Memleketçe Yeşilçam filmlerini çok
seviyoruz. Ekranda ne zaman karşımıza eski bir Türk film çıksa dayanamayıp
izliyoruz. Hatta bu yoğun ilgiyi nostaljik bir tutku haline de dönüştürüp.
Yeşilçam filmleriyle bugün çekilen filmleri kıyaslayıp "Şimdiki filmlerde
Yeşilçam filmlerinin tadı" yok bile diyoruz. Fakat gelin görün, filmlere
gösterilen ilgi Yeşilçam tarihinin kendisine gösterilmiyor. Neredeyse kendi
ailemizden bildiğimiz nice oyuncunun hayat hikayelerini, çektiği sıkıntıları bilmiyoruz
hatta ilgilenmiyoruz. bile. Dolayısıyla ülke sineması tarihine dair
bildiklerimiz de oldukça kısıtlı ve eksik bilgilerden oluşuyor. Mesela Türkiye
sinemasının gelişiminde önemli katkılarda bulunan, Ermeni, Yahudi, Rum
sinemacılar olduğu pek bilinmez. Cumhuriyet'in kurulmasından önce Osmanlı'da
ilk sinema faaliyetlerini gayrimüslimler yapmışlardır örneğin. Gerek Cadde-i
Kebir'de işlettikleri sinema salonlarına getirdikleri filmlerle gerekse de
sektör içerisinde yapımcı, kameraman, kurgucu ve oyuncu olarak çeşitli
kademelerde yer almalarıyla Türkiye sinemasının önemli bir parçası olmuşlardır.
Bununla beraber Burçak Evren gibi birçok sinema tarihçisine göre Türkiye
sinemasının ilk filmi olarak Manastırlı Manaki kardeşlerin çekmiş olduğu ve bugün
halen Makedonya Film Arşivi'nde bulunan V.
Sultan Mehmed Reşat'ın Manastır ve Selanik Ziyareti (1911) olarak kabul
edilmektedir. Yine Burçak Evren'e göre neticede Manaki kardeşler Osmanlı
tebaasından sayılabileceğinden Türkiye sinema tarihini 1911 yılından itibaren
başlatılabilir.[1]
Fuat Uzkınay imzalı Ayastefanos'taki Rus Abidesi'nin Yıkılışı filminden bir kare |
Fakat bu durum Türkiye resmi tarih
anlatısına pek uygun kaçmadığından ötürü olacak, Türkiye sinema tarihinin
başlangıç noktası olarak bu film değil, bugün hala çekilip çekilmediği
tartışmalı olan Fuat Uzkınay'ın 1914 tarihli Ayastefanos'taki Rus Abidesi'nin Yıkılışı filmi kabul edilmiştir.[2]
Gerçi bu ilk film konusu çok tartışmalı bir konudur ve halen tam bir mutabakata
varılamadığını da belirtmek gerek. Fakat netice itibarîyle Türkiye sinema
tarihini Manaki kardeşlerin filmiyle değil de Fuat Uzkınay'ın filmiyle
başlatmak bile memleketin hâkim ideolojik bakış
açısını özletmektedir. Yeşim Tabak, Altyazı
Dergisi'nde çıkan bir Tuhaf Bellek
Oyunu yazısında bu durumu harikulade bir şekilde özetlemektedir:
Kısacası ilk filmimiz, tam bir belirsizlikler toplamı. Sırf bu
yüzden bile, TC’ye yakışıyor aslında. Ayrıca Osmanlı’yı iyice eritip ondan
geriye kalanları Türkiye’ye dönüştürecek Birinci Dünya Savaşı başladıktan
sadece birkaç gün sonra, tamamen savaş psikolojisiyle gerçekleşen bir eylemi
belgelemiş bir filmden bahsediyoruz. Yönetmeni Türk, yapımcısı ordu, teması
‘milli irade’, konusu ‘bir diğer millete ait fallik imgenin imhası’, hem de
gayrimüslim bir unsurun tasfiyesi. Filmin bugüne ulaşmamış olması ise, en iyi
ihtimalle, bir özensizliğin sonucu. Daha ne olsun? Bir film Türkiye’nin ilk
filmi olmak için daha ne yapsın? Köklerle bağını havaya uçurarak yola çıkan bir
ülkeye, acı bir hatıranın silinmesini konu eden bir ilk film.
Gerçi son yıllarda bu tek taraflı tarih
anlayışını kıran akademik çalışmalar artmaya başlamıştır. Dilara Balcı'nın Osmanlı'dan
Yeşilçam'a Türkiye sinemasında gayrimüslim temsillerini incelediği çalışması Yeşilçam'da Öteki Olmak, Gül
Yaşartürk'ün Eleni, Kiko, Maria ve Yorgo
Türk Sinemasında Rumlar kitabı Yorgo Bozis - Sula Bozis'in Paris'ten Pera'ya Sinema ve Rum Sinemacılar
ve Senem Duruel Erkılıç'ın Türk
Sinemasında Tarih ve Bellek çalışması akla ilk gelenlerdir.
Bu çalışmalar Türkiye sinema tarihinin
gayrimüslimlere bakış açısının ne kadar problemli ve yanlı olduğunu
göstermesini bakımından çok önemlidir. Özellikle Dilara Balcı'nın çalışması, Türkiye
sinemasında gayrimüslim temsillerinin ne kadar gerçek dışı ve yanlı
anlatıldığını deşifre etmesi bakımından oldukça değerlidir.[3]
Balcı, çalışmasında izlemiş olduğu yüzlerce Yeşilçam filminde gayrimüslim
temsillerinin belirli stereotiplere göre tanımlandığını saptamıştır. Örneğin
Yeşilçam'da karşımıza çıkan Rumlar iffetsiz, Ermeniler tonton ve dul, Yahudiler
ise cimri olarak gösterilmiştir.
Bu listeye Nubar Terziyan'ın hatırlarının
yer aldığı ve İletişim Yayınları tarafından ilk baskısı 1994 yılında yapılan,
2014 yılında yeni bir kapak tasarımıyla yeniden yayımlanan Ne idim ne oldum... kitabı da eklenebilir. Özellikle Türkiye'de
biyografi çalışmalarında eksiklik düşünüldüğünde Terziyan'ın eseri daha önemli
hale gelecektir. Sayısız filmde rol almış emektar bir sinema oyuncusunu
yakından tanımaya fırsat veren kitap yakın dönem Türkiye'nin gayrimüslimlere
uygulanan ayrımcı politikaların bir özeti gibidir. Cumhuriyet tarihinde
gayrimüslimlerin başına gelen bütün ötekileştirici siyasetten Nubar Terziyan da
etkileniyor. Ne idim ne oldum...
içtenlikle yazılmış sade bir hayat öyküsü. Terziyan hatıralarını kuruluşu
1908'e kadar giden Ermenice gazete Jamanak'tan gelen ısrarlar sonucu yazmış.
Sadece Yeşilçam'ı değil ama hayatının sıradan detaylarını, eski İstanbul'u,
çocukken ne kadar yaramaz olduğunu, komik askerlik hatıralarını, çapkınlık
maceralarını, yaşlılığını ve hayatın hızına yetişmemesini her cümlenin başına
"sevgili okuyucu" diyecek kadar zarif bir dille anlatan Nubar Terziyan,
hayatta en çok eşi Katrin'i sevdiğini söylüyor. Boğazda yüzmeye bayılırmış bir
de, yaz kış deniz girermiş. Bu tutkusu boğazın iyice kirlendiği dönemlerde bile
devam etmiş. Deniz dışında, Nubar Terziyan'ın tutkuyla bağlandığı bir başka şey
ise; haliyle oyunculuk.
İlk Oyunculuk Deneyimi Tiyatro, ilk film Efsuncu Baba
Nubar Terziyan, gençliğinde polis
olmayı düşlerken, kendisini bir anda sahnede bulmuş. Polis olamadığı için
üzülürken, bu hayal kırıklığını da, sinema da oynadığı komiser rolleriyle
telafi etmiş. Terziyan'ın sahne tozunu ilk yutması okul müsamerelerinde
hazırladığı piyeslerle olmuş. Okulda "Artist Nubar" lakabını hak
edecek kadar başarılı bir oyuncuymuş. Zaten sınıftaki yaramazlıklarını, sahnedeki
başarısıyla unutturuyormuş. Yirmi üç yaşındayken "Gençler Temaşa
Heyeti"ne girmiş. Burada yakın arkadaşlarıyla bir çok klasik oyunu
sahnelemişler. O yıllarda hem babasının dükkanında çalışıp hem de tiyatro
temsilleriyle haşır neşir olmuş. Bununla beraber sadece
oyunculuk yapmıyor, bilet kesme, kazanılan parayı bölüştürme işleriyle de uğraşıyormuş. Nubar Terziyan bu hatıraları "ne kadar başarılı" bir oyuncuyum
havasında değil, aksine tevazuunu bir an olsun bırakmadan aktarıyor bizlere. Hamlet
oyunu için ihtiyaç duyulan kurukafayı, mezarlıktan nasıl çalıp daha sonra aynı
kurukafayı yerine nasıl koyduklarını anlatarak ya da film setine gelen
kavuncundan nasıl kavun seçtikleri gibi hayatın içinden detaylarla aktarıyor.
Sonsuz mesleki başarılar, ödüller geçidi yok anlayacağınız. Zaten kendisinin
aldığı tek ödül 5. Ankara Film Festivali'nin 1993 yılında verdiği Emek Ödülü
olmuş. Terziyan hem oyunculuk hem de bilet kesme işleriyle uğraştığından, yer
sırası kavgası sebebiyle mahkemelik de olmuş. Mahkemelik olma sürecinde hakim
karşısında sahnedeymiş gibi nasıl 'rol' kestiğini anlatması onun oyunculuğa ne
kadar tutkulu olduğunun da bir göstergesi. 1940'lı yılların başında ise
tiyatrodan sinemaya ilk geçişi ise Aydın Arakon'un Efsuncu Baba (1949) filmiyle oluyor. Kaleme aldığı tek Yeşilçam
anısı da bu! Görüşme için gittiği Atlas Film sahipleri Murat Köseoğlu ve Nazif
Duru'yu, Efsuncu Baba filmindeki
iplikçi rolünü kaptıktan sonra, sokakta büyük bir jön edasıyla nasıl keyifle
yürüdüğünü, rolüne çalışmak için gecesine gündüzüne nasıl kattığını uzun ve
iştahlı bir şekilde anlatıyor. Seyircinin aklında yer ettiği babacan, iyi
yürekli, yardımsever rollerin aranan oyuncusu Nubar Terziyan, Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni (Yavuz
Turgul, 1990) ve Bodrum Hakimi (Türkan Şoray, 1971) gibi birçok ünlü yapımda da yer
alır.
Bu süre zarfında Türkiye siyaseti
hararetli bir döneme girer. Milliyetçilik zehri siyasi erkler tarafından
topluma boca edilmeye başlanır. 1934 yılında Trakya'da Yahudilere uygulanan
şiddet eylemleri, 1950'li yıllarda Varlık vergisi kanunu, yirmi kur'a askerlik
ve nihayetinde 6-7 Eylül olayları patlak verir. Bir tür Türkleştirme
politikasıdır yaşanan. Siyasi iktidarın baskısı ve medyanın azımsanmayacak
yönlendirmesiyle Türkiyeli gayrimüslimlerin büyük bir çoğunluğu ülkeden
ayrılmak durumunda kalır, ekonomik olarak zor duruma düşer. Dolayısıyla o
yıllarda gayrimüslimlere uygulanan bütün ayrımcı politikalardan Nubar Terziyan da
etkilenmiştir.
Nubar Terziyan 6-7 Eylül Olaylarının Ortasında Kalıyor
Terziyan, her ne kadar kitapta Varlık
Vergisi'nin yaratmış olduğu tahribatı anlatmamış olsa da, o dönem birçok
gayrimüslim vatandaşın bu ayrımcı ekonomi politikalar yüzünden büyük
mağduriyetler yaşamış, işyerlerini kaybetmişlerdir. Dolayısıyla o yıllarda
Yeşilçam'da yapımcı ve sinema salonu işletme sahibi birçok gayrimüslim de
Varlık Vergisi borcunu ödeyemedikleri için şirketlerini kaybetmek durumunda
kalmışlardır.[4] Varlık Vergisi yaratmış
olduğu ağır tahribat sebebiyle sinema sektörü içerisindeki birçok gayrimüslim
yavaş yavaş piyasanın dışına itildiklerinden sektör içerisinde tutunabilen çok
az sayıda gayrimüslim sinemacı kalmıştır.[5]
Türkleştirme politikalarının yoğun olarak yaşandığı 1940'lı yıllarda
Ermenilerin, Yahudilerin, Rumların başına gelenlerden Terziyan da nasibini
alıyor. Örneğin, 20 kur'a askerlik nedeniyle 1941 yılında tekrar askere alındığını
şöyle anlatıyor:
Sene 1914, herkes gibi
bizler de tekrar vatani vazifeye çağrıldık... Askerlik şubesine gidip teslim
oldum. Dağıtımda beni Boğaziçi'ne sevk etmişlerdi, evvela Bentler, daha sonra
Zekeriyaköy ve sonunda Gümüşdere.
Nubar Terziyan, yeniden askere
alınmasıyla ilgili olan kısımlar üzerinde pek durmuyor, o kısımları komik
askerlik hatıraları olarak anlatıyor. Lakin kitabın en can alıcı ve çarpıcı
bölümü 6-7 Eylül olayları sırasında yaşadıkları oluyor.[6]
Nubar Terziyan, 6- 7 Eylül olaylarının başladığı sıralarda, evinde neşe ile
gazete okumaktadır. Hatta eşi Katrin'in onun bu neşeli haline şaşırıyor. Daha
sonra sokaktan inanılmaz bir gürültü duyuluyor. Nubar Terziyan, dışarıya çıkıp
gürültünün ne olduğuna bakmaya çıkıyor. Sokaktan kalabalık bir insan grubu
"Bayrak asın, bayrak asın" diye bağırarak gelmektedir. Nubar
Terziyan, olayların ne olduğunu anlayamaz. Karısının telaşla eline tutuşturduğu
bayrağı giriş katında oturduğu evine asar. Bu sırada Terziyan, kalabalıktan gelen
"bayrak asmayan dükkanların kapılarını, camlarını indirin" sözünü
işitir, o sırada karşı sokakta oturan kırtasiyeci olan arkadaşının dükkanına
bayrak asmaya gider. Arasına karıştığı grupla Taksim'e doğru sürüklenirken
kalabalığın amacını anlar: Aya Triada Kilisesi'ni yakmak.
Terziyan, durumu önlemek için yerde
bulunan gaz dolu bidonları tek tek döker. Bu sırada Polis tarafından göz altına
alınır ama Aya Triada Kilisesi’ni yanmaktan kurtarır. Uzun saatler Polis
gözetiminde kalır ve sonunda serbest kalır. Nubar Terziyan, yaşananlar hakkında
olumsuz hiçbir şey söylemiyor, ufak bir sitemle yetiniyor:
Ruhlarımız Tanrı'ya hesap
vermek üzere uçar, bedenlerimiz ise akreplere, çıyanlara yem olmak üzere
toprağa girerler. "Hepimizin babası Adem ve anası ise Havva," deriz,
demek hepimiz kardeşiz. Ama sonra bunları unuturuz, kardeş kardeşi vurur ve
birbirimizi yeriz.
Nubar Terziyan'ın isim bile vermeden,
sıradan bir olay gibi anlattığı ve yakın dönem Türkiye tarihinin en karanlık
günlerinden biri olan 6-7 Eylül Pogromu’na dair kitapta olumsuz bir şey
söylememesi, yaşananları neredeyse kaderci bir yaklaşımla yorumlaması, üzerine
uzun uzun düşünülmesi gereken bir husustur. Onun yaşadıkları karşısındaki
sessizliği, Cumhuriyetin azınlıklara karşı uyguladığı yoğun baskının sonucu olmasıdır
bir bakıma. Dolayısıyla kendisinin bu acı hatıraları doğrudan, adını koyarak
anlatamamasına yol açmış olabilir. Gerçi Nubar Terziyan'ın, Sevag Beşiktaşlıyan'ın
yazısında belirttiği gibi bu uzun baskı ve ayrımcılık döneminde bile ismini
değiştirmemesi önemli bir direniştir. Netice itibariyle Yeşilçam'da Ermeniliğini
saklamayan nadir oyunculardan biri olmuştur.
Yeşilçam'da yakından tanıdığımız birçok gayrimüslim
oyuncu 1940'lı yıllarda hızla yükselişe geçen milletçilik söyleminin yaratmış
olduğu tedirginlikle kimliklerini saklama ihtiyacı duymuşlardır. Örneğin, Adile
Naşit, Vahi Öz, Kenan Pars gibi ünlü oyuncular Ermeni kimliklerini
saklamışlardır.[7] Gerçek ismi Kirkor
Cezveciyan olan Kenan Pars'ın bu meseleyle ilgili şöyle bir sözü vardır: "Kirkor
Cezveciyan, sadece kimliğimdeki adım. Kullanmıyorum. Türkiye’de doğan, Türkiye
Cumhuriyeti nüfus cüzdanını taşıyan, bir Türk gibi yaşayan adama ne denir? Ben
bir Türk’üm”
İşte böyle bir dönemde Nubar Terziyan üzücü
bir olay yaşar. Ayhan Işık'ın hayatını kaybetmesinden sonra gazeteye vermiş
olduğu ilana “Oğlum Ayhan, dünya fanidir ölüm herkese nasip ama sen ölmedin
zira geride bıraktığın bizlerin ve milyonların kalbinde yaşıyorsun. Ne mutlu
sana (...) Amcan: Nubar Terziyan.” Ayhan Işık'ın ailesinden şöyle bir cevap
gelir: “Önemli bir düzeltme. ‘Amcan Nubar Terziyan’ imzasıyla çıkan ilanla
sevgili varlığımız Ayhan Işık’ın hiçbir ilişkisi yoktur. (...) Görülen lüzum
üzerine üzüntüyle duyururuz. Ailesi.”
Görülen odur ki, Ayhan Işık'ın 'Ermeni'
olarak algılanması ihtimali bile ailesi için kabul edilebilir bir olay
değildir. Nubar Terziyan'ın oğlu Berç Alyanakziya ile yapılan röportajda, bu
duruma babasının çok üzüldüğünü ve "bu iş böyle olmayacak" dediğini
öğreniyoruz.[8] Yukarıda da belirttiğimiz
gibi Nubar Terziyan'ın ve diğer gayrimüslimin yaşadığı acıları, sıkıntıları
dile getirememeleri yoğun siyasi baskılar neticesindedir. Dolayısıyla Nubar
Terziyan'ın kitapta satırlarına döktüğü geçmişe yönelik sitemle karışık şu
sözü bugün için oldukça anlamlıdır: "Doğduğum memlekette kendimi sizlere
sevdirdim, paradan ziyade sempatinizi kazandım."
Lakin herkesin gözünün önünde cereyan
eden bu olaylar karşısındaki bizim suskunluğumuz, bu hakikatlerin ortaya
dökülmesi için bunca yıl beklenmesi, daha yeni yeni resmi tarih anlatılarının
dışına çıkan hakikatlerin tartışılmaya başlanması, önemli bir tartışma meselesi
olarak kenarda durmaktadır.
Bununla beraber o yıllarda, olaylar çok
tazeyken yaşananları anlatmayan, görmezden gelen birçok yazarın, aydının da
olduğunu biliyoruz. Peki, onları bu suskunluğa iten sebep neydi? Bu sorulara
hakiki cevaplar aramak gerek. Çünkü ne de olsa "anlatılan senin
hikayendir" bir anlamda. Nubar Terziyan gibi tarihe tanıklık etmiş
oyuncuların anıları yakın dönem siyasi tarihimiz hakkında önemli cevaplar
verebilir. Dolayısıyla da Nubar Terziyan'ın hatıralarını da sadece çok
sevdiğimiz bir Yeşilçam oyuncusunun hatıraları olarak değil, aynı zamanda yakın
dönem siyasi tarihinin bir özeti olarak da okunmalıdır kanımca.
Can Öktemer
* Bu yazı Sekans dergisinde yayımlanmıştır.
[1]
Osmanlı'da ve Cumhuriyet'te sinemanın ilk yıllarına dair bkz. Dilara Balcı,
Yeşilçam'da Öteki Olmak, s. 87
[2] Yeşim
Tabak'ın Bir Tuhaf Bellek Oyunu yazısının tamamı için: http://www.altyazi.net/yazilar/diger/bir-tuhaf-bellek-oyunu/
[3] Dilara
Balcı'yla yapılan bir söyleşi için: http://www.agos.com.tr/tr/yazi/5602/yesilcamda-ermeniler-tonton-rumlar-iffetsiz
[4] Bu
konuda Ali Özuyar'ın Kebikeç dergisine
2009 yılında yazdığı makale için: Varlık Vergisi Mağduru Sinemacılar https://kebikecdergi.files.wordpress.com/2012/07/16_aliozuyar.pdf
[5] Dilara
Balcı'nın Yeşilçam'da Öteki Olmak kitabında bu konu hakkında bahsettiği bölüm
için: Türkiye Sinema Sektöründe Gayrimüslimler s.67-71
[6] Nubar
Terziyan'ın 6-7 Eylül olayları sırasında yaşadıklarına dair daha uzun ve
detaylı bir yazı için, Sevag Beşiktaşlıyan'ın yazısı: http://www.agos.com.tr/tr/yazi/2634/nubar-terziyan-6-7-eylulu-anlatiyor
[7] Mesut
Kara'nın Evrensel'e bu konu hakkında yazdığı yazı için:
http://www.evrensel.net/yazi/71636/adile-isiyan-kirkor-nubar
[8] Berç
Alyanakziya ile yapılan röportaj için:
http://www.agos.com.tr/tr/yazi/10884/iyi-ki-dogdun-nubar-terziyan