Suriye'de
yaşanan iç savaş nedeniyle, zorunlu göçün gündemde olduğu sığınmacıların
trajedilerine her gün tanık olduğumuz bir dönem geçiyoruz. Türkiye'de özellikle
1950'li yıllarda Almanya'ya giden Türkiyeli işçiler sebebiyle göç olgusuyla
karşı karşıya kalmıştı. Göç olgusunun izdüşümü kendisini sinemada da
göstermişti. Hem Yeşilçam'da hem Alman sinemasında bu konuyu anlatan bir çok
filmle karşılaşırız. Almanya'ya göç eden ailelerin üçüncü kuşakları ise kendi
filmlerini çekmeye başlayınca ortaya çok daha farklı bir göçmen sinemasıyla
karşılaşılır olmuştur. Bununla beraber Yeni Türkiye sinemasında son yıllarda
sıklıkla karşımıza çıkan konuların başında taşra sıkıntısı gelmekte. Bağımsız
sinemacıların taşraya olan bakışı ve taşrayı "sıkıntı" olarak
tanımlamaları üzerinde tartışılmaya değer bir konu olarak görülüyor. Göçmen
sineması üzerine doktora tezi yazan ve bu çalışmasını Altyazılı Rüyalar Avrupa Göçmen Sineması üzerine kitaplaştıran
öğretim görevlisi Özgür Yaren'le göçmen sinemasının dünü bugünü, sinemada çok
kültürlülük, melezlik ve taşra sıkıntısını, taşra sineması üzerine konuştuk.
Can Öktemer ve Özgür Yaren |
- Altyazılı
Rüyalar Avrupa Göçmen Sineması isimli kitabınızdan yola çıkarak genel
olarak göçmen sinemasını nasıl tanımlarsınız?
Göçmen
sineması bugünden baktığım zaman tarihin belirli bir evresinde ortaya çıkmış
bir tür. Hatta bir alt tür gibi görülüyor. Bu alt tür lafı yanıltıcı olabilir,
çünkü genellikle tür formel yani biçimsel özellikleri imler; ama burada belirli
özelliklerin ortak olduğu bir grup filmin oluşturduğu bir alt tür söz konusu.
Bu da kabaca II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa'ya doğru yönelen göç
hareketlerinin bir kuşak sonrasında oradaki sosyal durumun karşılık bulmasıyla
başlayan, ikinci ve üçüncü kuşağı da kapsayan yaklaşık 30 yıllık bir dönemi
anlatıyor.
- Göçmen sinemasına yönelik ilk
örnekleri Almanya özelinde görmekteyiz. Bu sinema sıklıkla göç alan ülkelerde
mi belirdi ilk olarak?
Doğal
olarak öyle gelişti. II. Dünya Savaşı sonrası göç, ilk başta çok planlı,
programlı organize bir şekilde yapıldı. Karşılıklı antlaşmalarla işçiler
gönderildi. Tabii geçici olması planlanıyordu ama daha sonra durum öyle olmadı.
O meşhur laf vardır ya, "Biz işçi istedik, onlar insan gönderdiler."
Gidenler insan oldukları için işin boyutu değişti. Sözleşmelerle sınırlayamadılar
insanların hayatını. İşçi alım programları ilk defa Almanya'da başladı. Daha
sonra diğer Batı Avrupa ülkelerinde de benzer antlaşmalar gerçekleştirildi.
Tabii Fransa'daki durum Almanya'dakinden farklıydı. Fransa fazladan emeğe
ihtiyaç duyunca, sömürgelerine göz çevirdi, gelen işçiler Fransa'nın eski
sömürgelerinden, Kuzey Afrika ülkelerinden geldiler. Almanya'da durum öyle
olmadığı için hemen hemen Avrupa'nın her tarafından özellikle Doğu Avrupa'dan,
Akdeniz havzasından ve Türkiye'den göç aldı. Biraz daha parçalı bir
hareketlilik yaşandı. Kısa bir süre sonra 60'ların sonuna kadar Batı Avrupa'da
bu göç hareketleri sokakta görünür hale geldi. İlk başlarda giden göçmen
işçiler, işyerlerinin onlara sağladıkları yurtlarda kalıyorlardı. Daha sonra
zamanla toplumla karışmaya başladıkları anda doğal olarak daha görünü hale
geldiler. Bu nedenle göçmen sinemasına dair ilk örnekleri Almanya'da ve İsviçre'de
karşımıza çıktı.
La Haine-Mathieu Kassovitz |
- İlk göçmen filmlerini kimler yapmıştı
ve sorunu nasıl ele almışlardı?
İlk
göçmen filmleri, göçmenler ya da onların çocukları tarafından yapılmadı. İlk
göçmen filmleri "ev sahibi" ülkelerin sinemacıları, aydınları
tarafından yapıldı. Bir toplumsal sorun çerçevesinde görülerek üretildi. Bir
tür sınıf sorunu olarak ele alındı. O yüzden göçmen sineması bugünden baktığımızdan
ilk dönemlerinde bir tür sosyal görevli perspektifine ve hatta biraz aydın
vicdanına sahipti. Sakıncalı tarafları da var bu durumun. Nedir o sakınca? Bir
kere toplumsal sorun olarak görünce ister istemez bu işten zarar gören
kurbanlar olarak görmeye başlıyorsunuz gelen işçileri. Bu da bir tür uyuşmaz
bir karşıtlık yaratıyor. Biz ve onlar var. Onlar geldiler emekleri sömürülüyor,
kültürel çelişkiler yaşıyor, zorlanıyorlar. Böyle düşünmenin mantıksal sonucu:
İki kültür bir arada yaşayamaz. Bugünden baktığımızda çok şey değişti Avrupa'da.
Göçmenlik halen çok yakıcı bir problem olarak karşımızda. Onun yarattığı bir
reaksiyon olarak reaksiyoner bir siyaset yükselişte. Reaksiyonerin Türkçe
karşılığı gerici demektir. Gerici siyaset yükselişte, yani milliyetçi, şovenist,
yabancı düşmanı bir siyaset yükselişte ve aslında aydın vicdanıyla, hümanizmle
biçimlenen ilk dönem göçmen filmleriyle göçmen karşıtı siyasetin kabulleri çok
farklı değil. İkisi de iki kültürün bir arada yaşayamayacağından yola çıkıyor.
İlk filmler yabancıların kültürel zorluklar yaşadığını dile getiriyordu. Yeni
kuşak reaksiyoner siyasetçiler daha farklı biçimde aynı önyargıyı
dillendiriyorlar.
- Kültürel entegrasyon meselesiyle Fassbinder
gibi yönetmenler pek ilgilenmemiş gibi gözüküyor. Biraz daha sol tınılı,
birlikte nasıl yaşacağız sorusu üzerinden değil de, emeklerinin sömürüsü
üzerinden gitmişler sanki.
Evet
ama onları suçlamamak lazım, henüz bu sorulara cevap aramak için erkendi onlar
o filmleri çekerken. Çünkü henüz birlikte yaşayıp yaşayamayacağımız belli
değildi. Sadece artan yabancı bir işçi nüfusu vardı. Bu nedenle onlardan
filmlerinde böyle tavır almalarını beklemek biraz acımasızca olabilir. O zamanlar
yaygın bakış açısı göçmenlik meselesini sorun görmekti. Bir sosyal görevlinin
soruna yaklaşımı gibi "Bu yaraya nasıl pansuman yapabiliriz?" bakışı
hakimdi. Daha sonra bu tutum değişti. Özellikle ikinci kuşaklar arasından çıkan
sinemacılar kendi seslerini duyurmaya başladığında, sadece bu kurban ve ezilen
kimliği içerisine sıkışmışlıktan bir parça kendilerini kurtardılar. Çok
seslilik ortaya çıkmaya başladı. Dolayısıyla bu perspektif de değişmeye
başladı.
Duvara Karşı-Fatih Akın |
- Fassbinder ve benzer sinemacılarda
ilk örneklerini gördüğümüz göçmen sineması Fatih Akın gibi yönetmenlerin ortaya
çıkmasıyla birlikte daha bir melezleşti diyebilir miyiz?
Ona
doğru evirilmeye başladı. Avrupa göçmen sinemasını asla Hollywood sinemasından
ayrı düşünmemek lazım. 90'lı yıllarda gençlik filmleri, getto gençlik filmleri
çok popülerdi. Özellikle Fransa'da başlamıştı. Fatih Akın'ın ilk filmi Kısa ve Acısız da öyle bir filmdir.
Orada da göçmenler sesleri çıkmaz, edilgen kurbanlar değillerdi ama küçük
suçlara bulaşan ve gettoya hapsedilmiş, hikaye içinde eylemler girişse de kendilerini
kurtaramayan karakterlerdi. Sessiz ve edilgen kurban göçmen imgesinin yerini
önce gettoda yaşayan, biraz da isyankar gençler aldı diyebiliriz.
- Önceki dönemle benzerlikleri sanırım
bu karakterlerin yine alt sınıfa mensup olmaları.
Evet,
yine alt sınıfa mensuplar. Kuşkusuz Avrupa'ya yönelik göç, sınıfsal bir
hareketti. Önce işçiler geldiler. Afrika'da örneğin Hindistan'dan gelen esnaf
göçmenler görürsünüz. Latin Amerika'ya gidin, orada Orta Doğu kökenli çoğunluğu
Arap Hıristiyan bir ticaret diasporası görürsünüz. Onlar da esnaflık yapmaya
gitmişlerdir. Ama Avrupa'ya göç daha kararlı bir şekilde işçi göçüydü.
Dolayısıyla bu filmlerin her zaman bir sınıfsal geri planı oldu. Daha sonra çok
kültürlülük tartışmasıyla birlikte göçmen karakterler de onların sınıfsal geri
planları da dramatik bir biçimde çeşitlendi. Hikayeler sınıfsal geri planını
biraz yitirdi. Bugün baktığımda göçmen sinemasının bir parantezi kapattığını
söyleyebilirim. Çünkü artık Avrupa'da yaşayan göçmenlerin sorunları ya da çok
kimlikli zenginlikleri etrafında dönen temalar bir tarafa bırakıldı. Bunların
yerini henüz göçmeye çalışan yasa dışı göçmenler ve sığınmacılarla ilgili
filmleri almaya başladı.
- Çok kimlikli, melezleşmiş filmler,
sinemayı özellikle de Avrupa sinemasını bu anlamda nasıl değiştirdi?
Bu biraz da 90'lı yıllarla gelen post modern
dalga içinde geldi. Edebiyatta da benzer bir durum söz konusuydu. Kimliği
sorgulayan, onun da ötesinden gerçekliği ya da gerçekliğin tek bir yorumunu
sorgulayan post-modern anlatılar ortaya çıktı. Daha sonra kimliğin sabit insanın
doğasına özgü bir şey olmadığı, bunun bir tür performans olduğu, değişebileceği
dönüşüme uğrayacağı, siz ne kadar etiketlemeye çalışırsanız çalışın, o dönüşüme
o evrime yetişemeyeceğiniz kabul görmeye başladı. Bu kimliğin akışkanlığı
meselesi Avrupa göçmenliğiyle tam uyuştu. İşte bu da ilk göçmen filmlerinin o
katı ikili dünyasının siyah ve beyaz sınırlarını yıkmış oldu. Bu filmler
böylelikle sınıfsal ve kültürel ikilikleri yıkmış oldu. Şimdi tekrar bugüne
gelecek olursak; bu tür ikiliklerin tekrar yeni baştan kurulmaya başladığını
görüyoruz. Post-modernizm çok iddialı bir şekilde modernizmin altını oymak
üzere ortaya çıktı. Geldiğimiz noktada tekrar kimlik meselesi belirleyici
olmaya başlamış gözüküyor.
- Avrupa'da Suriyeli göçmenlerin
sebebiyle yükselen yeni bir sağ, İslamofobik milliyetçi bir söylem var. Siz de
"Göçmen Sinemasını Yeniden Düşünmek" isimli makalenizde yazmıştınız,
Avrupa'nın çok kültürlü, demokratik yapısı başka bir yere doğru eviriliyor. Bu
dilin sinemaya yansıması nasıl olacak sizce?
Bu
aralar en çok sığınmacılarla ilgili filmler çekiliyor. Göçmenlerin, sığınmacılardan
şöyle bir farkı var: Göçme işini başarıyla tamamlayıp geride bırakmış olanlara
göçmen diyoruz. Sığınmacılar henüz sınırı geçmeye çalışıyorlar. Kaçak bir
şekilde yasadışı yollarla sınırı geçmeye çalışıyorlar. Henüz toplumsal bir
kategori olma sürecinin başındalar. Sığınmacının uyum sorunu hakkında
konuşabilir miyiz? Geçiş aşamasında yani kelimenin tam anlamıyla sınırı geçiş
aşamasındalar. Bir sınırdan diğer sınıra geçiş aşamasında olan bir gruptan
bahsediyoruz. Bu çok kırılgan bir grup, görebildiğim kadarıyla filmlerin derdi
en çok bu trajediler gibi gözüküyor. Bahsettiğiniz İslamofobi ve yabancı
düşmanlığı filmlerde ortaya çıkar mı? Bunun için sanat sineması yerine ana akım
sinemaya, televizyon dizilerine bakmak lazım.
- Dilerseniz biraz da Yeni Türkiye
sineması üzerine konuşalım. 1990'lı ve 2000'li yıllar Türkiye sinemasında ana
eğilimin "bastırılanın geri dönüşü" olarak tanımlanır ve bu dönemde
Türkiye sinemasında daha önce pek işlenmemiş birçok konunun işlenmeye
başlandığından bahsedilir. Siz genel olarak bu dönemi nasıl tanımlarsınız?
1990'lı
yıllarda bu tip konularda utangaç çabalar vardı diyebiliriz. Onların çok daha
güçlüsü 80 öncesi Yeşilçam'da Yılmaz Güney sinemasında vardı mesela. 1990'lı
yıllar o anlamda bence dönüştürücü, devrimci olmadı. 2000'li yıllardan sonra
belki bahsettiğiniz "bastırılanın geri dönüşü" gibi bir durum
yaşandı. Bu dönemde çekilen filmlerin bazılarında Kürt sorunu, azınlık sorunu
gibi konular gündeme gelmeye başladı. O da bu konuda birden bire
aydınlandığımız için değil, bütün dünyada kimlik politikasının öne çıkmasıyla
ve sınıf sorunun politik arenadan dışlanmasıyla mümkün oldu.
- Türkiye sineması 1990'lı yıllarda
yaşanan olayları anlatabildi mi, yüzleşebildi mi? Bu olayların anlatısını
politik sinema çerçevesinde kurabildi mi sizce?
Kuramadı,
hatta onu bırakın Gezi eylemlerine dair bir film bile yapılamadı. Belli ki, bu
konularda bir takım sorunlarımız var. Bu sorunların sadece sansürle ilgili
olduğunu da düşünmüyorum açıkçası. Yaratıcılıkla alakalı olabilir.
- Türkiye'deki politik sinema için,
halen dilini arayan bir sinema diyebilir miyiz?
Politik
sinema denildiğinde aklıma iki şey geliyor. Özellikle 2000'lerden sonra ön
plana çıkan ve kimlik meselelerine odaklanan sinema. Diğeri de onun özel bir varyasyonu
olan Kürt sineması. Kürt sineması politik olarak daha aktivist bir yerde
duruyor. Aslında ikisi de aynı soruna çözüm arıyorlar: Türkiye'de bastırılan
kimlikler meselesine. Bir grup daha liberal bir çerçeve içerisinden arıyor, bir
grup daha biraz aktivist ve milliyetçi bir çerçeveden yanıt arıyor. Politik
sinema adına Türkiye'den görebildiğim en belirgin örnekler bunlar.
- Azınlıklar nostaljisi de var.
Bu
aslında tek başına azınlıklarla ilgili olmayabilir. "Azınlık nostaljisi"
Türkiye'de yaşadığımız genel kimlik problemliyle de alakalı olabilir.
Türkiye'de öne çıkan baskın kimlik özelliklerinin bazılarımızın çok kabullenmek
istememesiyle ilgili olabilir. Onun yerine ikame kimlikler arayışımızla ilgili
olabilir. Daha çok Avrupalı olmaya çalışmamızla ilgili olabilir.
- 1990'lı yılların azınlık nostaljisi
üzerine ve İstanbul'da giderek artan göç dalgaları sonucu İstanbul'un
çehresinin değişmesi üzerine "Bize de Lozan kapsamında azınlık statüsü
verilmeli" minvalinde yazılar çıkıyordu.
Türkiye'nin
sunduğu baskın kimlikten dolayı ortaya çıkan huzursuzluğun bir nedeni de hayat
tarzına ilişkin kaygılardır. O yüzden o yazıların söylediği şey çok absürt
değil dertlerini anlayabiliyorum. Türkiye'nin sunduğu tabldot menüden
huzursuzluk duyuyorsak, başka şeyler aramaya başlıyoruz. Bir yandan kişisel
olarak da hikayemizi Avrupa'yla ilişkilendirmeye çalışıyoruz diğer yandan
Avrupa'yla ilişkinin aracısı olduğunu düşündüğümüz azınlıkları özlüyoruz.
Bir Zamanlar Anadolu'da-Nuri Bilge Ceylan |
- Son dönem Türkiye sinemasında
sıklıkla karşımıza çıkan bir başka konu da "taşra sıkıntısı". Bu
konuyla ilgili de çok fazla film üretiliyor. Siz genel olarak bu filmleri nasıl
değerlendirirsiniz?
Taşrayı
sadece içinde sıkıldığımız bir yer olarak görmek tuhaf, arızalı bir durum var.
Sanki içinde yaşadığımız kentler, "kent özgürleştirir" deyişine çok
uygun, buralarda özgürce hareket edebiliyoruz da, taşraya gittiğimizde Amerikan
korku filmlerinde gördüğümüz o tekinsizlikle, sıkıntıyla karşılaşıyoruz.
Halbuki öyle bir şey yok. Türkiye'de açıkçası kentlerle daha küçük yerleşim
yerleri arasında çok dramatik farklılıklar olduğunu düşünmüyorum. Yerli filmler
taşra sıkıntısıyla meşgul olmaktan kent hayatına ilişkin bir başka bir beylik
temaya geçmeye vakit bulamıyorlar. Örneğin, Abbas Kiarostami filmlerinde olduğu
gibi, kentlerin boğuculuğundan, sıkıcılığından, kalabalığından kaçmaktan ve
daha basit bir yaşam arayışı için taşraya doğru yönelmekten bahseden pek yok. Bu
biraz daha köklü ve eski bir fikir. Kentlerin çok karmaşıklaşmaya,
kalabalıklaşmaya başladığı, sıkıcı, boğucu hale geldiği bireyi boğduğu endişesi
ve buna çözüm olarak da daha basit bir dünya arayışı çok daha eski ve köklü bir
fikir. Avrupa'da özellikle Almanya'da ve İsviçre'de başlayan 19. yüzyılın sonu
ve 20. yüzyıl başına doğru uzanan çok daha köklü bir hareket. Kurtuluşu doğada,
daha basit bir hayatta arama düşüncesi. Yerli filmlerde durum tam tersi,
kentler daha yaşamaya elverişli alanlar, taşra ise daha boğucu bir yer. Bir
kere kurtuluşu doğada aramak için, insanın çok kentli olması lazım. Taşrayı
unutmuş olması lazım. Tamamen kent tarafından absorbe edilmiş olması lazım ki,
taşrayı idealize edebilsin, romantikleştirebilsin, orayı huzur bulunan bir yer olarak
görebilsin. Türkiye'de taşrayı mesele eden sinemacıların böyle bir derdi var.
Onlar belki hala içlerindeki taşralıyı korudukları için taşrayı bu kadar
romantize edemiyorlar, idealize edemiyorlar. Taşra deyince -belki biraz kaşımak
lazım burayı- kendi kişisel hikayeleri, tarihleri akıllarına geliyor ve
hatırladıkları şeylerden çok mutlu olmuyorlar. Geriye dönüp baktıklarında
şimdiki hallerinden daha çok memnun görünüyorlar. Bu da tipik taşradan yeni
gelmiş orta sınıf ideolojisi. Orta sınıflar -küçük burjuvazi- genelde daha
yoksul olmadıkları için kendi hallerinden memnundur. Elbette bu iddia
spekülasyondan ibaret; son dönem sinemamızdaki taşra sıkıntısı temasının
yoğunluğunu, sinemacılarımızın taşralı olmasına bağlıyorum.
- Yumurta
filmindeki Yusuf karakteri de, kendi içindeki sıkıntıdan kurtulmak için
taşrayla barışıyordu.
Öyle
idi ama Semih Kaplanoğlu'nun o üçlemesinin tamamında Yumurta filminde de taşra yine boğucu, hiçbir şeyin olmadığı, eylemin
söz konusu olmadığı mekanlardı. Filmin sonunda karakterin içsel kurtuluşunu
orada bulması önemli değil, filmin bize nasıl evren sunduğu daha önemli. Nasıl
bir taşra evreni sunuyor, ona bakmak lazım. Üstelik Semih Kaplanoğlu kendisini
muhafazakar olarak tanımlıyor. Bu bakımdan onun belki taşraya daha yakın olması
beklenir. Buna rağmen onun filmlerinde de taşra çok boğucu bir mekan olarak
karşımıza çıkıyor. Bu da enteresan bulduğum bir durum.
Yumurta-Semih Kaplanoğlu |
- Yozgat
Blues'da farklı bir taşra yorumu sunuyordu; kurtuluşu büyük şehirde değil
de taşrada arama fikri.
Orada
kurtuluş önerisinde değildi Yozgat Blues.
Burası da fena değil ya da şehirden pek farklı değil demek istiyordu. Bence
taşra eşittir sıkıntı filmlerinin yanında daha sağduyulu bir örnek olarak
karşımıza çıkıyordu.
- Taşra sıkıntısının seyri biraz
enteresan bir şekilde ilerliyor sanki. Televizyonda büyük şehrin boğuculuğundan
kaçıp, taşrayı bir ruhsal arınma olarak gösteriyor. Sinemada ise tam tersi bir
durum var.
İşte
demek ki böyle bir döngü var. Hepimiz taşradan kentlere göçüyoruz. Daha sonra
kentlerden bunalıp tekrar taşraya uzaklaşmaya çalışıyoruz. Bu döngüyü
tamamlamak için kentlileşmek gerekiyor. Çünkü 80'lere kadar uzanabilecek bir
şehri terk edelim, Anadolu'da bir kıyı kasabasında -özellikle kıyı kasabası
olacak- yaşayalım rüyası bütün kentli orta sınıflarda giderek yaygınlaşan bir
eğilim. Demek ki, Kiarostami'de gördüğümüz ya da ondan öncesi, bir yüzyıl
öncesine kadar gidebildiğimiz kurtuluşu, mutluluğu daha basit daha az karmaşık
bir dünyada arama ideali boy göstermeye başlamış gözüküyor.
- Taylan Biraderler’in Vavien filmi taşra anlatıları içinde ilginç
bir örnek olarak duruyor.
Vavien, Coen
kardeşlerin filmlerini andırıyordu. O film bence çok özgün ve ayrıksı bir
örnek.
- Onu ayrıksı kılan neydi?
Onu
ayrıksı kılan, taşrayı ne bir kurtuluş hedefi ne de bunalım ve sıkıntı alanı
olarak görmemesi. Daha nötr yaklaşması, orta sınıf kentliler için yapılacak iki
şey var. Bir tanesi, taşra romantizasyonu- işte köklere, doğaya geri dönüş,-
diğeri de yerli filmlerde çok sık yapıldığı gibi taşrayı boğuntu ve sıkıntı
mekanı olarak portrelemek. Her iki durumda da bir mekan olarak taşraya
yüklenmiş anlamlar var. Vavien'de
böyle belirgin bir tavır yoktu, bu açıdan ayrıksı duruyordu diğer filmlere
göre.
- Genel olarak taşraya dair olan
imgemiz, sükuneti olan, sessizliği olan bir imgeydi, şimdi teknolojiyle
birlikte o sessizlik bozulmuş gibi, motor sesiyle, araba sesiyle, peki bu nasıl
anlatılabilir?
Aslında
romantik düşlerin hedefi doğa olmalı. Bir de taşra var. Bu ikisi farklı şeyler.
Taşrayı idealize ve romantize ederken aklımızda doğa olmalı. Kıyı kasabasına gitmek
istiyoruz ya da ormana. Bir de taşra var ortalama bir büyük şehirden çok farklı
değil. Ne mimari olarak fark var, ne de caddeler, dükkanlar, yaşam alanları
açısından fark var. Kentlerle, taşra arasında ya da merkez taşra arasında çok
fark yok artık. Çünkü merkezin taşralaşması gibi durum var. Türkiye'deki kentler belki de daha boğucu.
Kentlerde daha fazla gözlem altındasınız. "Kent özgürleştirir" deyişinin
gerisinde, boyutun getirdiği bir tür anonimlik vardır. O anonimliğin arkasına
saklanarak daha özgür davranabilirsiniz. Teoride dar bir cemaat yaşamın
belirlediği kasabadaki gibi gözler her zaman üstünüzde değildir. Ama artık
kentlerde her yerde kameralar var, güvenlik kaygısıyla. Sürekli gözetlendiğinizin
farkındasınız. Ankara'da bir parkta yalnız başına kimseye, hiçbir güvenlik
görevlisine rastlamadan yürümeniz mümkün mü? Türkiye'de şu durumda kentlerin
özgürleştirici havasının olduğundan söz etmek mümkün değil. Taşra sıkıntı demek
abes kaçıyor bu anlamda.
Yeraltı-Zeki Demirkubuz |
- Buradan daha farklı bir yere geçelim
isterseniz. Son dönem Türkiye sinemasında özellikle bazı yönetmenlerde Dostoyevski
takıntısı görüyoruz. Hatta bu ilginin popüler kültüre sirayet ettiği ve Umut
Sarıkaya karikatürlerinde bile görülüyor. Siz nasıl yorumlarsınız bu durumu?
Biz
de nedense Ruslarla aramızda ruh hali bakımından bir tür yakınlık olduğunu var
sayıyoruz. Bunu da Dostoyevski romanlarından yola çıkarak yapıyoruz. Halbuki Dostoyevski
gerçekçi bir romancı değil. Romanlarında gerçekçi bir portre de çizmiyor; çok
daha öznel ve psikolojik anlatılar kuruyor. Onun romanlarını okuyarak o dönemki
Rus toplumu hakkında sağlıklı bir bilgiye sahip olabilmek çok mümkün değil. Rus
psikesi ile kendi ruh halimizin benzeştiği algısını Dostoyevski'ye ve onun çok
da gerçekçi olmayan ateşli kahramanlarına borçluyuz. Dostoyevski neden
Türkiye'de bu kadar popüler? Bu sorunun cevabını ben de çok merak ediyorum. Ama
şunu söyleyebilirim. Dostoyevski dünyanın başka yerlerinde bu kadar popüler
değil. Türkiye'de hiç kitap okumayan insanlar bile onu okuduklarını söylüyorlar.
Demek ki bu kadar yaygın. Dostoyevski'nin anlattığı toplum 19. yüzyıl ortası. O
tarihlerde Rusya'da reform çabaları var ama işte bir anlamda hızlı bir
toplumsal dönüşüm, batılılaşma süreci var. Bunlar temel hatlarıyla buraya
benziyor gibi gözüküyor ama bir yandan da aristokrasi var, serfler var,
sosyalist hareketler var; öyle büyük bir benzerlik söz konusu değil. Biz
Dostoyevski'den ilham alıyoruz. Nuri Bilge Ceylan'ın filmlerinde var bu etki,
Zeki Demirkubuz da defalarca bunu belirtti. Öyle bir durum var. Kimse mesela
Tolstoy'dan bahsetmiyor. Halbuki o daha büyük romancıdır. Edebi olarak
karşılaştırmaktan bahsetmiyorum. Adlarını neon harflerle yazacak olsak Tolstoy'unki
daha büyük yazılırdı. Bu tercihler benim için büyük bir gizem. Sabahattin
Ali'nin Kürk Mantolu Madonna'sının
neden bu kadar popüler olduğunu da kestiremiyorum mesela.
- Türkiye sinemasında özellikle
Yeşilçam döneminde Halit Refiğ, Lütfü Akad gibi yönetmenlerin edebiyat
uyarlamalarıyla daha yakın bir ilişki içinde olduğunu görüyoruz. Bugün için
öyle bir durum pek yok gibi. Bir tek geçenlerde Kürk Mantolu Madonna'nın sinemaya uyarlanacağına dair bir haber
gelmişti. Siz nasıl yorumlarsınız?
Yeşilçam
furyalar halinde ilerliyordu. Bir yıl belli bir tür furyası doğuyor, birbirine
çok benzeyen onca film üretiliyor, ertesi yıl yerini başka bir furyaya
bırakıyordu. Belli ki alışkanlık hala ortadan kalkmadı. Yerli sinemada rağbet
gören türler dönemsel olarak çok değişiyor. Kürk
Mantolu Madonna uyarlaması tutarsa, bunun ardından edebiyat uyarlamaları ve
dönem filmleri gelecektir. Galiba şimdilik bu komedi filmleriyle idare etmemiz
gerekiyor. Bunlar bir furya halinde devam edecek. Bir süre daha en çok izlenen
filmler hep sulu zırtlak güldürüler olacak. Güldürü filmleri de çok güncel ve
popüler referansları olan filmler olacak. Aksan komedileri ve fars öğeleri, düşme
kalkma, beden komiği olacak.
- Bunlarla birlikte II. Abdülhamit ya
da Recep Tayyip Erdoğan'ın hayatının anlatıldığı Reis gibi daha farklı anlatılar da gelecek sanki.
Onlar
da finansal destek buldukları için gelecekler. Ama işte bu filmlerin bir
kültürel karşılığı olacak mı, bunu zaman gösterecek. Genellikle hesaplanarak
üretilen filmler çok başarılı olamaz. Onların da kaderinin çok farklı olacağını
sanmıyorum. Belki de oralardan bağımsız bir sinemacı çıkıp kendi ajandasını
kurabilirse oradan bir çıkış yolu olabilir.
Can Öktemer