Geçtiğimiz
aylarda İletişim Yayınları tarafından yayımlanan MutfakTarih kitabı son zamanların en ilgi çekici kitaplarından. Bu
kitapta, Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Burak Onaran
yemeğin politik ve ideolojik serüvenini mercek altına alıyor. Kitap boyunca
1880'lü yıllarda İstanbul'a gelen seyyahların dönemin İstanbul sofralarında
neler yediklerinden, Soğuk Savaş yıllarında ABD ve Sovyetler arasında yaşanan
yemek kültürü rekabetinden, diplomaside mutfağın önemi gibi ilginç tarihsel
olaylarla karşılaşıyoruz. Onaran'la milli mutfağın nasıl kurgulandığını,
Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanan domuz eti tartışmalarına ve mutfak
kültürünün milliyetçilikle ilişkisini konuştuk.
Burak Onaran (Fotoğraf: Berge Arabian/Agos arşivi) |
- Klasik bir soru ile başlayalım dilerseniz. Bize MutfakTarih kitabınızın oluşum
sürecinden bahsedebilir misiniz?
Kitap
“kendiliğinden” oluştu diyebilirim sanıyorum. Yemeğe ve mutfağa meraklı birisi
sayılırım.Bu merak,boğazına düşkünlükle, amatör ev aşçılığıyla ve okurlukla
sınırlıydı aslında. 2011 yılında arkadaşım Tülin Ural yazmakta olduğu Metro-Gastro dergisine tavsiye etti
beni. Bu dergide “disiplinlerarası” dosyasında, akademik usule uygun ama genel
okuru hedefleyen yazılar yayımlanıyor. Burada yazmaya başladığımda, başlangıçta
nereye gittiğimi pek kestiremiyordum doğrusu. Fakat 5-6 sayı sonra, yani herhalde
yaklaşık1-2 sene sonra, yazıların geniş de olsa sınırları tarif edilebilir bir
arazide dolanmakta olduğunu, hepsinin bir biçimde siyaset ve mutfak arasındaki
ilişkiye dair olduğunuiyice fark ettim. Nihayet yazılar biriktiler ve kitap yapabileceğimi
düşündüm. Kendiliğinden oluştu derken bunları kast ediyorum. Tabii yazıları
kitap için yeniden elden geçirdim, revize ettim, eklemeler yaptım.Yazıların ortak
ilgisine dair vurguları arttırmaya, kitap olabilmeleri için dil ve içerik
uyumunu kuvvetlendirmeye çalıştım.
- Sizi bir sosyolog ve tarihçi olarak mutfak tarihi
üzerine araştırma yapmaya cezbeden şey neydi? Türkiye'de mutfak tarihi ve
gastronomi üzerine yapılmış akademik çalışmalarla pek karşılaşmıyoruz. Siz bu
durumu nasıl yorumlarsınız?
Dediğim
gibi, aslında bu alanda çalışmaya başlamak konusunda bilinçli bir karar
vermedim. Yani alanı çok iyi tanıyarak, burada bir eksiklik tespit ederek çalışmaya
başladığımı söyleyemem. Öte yandan, okur olarak ilgiliydim tabii yemekle. Bir
de tabii ben siyasi tarih çalışıyorum diyebilirim. Yaptığım işlerin büyük bir
kısmı siyasi tarihle, siyasi zihniyet tarihiyle ilişkili. Mutfakla ilgili
araştırmaya, yazmaya başlayınca ister istemez yemek alandaki literatürü,
tartışmaları, malzemeyi bildiğim tarihle, analiz çerçeveleriyle ilişki
içerisinde gördüm, buradan düşünerek tasarladım yazıları ve nihayet kitabı. Sorunuzun
ikinci kısmına gelince; aslında mutfak ve gastronomi üzerine giderek artan bir
yayın faaliyeti olduğunu teslim etmek gerekiyor. Bu aslında sanılandan çok daha
eski bir çalışma sahası Türkiye’de, 1950’lere kadar götürebilmek mümkün gıdayı
odağına alan çalışmaların tarihini. Fakat tabii yaygınlaşması çok daha yeni. Türkiye’de
de sosyal bilimcilerin ilgisini 1990’lardan itibaren daha çok çekmekte
olduğunu, burada bir yükseliş çizgisi olduğunu söyleyebilmek mümkün. Üniversitelerde
açılan mutfak sanatları ve gastronomi bölümleri sürmekte olan bu ilgi artışını
teyit edebileceğimiz en temel göstergelerden birisi olsa gerek. Yani mutfak gayet
akademik bir alan olarak epeydir mevcutve nitelikli akademik çalışmalar da
üretiliyor. Bu yeterli derecede çalışma var demek değil tabii. Ancak yine de özellikle
son on yılda bu alandaki akademik yayınların sayısında hatırısayılır bir artış
olduğunu kolaylıkla tespit edebiliriz. Özellikle mutfağı toplumsal tarihle
beraber düşünen çalışmalarda mevcut.Ama tabii mutfağı mutfağın dışındaki
dünyaylailişki içerisinde ele alan, toplumsal tarihle, politik veçheleriyle
beraber ele alan çalışmaların sayısı hala oldukça az Türkçede, arazinin zemini
oluşturmak için bile yapılacak çok iş var hala. Bu konuda haklısınız. Özellikle
yakın dönem Türkiye tarihi söz konusu olduğunda çok daha azalıyor mutfağı
odağına koyan çalışmaların sayısı.
- MutfakTarih
kitabınızda yemeğin politik serüvenini anlatıyorsunuz. Bu anlamda politika
mutfağın hikayesinde nerede durmaktadır?
Benim
baktığım yerden tam olarak merkezinde duruyor. Ya da sanırım daha doğrusu politika
mutfağın her yerindemevcut demem lazım. Mutfak pişirilecek malzemenin
üretiminden, sofraya gelene kadar geçirdiği bütün süreçlerle, pişirenin kim
olduğundan, mutfağın mimarisine, pişirmek ve yemek için kullanılan araç gereçlerin
belirlenmesine ve nihayet sofra adabına uzanan her detayda ve her an politik
bir arazi. Ulusal pazarların ve küresel pazarların inşası ve işleyişini,
dalgalanmalarını hemen kolaylıkla mutfakta kullanılan ürünlerin belirlenmesiyle
ulaşılabilirliğiyle ilişkilendirebiliriz. Tarım politikalarını, ithalat ve
ihracat rejimlerini de aynı şekilde… Buradan kolaylıkla toplumsal sınıfları da
konu dairesine alabiliriz. Gıda sektöründeki istihdam stratejilerini, tarım
işçiliğini düşünebiliriz mesela. Ayrıca hepimiz için yemeğin sınıfsal yan
anlamlarla kuvvetli bir biçimde yüklü olduğu zaten malumdur sanıyorum. Havyarın
ve soğan-ekmeğin, ayranın ve viskinin politik dilde sıklıkla yer bulması
tesadüf değildir haliyle. Cinsiyet rolleri ve eşitsizlikleri yemeği kimin
pişirdiğini, servisi kimin yaptığını, kimine kime hizmet
ettiğini,sofradüzenini, kimin nerede oturduğunu çok büyük ölçüde belirleyen
etmenlerdir.Irkçı ve ayrımcı hatlar da buradadır; yemek adlarında, dünyanın
birçok ülkesinde profesyonel mutfaklarda alt kademelerde, daha düşük ücretlerle
çalışan göçmenlerin varlığında apaçık belirgindir mesela. Tüketim toplumu
modern mutfağın ruhundadır zaten, Taylorizm’le beraber mutfağın mimarisini ve mutfakta
kullanılan alet edevatıtayin eden en önemli etkenlerdendir. Hane mutfağının kaç
metrekare olduğundan, ateşle suyun birbirine ne mesafede bulunduğuna varıncaya
kadar hemen her detay kadınların çalışma hayatındaki rollerinin artması
sonrasında verimlilik öncelikli olarak araştırılmış ve çalışılmıştır.Bu
çalışmalar,politik projeksiyonlar ve gündelik politik ihtiyaçlardan hareketle,
1920’lerde yapılır ve hayata geçirilir. Velhasıl mutfakta nereye gözünüzü
çevirirseniz politikayla iç içe olduğunu görebilirsiniz. Hayatımızın tam
merkezinde olan yemek politikanın haricinde kalmış olsa çok şaşırtıcı olurdu
zaten herhalde.
- Kanımca kitapta en dikkat çeken bölüm, Cumhuriyetin
ilk dönemlerinde domuz etinin yenmesinin teşvik edilmesi olması gerek. Devletin
domuz eti yemek teşvikinin altında ne yatıyordu? Bu durumu Cumhuriyet
kadrolarının Batı’dan daha Batılı olma arzusuyla okuyabilir miyiz?
Bubenim için
dekitaptaki en kıymetli bölüm diyebilirim. Üzerinde en uzun süre çalıştığım
konu oldu domuz eti meselesi. Bu yazının arşiv araştırmasına da çok daha fazla
zaman harcadım. Burada Cumhuriyet tarihinin hafızamızdan tamamen silinmiş olan
bir parçasını ele alıyorum. Cumhuriyetin ilk yıllarında domuzun helal ilan
edilmesine yönelik bir dizi argüman ortaya çıkıyor. Bu tartışmanın izini
sürmeye çalıştım öncelikle.Çok yaygın bilinenbir tartışma olduğunu söyleyemeyiz
tabii o dönem için de. Ama yine de varlığını tespit etmek ve ne kadar uzun süre
devam etmiş olduğuna dikkat çekmek önemli. Bir yandan sağlık ve dediğiniz üzere
Batılılaşmaya dair argümanlar var domuz tüketimini savunmak için öne sürülen. Diğer
yandan domuz etinin yenilmesinde sakınca olmadığını dini olarak temellendirmeye
gayret edenler, domuzu helal ilan etmeye çalışanlar da var. Burada en ilginç
figür kuşkusuz Milaslı İsmail Hakkı. Sebil’ürReşad
çevresinden gelen bir modernist-islamcı entelektüel. Maide suresi 4. ayeti
yeniden tefsir ederek domuzun aslında tamamen haram kılınmadığını iddia ediyor.
Milaslı’da da Batıcılık temelli argümanlar mevcut. Kendisi bir Cumhuriyet
dönemi insanı, tipik sayılamasa da bir geç Osmanlı erken Cumhuriyet
entelektüeli. Ama yine de Cumhuriyet kadrosundan sayılamaz kanımca. Öte yandan,
Tevfik Rüştü (Aras) gibi erken Cumhuriyet döneminin önemli bir simasının da bu domuz
konusunda söz aldığını görüyoruz. Atatürk ölene kadar aralıksız Dışişleri Bakanlığı
mevkiinde bulunmuş birisi Tevfik Rüştü ve Time’da
yayımlanan bir röportajında o dönem Türkiye’de domuz tabusunun artık aşıldığını
iddia ediyor, mealen “domuz en güzel gıdadır” beyanında bulunuyor. Tevfik Rüştü’de
de bahsettiğiniz, batının kültürel pratiklerinde onun politik, iktisadi,
ekonomik başarısının kerametini arayan Batıcı [occidentalist] bakışın izlerini görebilmek mümkün.
- Bu genel bir politika mı?
Erken
Cumhuriyet dönemi hükümetlerinin veya topyekûn kadrolarının domuz tüketimini teşvik
etmeye çalıştığını söylemek doğru olmaz. Evet, bir yandan Tevfik Rüştü’nün
beyanı var veya resmi yayınlarda domuza kıymet veren bazı makalelerin
basıldığını görüyoruz. Ama öncelikle bunların oldukça nadir beyanlar olduğunu
not etmek gerekir. Kararlı, bütünlüklü ve ısrarlı bir politik tutum yok bu
konuda.Bazı devlet üretme çiftlikleri ve şeker fabrikalarında domuz yetiştirilmeyebaşlanıyor
1930’ların sonundan itibaren. Bu da domuz meselesinin bir başka önemli veçhesi
haliyle; devletin doğrudan inisiyatif aldığını gösteriyor. Ancak buradaki
üretim toplam hayvancılıkla kıyaslanmayacak kadar küçük. Yani neredeyse
sembolik bir düzeyde kaldığına dikkat etmek gerek üretimin. Nihai hedef
tüketicisi de yurt dışı, özellikle savaş dönemi ve sonrası Avrupa gibi gözüküyor.
Ayrıca devlet bu dönemde domuz yetiştiriyorsa da, domuzdan alınan vergi, daima
yüksek tutuluyor, hatta zaman zaman yetiştiriciliği neredeyse imkânsız kılacak
boyutlara çıkıyor.
- Devletin domuz yetiştiriciliğinde aktif rol oynaması
çok şaşırtıcı değil mi?
Tabii, bugünden
bakınca şaşırtıcı bir şey. Daha da şaşırtıcı olanı buradaki domuzları gazete
ilanıyla satıyor olması. Yalnız burada tabunun bugünkü kadar dikkatle ve sansür
oluşturacak şekilde uygulanmıyor olmasının belirleyici olduğunu hesaba katmak
şart. Bugünle kıyasla tespit edebileceğimiz bu sansür veya otosansür “eksiği”
de 1930’lara özgü değil aslında. Türkiye için neredeyse 2000’lere kadar helal
şartına dikkat o kadar yüksek değil zaten.Domuzdan bahsetmek de kabaca 1990’lara
kadar pek şok edici sayılmaz. Gazetelerde çıkan restoran değerlendirme yazıları,
1980’lerde domuzlu yemeklere hayli sık yer ayırıyor mesela veya Cumhuriyet gazetesinde Mustafa Ekmekçi
domuz tüketiminin yaygınlaşmasını 1997’de hayatını kaybedene kadar ısrarla
savunabilmiştir. Helale verilen dikkat aslında son 30 yılda giderek artıyor
dünyada, Türkiye’deki artışta içerideki politik faktörlerin etkisi yadsınamaz
elbet ama asıl olarak bu küresel politik ve ekonomik eğilimin bir parçası
sanıyorum.
- ‘Milli mutfak nasıl kurgulanır?’ kitabınızın en dikkat
çeken bölümlerinden birisi. Milli mutfak nasıl kurgulanır? Türkiye'de bu durum
nasıl bir süreçten geçmiştir?
Domuz bölümü
bu kitaptaki yazılar arasında üzerine en çok çalıştığım, milli mutfak ise en
önemsediğim konu aslında. Bu kitaptaki yazıların temas ettiği bazı konular
gerçekten çokbüyük, çok bereketli ve kesinlikle çok daha kapsamlı çalışmalarla
ele alınması gerekiyor. Buradaki yazılarda bazı çalışma akslarına işaret
edebilmiş olmayıbaşından beri çok istiyorum doğrusu. Milli mutfak bu konuların
birincisi benim için. Türkiye’de milli mutfak, tüm ulusdevletler için olduğu
gibi herkesin malumu olan bir vaka. Türk mutfağı diye bir şeyden bahsedebiliyoruz
kolaylıkla ve varlığından hiç şüphe duymuyoruz. Öte yandan bu milli mutfağın, eğer
kendimizi politik ve özcü açıklama çerçevelerine kaptırmayacaksak, nasıl
oluştuğunu bilmiyoruz. Bu konuda gerçekten yapılacak çok iş var. Son derece
ideal bir çalışma sahası mili mutfak. İlham verici birçok çalışma da mevcut
farklı ülkelerde milli mutfağın oluşma süreçlerine dair. Kitaptaki yazı,
aslında bu başka ülkeler üzerine yapılmış çalışmalardan hareketle Türkiye’de
milli mutfağın oluşum süreçlerine dair bazı hipotezler ve sorular ortaya
koymaya çalışıyor. O yüzden,“Türkiye’de bu durum nasıl gerçekleşti?” sorusuna
doyurucu bir cevap veremeyeceğim. Bu cevap çok daha kapsamlı ve incelikli bir
çalışma yapmış olmayı gerektiriyor zira.
Sovyet lideri Kruşçev ile ABD Başkan Yardımcısı Richard Nixon, New York'taki Sovyet Fuarı'nda mutfak üzerine tartışıyorlar (1959) |
- Sizin temel hipotezleriniz nelerdir?
Milliyetçilik
fikrinin gelişimi gayet tabii birincil öneme sahip.Bu bakımdan söylemsel
düzeyde milli mutfağın oluşumunu anlamak için 19 yüzyıl sonuna kadar geri
gitmek gerekiyor. Fakat somut olarak milli mutfağın maddi imkanlarının inşası
için asıl olarak ulusal pazarın oluşması sürecinin kritik bir aşama olduğunu
sanıyorum.Bu da imparatorluğun son döneminden itibaren milli ekonominin seyrini,
pazardaki ürün dolaşımını takip etmeyi gerekli kılıyor. Bir de İtalyan milli
mutfağının oluşumu tarihinden ilhamla, 1960’lardan itibaren, Avrupa’ya göçün izini
sürmek gerekir kanımca. Milli kimliği ve milli mutfağı tarife en çok ihtiyaç
duyulan yerin memleketin dışı olduğunu söyleyebilirim. Avrupa’daki Türkiyeli
göçmenlerin hem anavatandan talep ettikleri ürünler, hem de bulundukları yerde
sattıkları, restoranlarında mönülere koydukları yemekler milli mutfağın
oluşumunda etkili bence. Dönerin gelişimini, Türkiye’de edindiği yeri,
teknolojisindeki değişimi Almanya’yı hesaba katmadan anlamanın mümkün olacağını
sanmıyorum.
- Dolayısıyla, Türkiye'de mutfak kültürünün
milliyetçilikle doğrudan bir ilişkisi olduğunu söyleyebilir miyiz?
Mutfak son
derece milli bir alandır tabii. Hatta mutfak olmadan milliyetçiliğin önemli bir
kısmı eksik kalacaktır. Sonuçta milliyetçilik, bize her ne kadar ulusun ezelden
beri mevcut olduğunu söylese de, bu tür bir politik kimliğin kabaca iki yüz
yıllık bir tarihi olduğunu milliyetçilik üzerine yapılan birçok çalışma
gösteriyor. Ulus devletin olarak ihtiyaç duyduğu milli kimliğin, ortaklık
duygusunun çok önemli bir kısmını sağlıyor ortak gündelik hayat deneyimleri.
Mutfak, bu konuda ortaklaştırıcı, milli kimliği ikna edici kılan, somutlayan en
önemli kültürel ve gündelik pratiklerden birisi. Bu bakımdan, her ulus devlet
için olduğu gibi Türkiye için de mutfak milliyetçilikle doğrudan ilişkili. Tabii
böyle olduğu için milliyetçiliklerin çatışma sahalarından birisi de oluyor
mutfak. Nihayetinde yemekler ve ürünler ulus devlet sınırlarını tanımadan
kültürel coğrafyalarda yayılıyor. Bu ulusal kimlik için hayli kafa karıştırıcı
bir durum. Sınırın öte tarafıyla paylaşılan ortak lezzetlerin milliliği
aşındırmaması için önemli bir mücadele veriliyor. Etraftaki komşuların sürekli
yemeklerimizi çalmakla suçlanmasının ardında bu var. Tabii bunun ötesinde hem
ulusun tanıtımı gibi diplomatik bir mesele, hem de uluslararası pazarda ürünün
etiketine sahip olmak gibi ekonomik faktörler de mutfak üzerindeki bu
milliyetçi iddia ve kavgalara eklemleniyor.
- Malum Türkiye'de milli ve yerli söylemlerini en çok
işittiğimiz dönemden geçiyoruz. Bununla beraber küreselleşmenin etkisiyle başta
yemek kültürünün de sınırların ortadan kalktığını görüyoruz. Böyle bir ortamda
mutfakta 'yerlilik ve millik' aramak ne kadar doğru?
Milli mutfak
vardı, küreselleşmeyle beraber kayboldu gibi bir varsayım ne kadar doğru olur
bilemiyorum. Aslında milli mutfak zaten ulus devletle beraber ortaya çıkıyor.
Başından beri de küresel bir dünyada ortaya çıkıyor. Küreselleşmenin artması,
insan hareketliliğinin ve özellikle turizmin artması da demektir. Bunlar da
aslında milli etiketlerin cazibesini arttıran etkenler. Gayet tabii bu süreçle
eş zamanlı olarak pişirme teknikleri, malzemeler artık daha uzak coğrafyalardan
ve daha fazla etkileniyor, bu anlamda sınırların daha da muğlaklaştığını
söyleyebilmek mümkün. Ama bu durum dahi yemekte millilik aramayı öncesine göre
daha anlamsız kılmıyor aslında. Dediğim gibi ticari ve turistik etiket olarak
işlevine katkı sağlıyor. Eğer burada bir anlamsızlıktan, yani milli mutfağın
aslında kurgu olmasından, saf milli bir mutfağın imkânsızlığından
bahsediyorsak, bu zaten başından itibaren böyle.
- Osmanlı mutfağının kültürel çeşitliliğinin yapı
taşlarından olduğunu söyleyebileceğimiz Ermeni, Rum, Arap mutfağını ne kadar
muhafaza edebildik? Bugün bu mutfak kültürü çeşitliliğini koruyabildik mi?
Osmanlı
mutfağı da tabii, en az milli mutfak kadar bir inşa. Biz bu adlandırmayı ya saray
mutfağı ya İstanbul mutfağı veya en geniş haliyle Anadolu mutfağı karşılığı
olarak kullanıyoruz. Oysa, malum imparatorluğun coğrafi sınırları Anadolu’dan
çok daha geniş ve bu listenin içerisinde Macar, Rumen, Bulgar mutfakları da
olmalı mesela… Nasıl Osmanlı’yı Türk ulus devletinin geçmişi olmaya indirgiyorsak,
Osmanlı mutfağını da aynı şekilde Türk mutfağının geçmişi olmaya indirgiyoruz. Saray,
İstanbul veya Anadolu mutfağı, bunlardan hangisini alırsak alalım, Osmanlı
mutfağına ilgi çok büyük ölçüde Türk mutfağının geçmişi olmakla sınırlı. Hal
böyle olunca da, tabii bu bahsettiğiniz unsurlar muhafaza edilmesi değil,
behemehal unutulması gereken unsurlar haline geliyor. Türklüğü veya Türk-Müslüman
kimliğini öne çıkaran, diğer unsurları fona iten bir kurgu bu. Diğer milletler
burada en fazla bir nostalji öğesi olarak yer bulabiliyor kendisine, o da
genellikle meyhane bağlamında galiba. Tabii bu genel bir eğilim. Gayr-i Türk
unsurların mutfak kültürlerinin görünürlüğü meselesi güncel siyasetin seyrine, ticari
mutfak trendlerine göre dalgalanan bir seyir izliyor elbette. Bunu da unutmamak
gerekir.
- Türkiye'de son yıllarda yemek kültürü üzerine
hazırlanmış TV programlarının sayıları hızla artmakta. Başta Vedat Milor ve
Mehmet Yaşin gibi yemek kültürü üzerine program yapanların yemek kültürüne
katkı sağladığını düşünüyor musunuz?
Epeydir çok takip
edemiyorum maalesef bu programları. Milor’uepey izlemişliğim var ama. Bir ara internetten
programlarını düzenli olarak izliyordum hatta. Herhalde son üç, dört yıldır onu
dakaçırdım.Öte yandan bu programların yemek kültürünün şekillenmesinde çok
önemli bir rol oynadıklarını görebilmek için izlemeye gerek yok denilebilir
belki. Tavsiyeleri hem restoranları hem de müşterilerin tercihlerini etkiliyor.
Özellikle Milor söz konusu olduğunda gastronomik terminolojiye ait bazı
tabirleri yaygın bir biçimde tanınır hale getirdiğini, bunları dolaşıma
soktuğunu görüyoruz. Dahasıbelirli bir damak tadının yaygınlaşmasına da etki
ediyorlar. Mesela ızgara etin, balığın az pişirilmesi konusundaki ısrarı
yankısını bulmuş gibi geliyor bana. Bu anlamda Türkiye’de yemek kültürünün
seyri üzerindeki etkileri kesinlikle yadsınamaz. Özellikle restoranlar söz
konusu olduğunda çok ciddi ticari bir etkileri olduğunu da unutmamak gerekiyor
tabii. Dokundukları yerleri ihya edebildiklerine tanık olduk. Bir anda ünü
artan, şubeler açan mekanlar oldu bildiğim kadarıyla. Eğer bir yeri ziyaret
edip sitayişkâr yorumlarda bulunmuş iseler, dükkanların baş köşelerinde
görebilmek mümkün bu sözleri veya yazıları. Tüketici için önemsenen referanslar
bunlar. Önemli bir reklam aracı işlevleri var velhasıl.
- Siz bu ilgiyi neye bağlarsınız?
Tüketim
toplumu için bir tür turist rehberi yarattıklarını söylemek mümkün bu
programların. Türkiye’de restoran değerlendirme yazınının ortaya çıkış anı bize
hala yükselmekte olan bu trendin kaynağını açıkça gösteriyor sanıyorum. 1970’lerden
1980’lere geçerken kentli orta sınıfın ve tüketim toplumunun beklenti ve
talepleri asıl dinamiği oluşturuyor belli ki. Boş zamanın giderek tüketime
endeksli bir biçimde doldurulmaya başlanmasıyla para harcamadan ev dışında
vakit geçirmek giderek tahayyül edilemez bir hal alıyor.Ve nihayet iç turizmin
yükselişi, bu tür bir yazının ve programların yıldızını parlatan en önemli
etken. Tabii burada bu yazıların okurunun veya bahsettiğiniz programların
izleyicisinin sadece gideceği yerlere karar vermek için bunları takip ettiğini
de düşünmemek gerekir. Yemek tüketim toplumunun üzerine konuşmayı sevdiği,
“dedikodu” yaptığı bir sahadır da. Gidemeyeceğimiz restoranlara dair yazılar ve
analizler okuyoruz, izliyoruz. Bu bir yandan gastronomik kültürün seyrine dair
bir merak gibi görülebilir. Ama çok büyük ölçüde bir dikizleme faaliyeti de var
işin içinde. Tüketilen şey aslında başkalarının hayatlarına dair malumatlar. Bu
özellikle ilk dönem yemek yazılarında çok daha belirgindir. Basbayağı sosyete
haberleri sayfasının bir parçası restoran değerlendirme yazıları o dönemde mesela.
Can Öktemer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder