graeme Turner'ın Kültürel Çalışmalar kitabını yayımladı. İleride bizi
hangi kitaplar bekliyor?
Özellikle
etnografik çalışmalara ağırlık vermek istiyorum. İleride psikanalize yönelmek
de hedeflerimiz arasında. İktisat ve siyaset bilimi gibi farklı alanlara da
açılmak istiyoruz. Bir yayınevi sadece bunlarla sınırlı kalamaz elbette. İleride
edebiyata ve telifli eserlere de girmek gerekir. İyi yazılmış tezler
basılabilir mesela. Ama çok ciddi mesai isteyen de bir iş bu. Bunların hiçbiri
çok kolay değil, pat diye olmuyor. Ekip işi bunlar. Bizim küçük bir ekibimiz
var ve Türkiye'de kolektif iş yapmak gerçekten çok zor.
- Buradan hocalık mesleğine geçelim
dilerseniz. Siz nasıl tanımlarsanız bu mesleği?
Bu
ülkede asıl mesele, mesleksiz bir toplum olmamız. Biz de sadece konumlar var,
meslekler yok. Akademisyen var mı sorusunun cevabı aslında basit; sıvacı, sucu,
polis, doktor yok ki akademisyen olsun. Etrafınızdan hangi meslek grubundaki
insanlar işini iyi yapıyor ki?
- Ya da kim kendi mesleğini yapıyor?
Evet,
akademisyen de kendi mesleğini yapmıyor belki. Ekstraya gider gibi, ikinci bir
işe gider gibi, bir ikinci uğraş gibi akademisyenlik. Yani Türkiye’de akademi,
akademi dışı her şeydir. Mesela önce memur veya siyasetçi, sonra 'akademisyen'
olunur. Dolayısıyla burada mesleğin kendi aidiyetleri, kimlik tanımı, kuralları
ve ahlak ve etik kaideleri çok sorunludur. Zaten Türkiye’deki tüm meslek
grupları için bu böyle. Bundan ötürü, yapılan iş tam da bize uyan bir şekilde,
ortaya karışık bir şey aslında. Ben o lafı çok seviyorum: Akademisyenlik "ya
memuriyetin ya da güncel siyasetin başka yollarla devamı", başka bir şey
değil. Bir akademisyenin gündelik hayatına bakmak gerekiyor aslında. Bu insan
ne yapıyor mesela? Bir günü nasıl geçiyor? Orada bir farklılık var mı? Buna ampirik
olarak da bakabilirsin. Havadan bir şey konuşmuyorum. Şimdi sıradan bir akademisyen
sabah geliyor, 11.45 gibi yemekhaneye iniyor. Sonra gidiyor çayını içiyor.
Sonra 13.30 gibi yeniden mesaisine başlıyor, arada birkaç tane maile cevap
veriyor, yanına uğrayan öğrencilerle konuşuyor. Sonra yan komşusuna gidiyor,
orada da çay, kahve içiyor. Hani annenize komşu gelir ya onun gibi yani. Arada
bir telefon açıyor, Facebook'a giriyor, ondan sonra gazetesini okuyor. Bir çay
daha söylüyor, ondan sonra evine gidiyor. Sıradan bir akademisyenin gündelik
hayatı bu işte, ne bekliyorsun ki? Aslında tam anlamıyla bir memur. Deli gibi
ders veriyor, çünkü para da kazanması gerekiyor. Birinci öğretim, ikinci
öğretim, taşrada devasa sayıda öğrenci. Dolayısıyla gayet sıradan bir hayatı
var aslında. Etnografinin nesnesi olabilir bu durum. Gideceksin, Maliye Bakanlığı’nın
bir dairesindeki bir koridoru bir hafta boyunca gözlemleyeceksin. Bir şey
yapmana da gerek yok, otur böyle, sadece not al. Kim saat kaçta girdi, kaçta çıktı?
Sadece bu. Ya da bizim okulda bir bölüme geleceksin, orada bir hafta boyunca koridordaki
hikâyeyi tasvir edeceksin. Sonra bu gözlemleri karşılaştıracaksın. Göreceksin,
sonuç üç aşağı beş yukarı aynı çıkacaktır.
- Türkiye’ye özel bir durum mu bu?
Türkiye'de
akademi dediğimiz, aslında bir üst lise. Zaten inanılmaz bir bölüm çılgınlığı
var, sadece dört yıl boyunca biz bu gariplerin tedrisi ölümlerini uzatıyoruz.
İşte hemen ölmüyorlar da, sivrisinek gibi dört yıl sonra ölüyorlar. Devlet bize
maaş veriyor, biz de artistlik yapıyoruz, hocayım falan diye. Zaten Türk
akademisi etikete bayılır. O kartvizitlerde yazar, bilmem ne üniversitesi,
bilmem ne ana bilim dalında öğretim üyesi, doçent doktor bilmem kim. Meslek
değil, konum bunlar, makam koltuğu yani. Meslek başka bir şey.
- Nedir meslek dediğiniz?
Akademisyenlik
dediğimiz aslında araştırmacılık. Entelektüel bir faaliyet. Söylediğin şeylerin
altını ampirik olarak doldurmak aslında. Bizim köşe yazarından, edebiyatçıdan, sosyal
felsefeciden farkımız da belirli kaidelere uyma zorunluluğumuz. Şu şöyledir diyorsan,
baktım ve altını şöyle doldurdum demelisin. Yöntemler, teoriler bunun için var.
Dolayısıyla, aslında sürekli bir araştırma faaliyetidir akademisyenlik. Bu
araştırmayı da tek başına yapamazsın. Öyle ya da böyle metnini birisinin
mutlaka okuması gerekir. Kısacası, bu sabah 9-akşam 5 mesaisinin rutinliğine
uyan bir faaliyet değil. Yani gözlemin, araştırmanın ve düşünmenin saati yok ki.
Bu derdin, tutkunun gündelik hayata da yansıması lazım.
- Ders vermek bu işin neresinde?
Ders
vermek bir angaryadır aslında. Seni böler, zamanını alır. Yani mesela ben hiç
zevk almıyorum bugün ders verirken. Bir de derse gelen öğrenci profili de
değişti memlekette. Şimdi derse gelen çocuk bambaşka bir niyetle, saikle,
dertlerle geliyor. Niçin orada olduğunu
bile bilmiyor ki. Psikolojiyle girmek istemiş olmamış, sosyolojiye girmiş.
Çünkü gittiği dershanede onu öyle yönlendirmişler. Sen bir şey anlatıyorsun,
mesleği, sosyal bilimi, kuşkuyu, şüpheyi. Araştırmayı, sorgulamayı, bilimi
kutsuyorsun. Yaptığın işi seviyorsun, mesleğini icra etmeye çalışıyorsun. O da
dinliyor, dinliyor… Yani bir mesaj yolluyorsun ama o çocuğun o mesajı alacak decoderi yok. Şifreli geliyor ona yayın.
Kıramıyor hocam şifreyi! Dolayısıyla öğrenciyle ortak dert noktasında, orada
olma saikleri bakımından ayrı düşüyoruz. Farklı yerlerden gelmişiz. Ben bir şey
söylüyorum, o söylediğim şey, duvara çarpan top gibi geri geliyor bana sürekli.
Bu noktadan itibaren çoğu insan bunu takmıyor maalesef. Olay tedrisi memurluğa
dönüyor, geliyorsun, paranı alıyorsun. Daha çok ders anlatırsan, daha çok para
alıyorsun. Bu bilim değil, meslek değil, bu başka bir şey artık. Son dönemlerde
iyice tadı kaçtı artık.
- Ünal Nalbantoğlu 'Ersatz Yuppie
Akademisyen' başlıklı makalesinde piyasa diliyle konuşan, pragmatik hoca
tipolojisini eleştiriyordu. Siz ne düşünüyorsunuz bu tipoloji hakkında?
Şimdi
bu oportünizm hep olmuştur, olacaktır da. Hakemli dergide makale yayınlayayım
da puan kapayım, sonra kadro alayım vb… OK, bunlar hep “kahrolsun
neoliberalizm”, OK. Vakıf üniversitelerinin ortaya çıkması, neo-liberal mantık
ve güvencesiz iş koşulları, akademisyenlik tanımına fena vurdu, buna da OK. Fakat
şunu da sormak lazım, daha önceki iyi miydi? Sorun o bence. Hadi bu koşulların
böyle olmadığını varsayalım. Tamam, vakıf üniversiteleri de olmasın, ne değişecek?
Türkiye’de tarihsel olarak akademi, bürokrasi içinde belirli bir şeyi
aktarmakla yükümlü alt alan olarak tanımlanmış bir yer. Bu dünyanın her tarafında
da böyle aslında. Ama bizde ekseriyetle sadece bu. Sorun burada. Tedrisatın
kendisi aslında çok muhafazakâr bir şeydir. Tedrisat, bilgi aktarmaktır, ama bu
bilgi ölü bilgidir.
- Diğer ülkeler neyi daha iyi
yapıyorlar?
Bu
işi beceren diğer ülkelerde, araştırma boyutu sağlam biçimde eklenmiş. Hoca
aynı zamanda araştırma yapan da birisi. Dolayısıyla araştırma ve tedrisatı
ayırmışlar. Yüksek lisans ve doktora eğitimi ecnebilerde bizimkisi gibi yürümüyor.
Daha çok araştırma merkezleri ve enstitüler çevresinde dönüyor. Neden? Öğretim
görevlisinin tedrisatla bağını olabildiğince koparmaya çalışıyorlar, çünkü o
bir yük. Bizde öyle değil, burada belirleyici olan tedrisat, merkezi olan
tedrisat, araştırma değil. Türkiye'de üniversitelerin asıl fonksiyonu halen tedrisat.
Üniversitelerin görev tanımlarında eğitim ve araştırma faaliyetleri olarak
geçer ama araştırma kısmı biraz palavradır. Bir şeyi aktarmakla yükümlüsün.
Türkiye'nin modernleşme hikâyesi de bu aslında. Neyi aktaracağın da belirlenmiş,
oh, mis, tedrisi memuriyet işte.
- İdeoloji aktarımından mı
bahsediyoruz?
İdeoloji
aktarımı her zaman olmuştur, bu yadsınamaz. Ama şu anda bizim aktardığımız,
ideoloji bile değil. Mesela sosyoloji bölümünde okutulan bazı kitaplar var.
Bunlar müfredatta. O bölümdeki hocalar o kitapları okutuyor. Şimdi bunları kim
sokmuş müfredata? Neden o kitaplar on yıl boyunca okutuluyor? Bilmiyoruz! Aslında
sosyal bilim, ezber bozucu olmak zorundadır; “fıtratında var” yani, diyor ya
birisi. Kutsalları sorgulayacak, eleştirel düşünceyi yayacak, vb. Fakat sorun
şu ki bizim hoca gündelik hayatında çok sıradan, düz biri. Bu halde gidiyor
Foucault okutuyor mesela. Neden? Öğrenci okuyor bu kitabı ama aynı şekilde onun
da gündelik hayatına yansımıyor bu durum. Öğrenci için Foucault, sadece sınavda
yazdığı ve geçtiği biri. Dönüyorum başa, peki hoca neden Foucault okutuyor?
Çünkü kendisinden önceki hoca da Foucault okuttuğu için! Tuhaf değil mi? Tuhaf
bir aktarma hali oluşuyor. Bu noktadan sonra, piyasa mantığı, hakemli dergiler
veya işte abuk sabuk makaleler olmuş olmamış ne yazar ki, bunlarla doğrudan
alakalı değil bizim sorunumuz.
- Sorunun daha yapısal olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Bizde
aktarmakla yükümlü bir tedrisi memur var. Adamın/kadının tek işi bu! Kendisine
akademisyen diyor ama tek işi bu. Bu figürün ulemadan gelen tarihsel bir
sürekliliği de var. Akademide, etrafında böyle hararetli bir şekilde meseleyi
tartışabileceğin ve bir konu üzerinde konuşabileceğin birileri de fazla yoktur
mesela. Sanmayın ki üniversitelerde bir meslektaşınızla ya da diğer öğretim
üyeleriyle yan yana geldiğinizde derin entelektüel muhabbetler ediyorsunuz,
aksine, pür haset, gıybet, dedikodu…
- Bu anlamda Türkiye'de çok sıklıkla
dile getirilen bir kavram neo-liberalizm....
Şu
ezberi de bozmak lazım artık, Türkiye'de neo-liberalizm bile yok hocam, çünkü
Türkiye'de devlet hala öyle baskın bir durumda ki. Şu ufacık yayınevini
kurarken bile 17 tane devlet biriminden imza aldık. Devlet inanılmaz bir
şekilde her şeyi hala kontrol ediyor bu ülkede. İpek Grubu’nu istediği anda mahvetti
işte. Başka örnek, Amazon’dan kitap sipariş ediyorsun, beşinci kitaptan
itibaren vergi ödüyorsun. Böyle neo-liberalizm mi olur? Ürün ve malların bile
serbest dolaşımı söz konusu değil hâlâ. Elbette neo-liberal pratikler de söz
konusu, var, ama bizdeki Türkiye versiyonu.
- Gelelim ‘Barış için Akademisyenler’
bildirisine. Nasıl değerlendiriyorsunuz son gelişmeleri?
Çok
acayip trajediler yaşanıyor. Soruşturmanın güvenliği açısından insanlara
görevlerinden el çektirtiyorlar. Gelen soruşturma metninde şu yazıyor: "Bu
metni imzaladınız mı, neden?" Cevap da şu: "Evet, imzaladım çünkü
anayasanın bana vermiş olduğu özgürlük hakkımı kullandım." Dolayısıyla
soruşturmanın güvenliği açısından görevinden uzaklaştırmak gibi bir şeyin ne
gibi bir anlamı olabilir ki? Ortada suç unsuru mu var? Ne yapacak, delileri mi karartacak?
Metnin basılı olduğu kağıdı mı yırtacak? Bilgisayardan mı silecek? Ne yapacak
yani? Sırf bu imzayı atanların burnu sürtülsün diye bunu yapıyorlar. Bildiğin
zorbalık. İnsanlar mağdur oluyor, kimsenin umurunda değil. Korkunç olaylar
yaşanıyor. Yine meslek konusuna geri geliyoruz. Bu memlekette meslek olsa,
meslek etiği olur. Sucu, sucuya bunu yapmaz; polis, polise bunu yapmaz. Her
şeyden önce, ‘Bu insanlar benim meslektaşım’ der. İşte memleketin akademisyenin
hikâyesi, diğer yerlerden bağımsız değil. Sonuç olarak bizim mesleki
aidiyetlerimiz ve kimliklerimiz yok. Aygıt işte burası [akademi]. Önce başka
bir şeysin, önce memursun, önce siyasetçisin. Ekstraya gider gibi, yan iş gibi
akademisyenlik yapıyorsun, bildiğin yan iş bu.
-
İktidar tarafından üretilen bir ayrımcı
dil de var, birçok akademisyen bildiriye imza atan insanlar için bu dili aynı
şekilde kullandılar. Peki bundan sonra nasıl beraber iş yapılacak, ortak bir
noktada buluşulacak?
İşte
onlar da iktidarın bu diskurunu yeniden üretiyor. Yukarıdan gelen emirle bizim
bazı meslektaşlarımız da tetikçiye dönüştü. Üstelik beraber oturduğumuz
lafladığımız, konferanslarda, şurada burada karşılaştığımız insanlar bunlar. Herkesle
konuşan, diyalog kuran, iki lafından biri “perspektifi açın” diye insanlardan
biriydim ben. Bundan sonra nasıl bir araya gelinecek bilmiyorum. Nasıl yüz yüze
bakacağız gerçekten bilmiyorum.
- Buradan Barış Ünlü davasına gelelim
isterseniz. Bundan sonra Türkiye'de akademisyenler makale veya sınav sorusu
hazırlarken, kafalarında otosansür olmadan özgürce davranabilecekler mi sizce?
Çok
zor bence artık. Zaten Barış da savunmasında belirtti: "Bir yıl içerisinde
çok kötü şeyler yaşadım. Ben korkusuz değilim. Ve korkanların dahi fikirlerini
özgürce söyleyebilmesine imkan tanıyacak özerk bir bilim alanı için
buradayım" dedi. Devamında bir yıl boyunca tehdit aldığını, korktuğunu ve
hatta senin dediğin tarzda otosansür bile uygulamaya başladığını söyledi. Barış
bile bunu dediyse çok kötü bir durum. Mülkiye'de olması onun için bir şans
sonuçta. Çünkü Mülkiye onun arkasında duruyor ama herkesin Mülkiyesi yok
maalesef. Mülkiye'de korksan da bir şeyleri ifade edebiliyorsun. Herkes
korkuyor esasında. Tam da bunun için, düşüncelerimizi cesurca
söyleyebileceğimiz bir kurumsal özerklik şart. O yüzden dik durmalıyız burada.
Dik duramazsan yarın öbür gün derste edeceğin lafı, yazacağın kelimeyi düşünür
hale gelirsin.
- Sanırım burada hocasını şikayet eden
öğrenci tipinden de bahsetmek gerekir...
Olabilir
tabii, yarın öğrenci yeri gelecek, kaydedecek şu veya bu sebeple ve şikâyette
bulunacak. Memlekette tabu bol, Ermeni meselesi, Kürt meselesi, sosyalist
fikriyat, vb... Kelimeleri cımbızla seçeceksin. İşte bu noktadan sonra bu işin
önünü alamayız. Tam da bu yüzden çok sıkı durmalıyız. Burası bizim mahallemiz,
evimiz. Şartlar ne kadar kötü olursa olsun, elimizde kalan tek yer burası. Memuriyetine,
tedrisatına, aygıt haline gelmesine rağmen, en azından bizim gibi insanlar için,
yaşadığımız dünya orası. En azından birkaç tane okul var hâlâ. En azından
elimizde bunlar var. Bu kalanları da, alanı da savunmazsak eğer, yarın çok geç
olacak. Hakikaten inanılmaz bir yere gidecek. Şu an zaten taşra tamamıyla
sinmiş durumda, 3-5 tane okul dik durmazsa bitti hikaye.
- Bu özgürlük alanı da kaybedilirse,
artık akademide dogmalarla mı konuşur hale geliriz?
Tabii
ki, bu alanlar da kaybedilirse, artık hiçbir şey yazamayacağız ve düşünemez
hale geleceğiz. Sosyal bilimin en basit faydası şu: “Seni daha az odun yapar”! En
azından, sosyal bilimle az biraz uğraşıyorsan, saçma sapan işler yapmazsın. Çünkü
sosyal bilim sana şunu öğretir, tarihsellik diye bir şey vardır. Kadın dediğin
şey, bundan 1000 yıl önce böyle değildi, erkek dediğin şey de. Tarihsellik
dediğin şey, kutsalları sorgulatıcı bir şeydir. Faydası budur. Öğrenci bunu
öğrenirse daha az odun olur ve başka birinin kafasına “sen şusun busun” diye
vurmaya kalkmaz. Bunun bir üst seviyesi, memleketin çeşitli seviyedeki
politikalarına katkıda bulunmaktır. Hadi oraya gelmeyelim, dediğim ilk katkı
bile ziyadesiyle yeterli. Bunun olabilmesi için benim işimi iyi yapmam gerekir;
bunun için de bazı olmazsa olmaz koşulların yerine gelmesi şarttır, yani fikir
özgürlüğü ve bilimsel-kurumsal özerklik. Bunlar olmazsa sen işini iyi
yapamazsın. Otosansür bu demek, işini iyi yapamamak demek. Şunu bir türlü
anlamıyorlar: Bilimin kutsalı, vatanı, milliliği falan olmaz, evrenseldir.
-Akademinin itibarsızlaştırılması sadece
Türkiye’yle sınırlı kalmadı, bu dilden Chomsky, Zizek, Habermas gibi düşünürler
de nasiplerini aldılar. Siz nasıl yorumlarsanız bu durumu? Bir anti-entelektüelizm
olarak okunabilir mi?
Anti-entelektüelizm
bizde matah bir şey maalesef. Bunu sadece akademiyle de sınırlamamak lazım, bu
tür durumlarla genel olarak hep karşılaşıyoruz. Geçen burada yaşayan bir
yabancı arkadaşımla konuşuyordum, o da benzer bir şeyi fark etmiş. Türkiye'de
dış itibar göstergeleri hep inanılmaz güçlü. Mesela bir kuruma gidiyorum,
devasa bina, arabalar, protokoller, açılış törenleri; fakat içeriye giriyorsun,
bir şey soruyorsun, hiç kimse hiçbir şeyi bilmiyor. Bakıyorsun ki, aslında
kurumun içerisinde, kurumun yerine getirmekle yükümlü olduğu görevi yapan tek bir
kişi var aslında. O da çaycı, kapıcı veya mesela evraktan biri. Orada oturan “uzman”
bilmiyor ama evraktaki memur biliyor mesela. Ama kurum devasa, üstüne üstüne
geliyor. Bizde hep böyle olmuştur. Bunun aksi istikamette, inanılmaz biz
böbürlenme diskuru vardır. Biz büyük milletiz, devletiz, teknolojimiz en üst
seviyede, ordumuz da çok güçlü, futbolcularımız da harika. Tuhaf bir durum var
burada. Bu, eziklik aslında. Osmanlı'dan da gelen bir durum. İstiklal Marşı'nda
bile "korkma" diyor. Demek ki korkuyor, bir gazla "korkma"
diyor, sen de onun gibi iyisin, yaparsın diyor, tek dişi kalmış canavar diyor.
Aslında bunun altında yatan sebep, bu milletin kendine güvenmemesi. Kendisi de
biliyor aslında durumun ne olduğunu. Bir taraftan ne kadar güçlü olduğunu
söylüyor ama diğer taraftan öyle olmadığını da gayet iyi biliyor. Norveç’te
biri çıkıp, "Norveçli çalışkandır" gibi bir şey demiyordur herhalde. Çünkü
Norveç'teki adam zaten biliyordur kendisinin ne olduğunu, gündelik hayatında
öyledir çünkü. Her dakika Norveçliye ne olması gerektiğini belirtmeye gerek
yok. Bir şey çok fazla dillendiriliyorsa orada bir eksiklik vardır. Bir kurum
kendisi hakkında ne kadar çok büyük büyük hikayeler anlatıyorsa, bil ki içi o
kadar boştur. Bizdeki hikaye de bu aslında. Mesela Fatih Terim çıkıp diyemez
ki, ‘Biz iyi futbol oynamıyoruz, Avrupa'nın alt seviyesinden bir futbol
ülkesiyiz.’ Tam tersi istikamette bir diskur çalıştırmak zorunda. Aslında Freud’çu
bir taraf var bu hikayede. Hani kendinin ne olduğunu bilirsin ama inkar eder ve
tam tersi düzeyde tanımlarsın ya, öyle bir şey belki.
-Türkiye'de sosyologmuşçasına analizler,
kavramlar üreten birçok köşe yazarı ile karşılaşıyoruz. Siz bu durumu nasıl
yorumlarsınız?
Türkiye'de
sosyoloji bir defa Dingo’nun ahırı. Mevcut sosyal bilimler hiyerarşisi içinde
dış kapının mandalı. Bu hiyerarşide bazı disiplinler daha ön planda, diğerleri ise
çeperde. Sosyoloji çeperde olanlardan. Ama devlet açısından şöyle bir önemi de
var; çok sayıda öğrenci istifleyebiliyorsun!
Ciddi sayıda öğrenci akıyor sosyolojiye, dolayısıyla deli gibi bir
kadroya da ihtiyaç var. Her üniversitede bir sosyoloji bölümü muhakkak var. Ancak
sosyolojinin özerk, kendine has, sınırları saygıyla korunan bir yeri yok. Siyaset
bilimine alan dışından belki bu kadar rahat giremeyebilirsin, akademik kariyer
anlamında konuşuyorum, ama sosyolojiye girebilirsin. Örneğin, son dönemlerde ilahiyat
fakültelerinden yığınla insan girdi sosyoloji alanına.
- Sosyolojinin ahvalini nasıl
tanımlıyorsunuz?
Önüne
gelenin girdiği, belirli bir mutabakatın sağlanamadığı, ortak bir mesleki
kimliğin ve aidiyetin halen tesis edilemediği tamamıyla dağınık bir alan. Sosyolojiye
dair bir diğer sorun, barınak bir bölüm oluşunda. İşte çocuk psikolojiye girememiş,
sosyolojiye gelmiş. Bunu çok sık duyuyoruz. Bir de edebiyat fakültelerini açmak
nispeten daha kolay, kadro da bol. Yani mesleki bir hususiyeti, etiği, kaidesi yok.
Sosyologların kendileri dahi bu noktada farklı yerlere savrulmuşlar. Hele şu
son dönemde yaşananlar sonucunda bu durum iyice trajik bir hal aldı.
- Bu alana müdahaleleri en çok kültür
savaşları meselesinde görüyoruz. Herkes birbirini bir takım kültürel kodlarla
kodluyor, ama tartışmayı yürütenler yine sosyolog değil.
Sen
kendi alanını savunmazsan olacağı bu. Fransa’da sosyoloji nasıl doğdu? Öyle
sosyal düşünceler tarihindeki gibi mekanik, kendiliğinden bir süreç yok ki.
Mücadele verdi birileri bunun için. Durkheim çıktı, bu başka bir şeydir, kurumsallaşma
için çaba verdi, bir dergi kurdu; sosyoloji kürsüsünü kurma çalıştı. Yani alanın
dış duvarlarını örmeye çabaladı. Bu yayınevi biraz da bunun için vardı. Geçmiş
zaman kipinde çekiyorum zira şevkim bayağı kırıldı bugün. Bundan sonra ne
olacağını bilmiyorum. Elimden geleni yapacağım ve inandığım şeyler için
çabalamaya devam edeceğim, ama işte Norveç de değil burası. Polarizasyon etkisiyle
bir anda aygıta dönüşüyor, akademi dediğimiz yer. Her şey tuzla buz oluyor.
-Bu iklimde hocalar da artık yavaş
yavaş yurtdışına çıkacak gibi gözüküyor. Bize kalacak olan kültürel çoraklık
nasıl düzelir sizce?
Düzelmez.
Bir defa bilimsel alanın özerkliği tesis edilmediği sürece hiçbir şey olmaz.
Bilim insanı kendi kendine otosansür uygulamaya başladığı andan itibaren, bilim
yapmanın hiçbir koşulu kalmıyor. Bundan sonra senin üniversiten, profesörün
olsa ne olacak, olmasa ne olacak! Hiçbir anlam ifade etmiyor. Burada
çoraklıktan bile daha beter bir durum olur. Sosyal bilimleri komple de
kapatabiliriz. Japonlar yaptı mesela, neden olmasın? Bunun dışında, bana
yüklenen misyon, sadece çocukların başında dört yıl durmaksa eğer, bununla mükellefsem,
ona da bir şey diyemem. Olur, öyle tesis etsinler. Zaten hâlihazırda büyük
ölçüde öyle değil mi? Böyle bir durumda da her hoca kendi kararını verir; memur
olur veya olmaz, mücadele eder veya etmez, kalır veya gider. Herkes kendine en
uygun olduğunu düşündüğü yerden akar, yaşar…
Can Öktemer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder