Cem
Aksel, Türkiye’nin en önemli caz bateristlerinden. Kendisini aynı zamanda
Ortaçgil albümlerindeki nefis davul performanslarından da tanıyoruz. 1990’lı
yılların başında dahil olduğu Ortaçgil orkestrasına 30 yıldır aralıksız devam
etmekte, bununla beraber yine sayısız önemli müzisyenin albümünde davul
çalmışlığı da var. Lakin kendisinin asıl tutkusu hep caz olmuş. Küçük yaşlarda
bu müziğin hayranı olmuş ve zamanla da icracısı olmuş. Cem Aksel’le Türkiye’de
caz müziğini, hazırlamakta olduğu solo albümünü ve Ortaçgil müziği hakkında
konuştuk.
Cem Aksel |
- Klasik bir soruyla başlayalım
isterseniz, müzikle ilgilenmeye ilk ne zaman başladınız?
Ortaokul
yıllarımda başladım diyebilirim. 13-14 yaşlarında caz müziğiyle ilk olarak
ilgilenmeye başladım. 1977 yılında da ilk davul setimi almıştım.
- Peki, evde caz müziği dinleniyor
muydu?
Evde
ailenin müziğe ilgisi vardı. Ben Ankara doğumluyum, babam Durul Gencer’in çok
meşhur olduğu dönemlerde çok yakın arkadaşıymış. Hala görüşürüz, Durul abi o
dönemleri anlatır. Babamın dediği şu: Ben bebekken babamın arkadaşları
toplanır, plaklarla caz dinlerlermiş. Ben de caz dinlememi oraya bağlıyorum
aslında.
- Stuart Hall, şöyle demiş; "17
yaşımdayken Miles Davis dinledim ve o müzik benim ruhuma işledi." Sizi de
hayatınızda çok etkileyen bir müzisyen oldu mu?
Ben
radyodaki caz programlarıyla ilgileniyordum. Orada tabii bir sürü isim çalıyordu.
Dolayısıyla oradan birçok isim öğrendim. Onların içinden piyanist Bill Evans
mesela beni ilk kez derinlemesine caza iten müzisyen oldu. Beni asıl etkileyen
dönem 60’lar oldu. Bunun içinde Miles Davis de var sonrasında tabii.
- 60’lı yıllar cazın altın çağı
zaten...
Tabii
modern anlamda öyle. Miles Davis bir sürü parçaları hala günümüzde geçerli.
- Peki, davulculuk merakı ne zaman
başladı?
Davulculuk
merakı yine küçüklükten geliyor sanırım. Caz müziğindeki davul sesi kulağıma
daha hoş geliyordu. Davula ilk başladığımda dönemin pop müziğini de oradan,
buradan duyuyordum ama o davul soundunu
hiç sevmezim. Daha böyle içinde armonikleri olan, açık, susturulmamış, daha tiz
akortlu davul nedense daha hoşuma gidiyordu.
- O yıllarda en çok beğendiğiniz
davulcu kimdi?
Zaten
radyodan takip edince bütün isimleri ister istemez öğreniyorsun. O dönemde Bill
Evans’ın bir albümünde Paul Montian davul çalıyordu, onu öğrendik. İşte sonra Jack
DeJohnette’i öğrendik, Tony Williams, tabii Miles Davis’le çalıyordu,
dolayısıyla onu da öğrendik. Ondan sonra Elvin Jones’u öğrendim. Bu insanlar
özellikle Tony Williams ve Elvin Jones, bu işin modernleşmesinde ekolü, temeli oluyor.
Dolayısıyla radyo yayınları sayesinde isim olarak her şeyi öğrenmiş oluyorsun.
-
Peki, radyoda hangi yayınlar vardı. Erol
Pekcan’ın meşhur yayını da var mıydı içlerinde?
Şimdi
şöyle söyleyeyim. Erol Pekcan’ın da hazırladığı bir program vardı. Bu bahsettiğim
yayınlar, 75-80 yılları arasında olmuştu. Selçuk Sun’un hazırladığı ‘Caz Sanatı’
isimli programı vardı, onu hatırlıyorum. Esas önemli olan, Hülya Tunçağ’ın
sunduğu programlardı. Cumartesi günleri saat 9’da bir saatlik bir caz programı
olurdu. Hülya Tunçağ orada hem yeni plakları hem de tabii TRT o zaman
Eurovision üyesi olduğu için Avrupa’daki bir takım caz festivallerinde
kaydedilen ve hiç yayınlanmayan kayıtları çalma şansı vardı ve bu kayıtları da
çalıyordu. Dolayısıyla o yıllardaki festivallerde ne tür müzikler çalındığını
da farkında olmadan duymuş oldum. O yıllarda internet olmadığını düşünürsek çok
önemli bir şey yapıyordu. Zaten o yıllarda Türkiye’de çok geniş bir plak arşivi
yoktu. Biz radyodan öğrenip yurtdışına gidenlere ‘Şu plağı alır mısın?’ diye
sipariş ederdik.
- O yıllarda caz tutkunu olan bir çok
kişinin ortak şikayeti Türkiye’de iyi plaklara ulaşamamak olduğu yönünde. Siz
de benzer zorlukları yaşadınız mı?
Şimdi
küçüklüğümde hatırlıyorum; evde birçok plak vardı ama bunlar caz değildi.
İlkokul dörtten sonra biz İstanbul’a taşındık. İstanbul’a taşındıktan sonra
mahallede bir takım insanlarla tanışıp, işte plakçılara gitmeye başladık neler
var diye. Bağdat Caddesi’nde Suadiye’de Metronom diye bir yer vardı. Anadolu
yakasının en önemli plakçısıydı. Karşı tarafta da bir iki tane önemli plakçı
vardı. Böyle birkaç tane dışarıdan plak getiren dükkan vardı. Ancak bu plakları
satmıyorlar, gidiyorsun, kayıt ediyorsun. Sen işte kasetle gidiyorsun, dakikası
bilmem kaç liradan kaydettiriyorsun. Bizim o yıllarda kaldığımız Turşucuderesi
Mahallesi’nde bir plakçı açılmıştı. Ondan sonra o mahallede herkes caz müziği
dinler oldu. Sebebi de şu, gelen plaklardan ben bir kaset kaydettiriyorum. Diğer
bir arkadaş başka bir plağı kaydettiriyor. Sonra o kasetler evde değiş tokuş
oluyor. Dolayısıyla oraya gelen bütün albümlerin tamamını herkes dinliyordu.
Mahallenin tamamının caz müziğiyle ilgilenmesi, bugün için düşündüğümüzde,
olağanüstü bir şey. O yıllarda Türkiye’ye Avrupalı bir şirket olan ECM’in
albümleri çok gelirdi. Dolayısıyla ECM’den çıkan albümleri çok dinledik ama ECM,
çok Avrupa merkezli bir şirket. Bu yüzden, ABD’de üretilmiş albümler yine
yurtdışında siparişle geliyordu, piyasada daha az bulunuyordu.
- Yine de yurtdışında çıkmış, popüler
plaklar piyasada kolay kolay bulunamıyordu değil mi?
Tabii,
kolay kolay bulunmuyordu ama mahallede caz dinleyen insanların - bunlarda
-10-15 kişiyi geçmez- her birinin bir kanalı olduğunu düşünürsen, yurt dışına
giden, sonra müzisyenlerin bir bağlantısı var, herkes bir albüm sipariş ediyor
bir yerden. İşte daha sonra bir evde toplanıyorsun, sen de albümlerini
götürüyorsun, ‘Bende bunlar var’ diye. Onda bu kaset var, bunda bu kaset var,
dinleniliyor, istersen o kasetten kopya ediniyorsun. Türkiye için albüm çeşitliliği
yine de genişti. Bu sayede, ciddi sayıda iyi albümü takip edebildik.
- Buradan bateristliğe geçelim
dilerseniz. Caz bateristliğinin öğreniminin zorluğu üzerine türlü rivayetler
mevcuttur. Bununla beraber daha hızlı ritimli heavy metal türü müziklerde de davul icracılığının zorluğundan
bahsedilebilir. Size göre nasıl zorlukları vardır bateristliğin?
Heavy metal ve
caz bateristliğinin arasında stil olarak elbette çok fark var. Teknik olarak,
sonuçta kas hafızasıyla alakalı bir durum. Her gün tekrar etmek gerekiyor. Bu
kas hafızasının aslında metal davulculuğunda ya da caz davulculuğu arasında bir
fark yok. İkisinin de aynı tip kas hafızası var. Ama müzikal anlamda yani ritmi
düşünme açısından çok büyük farklar var. Yani sonuç olarak, iyi bir heavy metal davulcusu caz çalamaz, iyi
bir caz bateristi heavy metal
çalamaz. Bunun için ayrı bir eğitim sürecinden geçmesi gerekir.
- Peki, ne gibi eğitim süreçlerinden
geçmek gerekir iyi bir caz bateristi olmak için?
Caz
en nihayetinde emprovize bir müzik olduğu için, bir form üzerinde sürekli
doğaçlama çalma ve kendi tekrar etmeme gibi bir durumu var. Buna kısaca ‘Kelime
haznenizin oldukça geniş olması lazım’ derler. Dolayısıyla caz müzisyeninin
kendisini teknik sürat geliştirmekten daha çok, bir cümle ve bir ifade aracı
olarak aleti geliştirmesi önemli. Fikir geliştirmek, orijinal olmak önemli. Caz
bateristi o kas hafızasını tamamen yeni fikirler için kullanması gerekir. Tabii,
bunun için de bütün geleneği bilmek zorundasın, geleneksel bir sürü malzemeyi
biliyorsun ama bu malzemeyi kullanmayıp kendini de katıyorsun. Zaten meşhur ve
iyi bir caz davulcusu tamamen kendine has bir stil ortaya koyan insanlar
arasından çıkıyor. Yoksa ikinci sınıf bir caz davulcusu da çok iyidir, sadece yeteri
kadar orijinal değildir. Ama metal gibi müzik türlerinde de orijinallik önemli,
lakin orada robotik veya kompüter kusursuzluğuna yaklaşmak biraz daha önem
kazanıyor. Caz müziğinde ise tam tersi, işi insani boyuta çekip uzamak, yani
ritmi bilerek bozmak daha iyi algılanır.
- Son yıllarda kayıtlarda drum machineler çok fazla kullanılmaya
başlandı, bu durumun davulculuk zanaatını yapaylaştırdığını düşünüyor musunuz?
Tabii,
80’li yıllarla birlikte kayıtlarda drum
machineler ağırlık kazanmaya başladı. Drum
machine işi bozdu diye bir şey diyemeyiz. Sonuçta drum machine de birisi tarafından programlanıyor. Dolayısıyla orada
programlayan insanların ne kadar orijinal olduğu ya da olmadığı gene önemli.
Programlanabilen aletlerle orijinal işler çıkartmak da en az orijinal davul
çalmak kadar zor bir şey aslında. Yani taklit eden DJ’ler var, bir de kendi
müziğini üreten ve son derece orijinal şeyler üreten DJ’ler var. Böyle bir DJ olmak
kolay bir şey değil. Her gün her yeni çıkan aletlerle kurcalayıp orijinal bir
ses yakalamak için onlar da çok ciddi çaba sarf ediyor. En az bir caz
davulcusunun ya da metal davulcusunun etüt ettiği kadar. Dünyanın en büyük DJ’yi
kim? Tiesto. Onu sadece taklit edersin ama onun yaptığı işi yapamazsın.
- Türkiye’de caz müziğin altın yılları
hangi dönemdi?
Türkiye’de
cazın altın dönemi var mı, ben bilmiyorum. Yani altın yıl olması için ne gerekiyor
onu saptamak lazım sanırım. Faal caz müzisyen sayısını hesap edersek, altın
yılların bu dönem olması gerekir. 2000 sonrası cazla ilgilenen müzisyen sayısı
arttı. Her şeyi bırak, 2000 yılına kadar Türkçe caz albümü 2-3 taneyken şimdi
100’ü geçti.
- Bu ilgiyi neye bağlarsınız?
Sanırım
prodüksiyon, yani dijital teknoloji sayesinde, kayıt stüdyoları ufaldı. Tabii
sadece caza değil, diğer müzik alanlarında da müzisyen sayısı arttı. Pop müzik
daha çok satar ve para kazandırır hale geldi. Eskiden, 80’li yıllarda bile pop
müzikte bu kadar isim yoktu. Yani onla da bağlantılı olabilir.
- Peki, Türkiye’de caz müziğine yönelik
bir ilgisizlik olduğunu düşünür müsünüz?
Aslında
Türkiye’deki caz müziğine ilgi, dünyadaki ilgiyle paralel gidiyor. Sonuçta New
York’ta da caz müziğine ilgi, nüfusuna göre kıyaslarsak, buradaki kadar bir
şeydir. Tabii, oradaki müzisyen sayısı, albüm sayısı buradakinden fazla.
Sonuçta orası caz müziğin başkenti ama New York’taki caz müzisyenlerinin
albümlerinin ne kadar sattığını düşünürsen, yani dünyanın en önemli caz
müzisyenlerinin sattığı albüm rakamı bizim yerli müzisyenlerinkiyle aşağı
yukarı aynıdır.
- Türkiye’de caz müziğine gelen
eleştiriler, bu müziği dinleyenlerin ve icra edenlerin elitist olması
yönündedir. Böyle bir algı doğru mu sizce?
Evet,
bence çok doğru. Böyle bir algı şu sebepten ötürü oluyor: Cazla hiç bir ilgisi
olmayana gidip birkaç isim say deseniz, ilk Kerem Görsev’i söyleyecektir.
Dolayısıyla Kerem Görsev, bu müziği elit bir noktada, smokinler giyip icra
etmeyi seven bir insan. Böyle yaptığı için de kendisini eleştirecek değiliz.
Ama bu imaj caz müziği elit bir müzikmiş gibi bir algı yaratıyor. Aslında
gerçek hayatta bu durum öyle değil. Sonuçta son derece mütevazi kulüplerde caz
dinlemeye gitmek de mümkün. Hatta İstanbul’da Mitanni diye son derece ucuz da
bir yer var. Hatta İstanbul’da caz çalınan iki ana mekandan bir tanesi sayılır
artık. İşte bu algının nedeni, biraz caz müzisyenlerinin de kendilerini bir üst
sınıfa eklemlenmek için kullanma çabalarından da oluyor. Türkiye’de bizim
tanıdığımız, bildiğimiz bir takım caz müzisyenleri arkadaşımız daha çok para
kazanalım mantığıyla, bu işi daha pahalı sunmak hoşlarına gidiyor.
- Böyle lüks hotellerde ve ‘salon’
müziği havası gibi...
Evet,
ama caz müziğinin biraz salon ve elit bir havası da var. Bu durum sırf Türkiye’de
değil New York’ta da elitizm bir kısmı var. Şu anda New York’ta caz müziğini avangarde anlamda, sanatsal olarak bir
yere taşıyan bir ekip var ama klasikleşmiş eski müziği yine lüks lokantalarda
yine smokinle çalan da bir akım var sonuçta. Yani muhtemelen bizde algının
sebeplerinden biri de bu işin sanatsal derinliğini kurcalayan daha az müzisyen
olduğu için belki de.
- İKSV uzun yıllardır caz festivalleri
düzenlemekte. Dünyaca ünlü caz müzisyenlerini ülkemize getirmekte, lakin yerli
caz müzisyenlere yeteri kadar destek vermediği yönünde eleştiriler var. Siz ne
dersiniz bu durum hakkında?
Sonuçta,
İKSV dediğiniz anda ben İstanbul kültürüne katkı bulunmaktan bahseden bir vakıf
anlarım. Caz festivallerinin 3 milyon Euro civarında bir bütçeleri oluyor. Bu
bütçelerden çok minik de olsa, hadi yüzde bir bile olsa, yerli müzisyenlere
katkı yapılması lazım, bu yok, sıfır. Bir de son zamanlarda şöyle bir durum
ortaya çıkarttılar: Yerli müzisyenlere teklif götürüyorlar ama yanlarında bir
yabancı zorunluluğu getiriyor.
-
Orkestra içine mi?
Evet,
Avrupalı bir yabancı bulun, her şeyini biz karşılayacağız diyorlar. Yani sen
kendi grubunla albüm yapmışsın ama kendi grubunla çalamıyorsun. Saçmalıkların
daniskası artık bu durum. İKSV’de bu işi elitleştiren tayfanın içinde. Hatta
birinci sırada gelir. 25 senedir caz festivali yapıyorsun ama Türkiye’de caz
müziği bir adım ileriye gitmiyor, nasıl oluyor bu iş? Her sene tonla para
harcıyorsun bu festivale üstelik. Böyle ciddi festival düzenlenen bir şehirde,
hiç değilse bunun gerçek hayata yansıması olması lazım. Yani daha çok caz
müzisyenin çıkması lazım, daha çok kulüpte çalınıyor olması lazım, İKSV’nin bu
kulüpleri desteklemesi lazım ama maalesef yok! Bir tek Garanti Bankası’nı caz
çalınan mekanları desteklerken görüyorum. Onun da desteklediği yerler hiç doğru
değil. Cazla hiç ilgisi olmayan bir kulüp, pazar günlerini caza ayırdım diyerek
Garanti Bankası’ndan senelik 100 bin lira para alıyor ve pazar günlerini de
ortalıkta olan bir takım müzikleri ‘caz’ adı altında garip bir şey sunuyor. Sen
bu parayı neden ciddi caz mekanlarına yatırmıyorsun? Bu parayı neden gerçek caz
müzisyenlerine yatırmıyorsun?
- Peki, Türkiye’de mekanların caz
müziğine tutumları nasıl?
Mekanlar,
kendi gelirleriyle ve giderleriyle eşitleyip son derece özveriyle bu işi
yapıyorlar. Nardis, İstanbul’un en önemli caz kulübü. Bu kar marjıyla başka
birinin bu işi yapabileceğine ben inanmıyorum. Sahipleri bu işe gönülden bağlı
oldukları için bugüne kadar ayakta kalabildiler.
- Ayten Alpman, Nükhet Ruacan gibi çok
önemli caz vokalistleri biz aslında pop şarkılarından tanıyoruz, onların cazcı
kimliklerini pek bilmiyoruz. Türkiye’de bu müziği icra edip de geçimini
sağlamanın mümkün mü?
Mümkün
değil ama bu soruyu cazla özelleştirmeden genel olarak sanat yaparak
geçinebilir mi, onu sormak lazım. Sanatla kim nasıl geçiniyorsa, cazla da o
kadar geçinebilirsin. Bu durum sadece Türkiye ile de alakalı değil. Bugün çok
ileri seviyede yaratıcı caz müzisyenleri New York’ta çok minimum şartlarda
kendilerini sadece bu sanata adayıp yaşıyorlar. Aynı hayatı burada yaşayan caz
müzisyenin olduğunu sanmam bile. Bugün dünyanın neresine bakarsan bak, ciddi
sanat yapıp kim rahat bir hayat yaşabiliyor?
- Çok uzun süredir Ortaçgil’le beraber
çalıyorsunuz. 90’ların başında çıkan Oyuna
Devam albümüyle ilk kez çalmıştınız. Bize Ortaçgil’le çalmaya başlama
hikayenizden bahsedebilir misiniz?
Erkan
Oğur sayesinde Ortaçgil’le ufak bir tanışıklığımız vardı. Karşılaştığımız
mekanlarda selamlaşma, hafif sohbet etme durumu oluşmuştu. 1980-1990 yılları
arasında Ortaçgil faal müzikle uğraşmıyordu, kimya mühendisiydi. O dönemlerde
müzik de yapmıyor, herhangi bir yerde de çalmıyordu, baya kimya mühendisliği yapıyordu.
Hayatını öyle geçiriyordu. Galiba o yıllarda Erkan Oğur’la ikisi çalıyorlardı.
Biz de onları dinlemeye gidiyorduk öyle bir tanışıklık vardı. Daha sonra o
grubu büyütmeye, bir de albüm yapmaya karar verince, Gürol Ağırbaş ve ben
katıldım Oyuna Devam albümü için. Dolayısıyla
ilk o albümde çaldık.
- Siz geçici olarak mı girmiştiniz
albüm için?
Yok,
albüm kaydı için girdik. Ondan sonra Ortaçgil’i takip eden seyirci az olduğunda,
ufak yerlerde çalıyordu, dolayısıyla yine bir grubu kaldıracak bir bütçe de
yoktu ortada. Bu Şarkılar Adam Olmaz’dan
sonra sabit bir kadroyla çalınmaya başlandı yanılmıyorsam.
- Sizin de katılımınızla birlikte özellikle
Şarkılar Bir Oyundur gibi parçalarda
yoğun bir caz etkisi hissediliyor Ortaçgil müziğinde...
Yani
Ortaçgil müziğinde vardır caz. Zaten caza çok yakın ve o müziği yakından takip eden
bir insan. Parçaların içerisine cazımsı öğeler katmak onun da hoşuna gidiyor
ama tam anlamıyla caz olduğu zaman da, onu da o kadar istemiyor. "Bu çok
caz oldu, bunu cazdan çıkaralım" diyor. Ortaçgil bu tip şeylere açık bir
insan, her müzisyenin getirdiği malzemeyi kabul edebilen bundan zevk alabilen
bir insan, yani müzisyenlere müdahale etmez.
-
Ortaçgil müziğine 2000’li yıllarla birlikte ilgi artmış görülüyor. Siz neye
bağlarsınız bu durumu?
İyi
ve orijinal bir şarkı yazmak, yani sözüyle, müziğiyle orijinal ve gerçekten
derinlikli bir şarkı yazmak kolay bir şey değil. Zaten böyle şarkı yazan çok
insan da yok. Pop müzikte zaten çok az. Ortaçgil, bu noktada pop ve caz müziğin
de dışında, dolayısıyla kendine ait bir noktada, onun da kendine bir dinleyici
kitlesi olduğunu düşünüyorum.
- Ama o da çok kemik bir kitleye
tekabül etmiyor mu? Şimdi bu oran biraz artmış gibi...
Ülke
ne kadar müziğe açılıyorsa, o oranda açılıyor. Yine aslında bütüne vurduğun
zaman Ortaçgil’in aldığı pay düşük. Eskiden de yüz kişiden bir kişi Ortaçgil
dinliyorsa, şimdi yine yüz kişiden bir kişi dinliyor. Ama eskiden yüz kişi
müzikle ilgiliydi, şimdi bin kişi müzikle ilgili. Dinleyicisi arttı ama orana
vurduğunuz zaman yine çok bir şey değişmiyor.
- Peki, dinleyici profili için ne demek
istersiniz? Özellikle Ankara’daki konserlerde "konser esnasında
konuşmayın" gibi bir uyarı notları asıldığına şahit oluyoruz...
Yani
konser esnasında insanların konuşması sahnedeki volümü yükseltiyor, başka bir
işe yaramıyor. Volüm, yüksek olunca akustik müzik çalması zor oluyor.
-
Konser esnasında çalan müzikle
ilgilenmeme, fotoğraf çekme falan gibi durumlar sizin konsantrasyonunuzu bozar
mı?
O
biraz içkili mekanın getirdiği bir problem. Bir de ayakta duruyorsa, onlar ne
olursa olsun ilgiyi yitirmeye başlıyorlar. İnsanların susup dinliyor olması
için oturması lazım. Normal şartlarda "Susun ulan!" deyip çalmamak
lazım, o insanların da bir daha konsere gelmemesi lazım. Ama geliyorlar.
Ortaçgil zaten tek başına çalıp, her işi yapabilen bir insan. Ortaçgil’in grupla
çalmak çalışmak istemesinin başlangıç noktası volüm yükseltmek. 90’lı yıllarda
çaldığımızda, izleyici çok konuştuğu zaman volüm olarak onların üzerine
çıkıyorduk ya da Ortaçgil, parçalarını çalmayı bırakıp avangarde şeyler çalıyorduk, ta ki seyirci uyanana kadar ya da
seyirci kaçırana kadar. Şimdi artık böyle şeyler yapmıyoruz tabii.
- Yakın dönem projeleriniz neler?
Mesela sizden solo albüm gelecek mi?
Solo
albüm düşünüyorum ama albüm yapmak, icracı olarak değil, müzik üretici olarak beni
ilgilendiriyor. Dolayısıyla beste, kompozisyon yapıyor olman lazım. Bunun için
de neredeyse beş senedir çalışıyorum. Bir yerde de neredeyse sadece kompozisyon
çalıyorum gibi bir şey oluyor. Malzeme var ama zor şeyler çıkıyor, bu işin
ilerlemesi için bir miktar maddi desteğe ihtiyacı var. Bunun sebebi de normal
çalmak istediğim bütün müzisyenlere, arka arkaya 7-8, belki de daha fazla prova
yaptırmak lazım. Bunun için de o müzisyenlerin takviminde o günü alman lazım. O
günü de alman için müzisyene o günü finanse etmen lazım. Bunun için de hiçbir
müzisyen arkadaşım benden para istemez, gönüllü katılır ama bütün bir insanları
arka arkaya sekiz defa prova için toplamamız imkansız bir hale dönüşür. İlla
birinin bir işi çıkacağından biri gelemez, öbürü gelemez dolayısıyla biz anca
bir defa prova yapıp her ay baştan çalmak durumunda kalırız. Dolayısıyla bu işi
yapamayız. Sonuç olarak albümü tamamlayabilmek için böyle bir paramız olması
lazım.
- Son zamanlarda kimleri dinliyorsunuz?
Son
zamanlarda benim takip ettiğim Steve Lehman var. Lehman, New York’un yeni ekol
müzisyenlerinden. Bu tabii, yeni bir oluşum. Bunların etrafında dönüyor son
dönem takip ettiğim müzisyenler. Benim takip ettiğim ana damar hep New York
cazı oldu.
- Yıllardır dinlemekten bıkmadığınız
bir başucu albümünüz var mı?
Miles
Davis Quintet, üç ayda bir illa ki karşımıza çıkar.
Can
Öktemer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder