Murat Meriç, Türkiye'de müzik tarihi denilince akla ilk
gelen isimlerden. Uzun yıllardır çeşitli mecralarda Türkiye'nin yakın dönem
tarihini müzik üzerinden okuyor. Bu mesele üzerine kalem oynatıyor,
üniversitelerde sunumlar yapıyor. Geçtiğimiz aylarda Ağaçkakan Yayınları'ndan
çıkan 100 Şarkıda Memleket Tarihi
kitabında Türkiye'nin siyasi, politik tarihini 100 şarkı üzerinden anlatan
Meriç’le yeni kitabını, tarihyazımında şarkıların önemini ve son dönem dikkat
çeken şarkıcı ve grupları konuştuk.
Murat Meriç ve Can Öktemer |
- Klasik bir soruyla başlayalım
isterseniz. Geçtiğimiz aylarda raflara düşen 100 Şarkılı Memleket Tarihi kitabının oluşum süreci nasıl başladı?
Geçtiğimiz
yılın Kasım ayında başladık bu kitaba. Kitabın yayımcısı ve Ağaçkakan
Yayınları'nın kurucusu arkadaşım Metin Solmaz -kendisi ilk kitabımın önsözünü
yazan ve müzik üzerine yazmamı teşvik eden kişidir- onunla Ağaçkakan
Yayınları'nın başladığı 100 serisi üzerine neler yapabileceğimizi konuşurken
ona anlatabilirim dedim. Metin Solmaz dabir şema çıkartmamı önerdi. Bir şema
hazırlayıp gönderdim. Başta kısır bir şeydi ortaya çıkan. İlk gönderdiğim
metinde 50 şarkı ve hikaye vardı, onun ötesine geçememiştim. Hatta Metin'e
zorda kalırsak seçim şarkılarını ekleriz, 100'e tamamlarız dedim. “Tamam o
zaman başla” dedi ve geçen sene bu dönemlerde başladım kitaba. Bu süre zarfında
araştırma ve yazımı sürdü. Zaten elimde olan bir kısım yazılmış metinler vardı
işte Express,BirGün ve başka yerlere yazdığım. Onları da bu kitabın içerisinde
kullandım. Mart gibi de bitirdim kitabı.Görselleri ve şarkı bulunması filan
derken 30 Nisan'da satışa çıktı ilginç bir şekilde de 1 Mayıs'a denk geldi.
- Şarkılar kitap üzerinden okunabiliyor
ve dinlenebiliyor değil mi?
Şarkıların
altındaki karekoda tıklandığında Youtube'da şarkılar açılıyor. Ara ara
linklerde bozukluklar oluyor. Yenisiyle değiştirmek için uğraşıyoruz.
- Geçen sefer konuştuğumuzda
hazırlamakta olduğunuz bir kitaptan bahsetmiştiniz. Şarkılı Memleket Tarihi isimli. Onun son durumu nedir?
Bu
o değil, o zaman başka bir planım vardı. O kitap daha çok kronolojik sırayla akan,
şarkılardan ve şarkıcılardan bağımsız olarak bir akış izleyecek. Eskiden
okullarda bir ünite kitabı vardı bir de yardımcı ders kitabı vardı. Ünite
kitabında anlatılan örnekleri yardımcı ders kitabına konurdu. Bu kitap biraz
öyle. Bu arada yardımcı ders kitabı diyince yanlış anlaşılmasın ama bu onu
tamamlayan bir kitap oldu.Çünkü ben onu yazarken, en büyük sıkıntı; benim
anlatmak istediğim bambaşka bir hikaye olmasıydı. Orada şarkılar yüzünden
ilerleyemedik. Sürekli şarkı olduğu için bir türlü hikaye ilerleyemiyordu. O
kitapla şarkılardan kurtardım kitabı. Dolayısıyla bir yerden akacak, yazılıyor.
Ne zaman biter bilmiyorum, biraz yılan hikayesine döndü.
- Geçtiğimiz yıllarda çıkarmış
olduğunuz Pop Dedik kitabının devamı
gibi mi olacak?
Onu tamamlayan bir şey olacak, elbette aynısı
olmayacak PopDedik'in. İki kitap
varken, üçüncü kitabın da aynı mevzulara yakın bir kitap olması biraz dertli
olabiliyor. Yani ne zaman, nasıl, ne yapabiliriz, farklı ne anlatabilirim diye
sorular geliyor aklıma, oradan ilerliyor şimdilik. Birçoğu yazıldı, planı var,
plan dahilinde ilerliyor.
- Peki, dönemselliği nasıl olacak onun?
1900'lerin
başından bugüne kadar gelecek. Seslerin kayıt altına alınması ve yaygınlaştırılması
sürecinden başlıyor diyelim. Kendime müzik tarihçisi diyorum ya da insanlar
öyle diyor ama müzisyen değilim. Müzik, nota bilmem. Dolayısıyla kayıtların
sözleri ve anlattıkları üzerinden gidiyorum. Olay, biraz da elimizde bir şeylerin
olmasını gerektiriyor.Örneğin,marşların, kantoların bir kısmının notaları var
sadece ya da sözleri var. Kantoların bir kısmı basılmış ama çoğu kaydedilmemiş.
- Bu kitapta Türkiye'deki müzik tarihini
bir anlamda dönemselleştiriyorsunuz. Bunun kararını nasıl verdiniz?
Bu
benim kendi kafama göre vermiş oldum karar oldu. Bunu da çok tartıştık nasıl
yapacağımıza dair. Tarihi bir sıralama ile mi gitsek yoksa başka türlü mü
yapsak diye. Lakin düşündük şayet tarihi bir kronolojik sırayla gidersek; şöyle
örneklerle karşılaşır oluyorduk. Deniz Gezmiş asılıyor ardından Boğaz Köprüsü
açılıyor. Böyle kötü olaylar, iyi olaylar art arda sıralanıyor. Bir
bakıyorsunuz araya Şemsi Yastıman'ın Uzaylılar
Hoşgeldiniz şarkısı giriyor. Çünkü ABD Ay'a ayak basıyor ya da
ilerliyorsunuz pat diye Fenerbahçe'nin şampiyonluğu için yapılmış bir plakla
karşılaşıyorsunuz. Bunu tercih etmedim ve kendi içinde bir bütünlük olsun diye
bazı bölüm başlıkları belirledim. Tabii bu başlıkları kendi başıma belirlemedim.
Editörüm ve yayıncım Metin'le konuşarak yaptık. Biraz daha kolay okunsun diye
de böyle bir işe giriştik ama okunmayı zorlayan bir tarafının da olduğunu
söyleyenler var ki haklılar bence. Karışıyor bazı noktalarda.
- Ağıtlar kısmında belki bir karışıklık
olabilir.
Ağıtlar
kısmında işte tam ağıtlar kısmı değil. O kısım Türkiye'de olup biten üzerine. O
ağıtların olduğu kısımda Boğaz Şarkısı
da var. Aslında 1970'ler Türkiyesi sıkıntılı bir dönem. Sıkıntılı dönemde olan
olaylar üzerine ağıtlar yazılmış. O yüzden biraz ağırlıklı ağıtlar bölümü oldu.
Uğur Mumcu'nun öldürülmesi, Sivas olayları gibi acı olayları da ekleyince yakın
dönem Türkiye tarihinin ne kadar acılarla dolu olduğu görülüyor bir kez daha.
- Bildiğiniz üzere tarihyazımından
artık sadece belgelerden değil sinema ve edebiyat gibi alanlardan da
faydalanılıyor. Tarih yazımında öğreniminde müzikten, şarkı sözlerinden
faydalanılabilir mi?
Tabii
mutlaka. Akademik bile olabilir. Aslında birilerinin şarkılar üzerinden
akademik araştırmalar yapması gerekiyor. Ben başladım ama benimkiler çok
akademik düzeyde değil. Akademik dilden de anlamam. Sinema, edebiyat, resim ve
tiyatro üzerinden böyle bir tarih anlatısı kurmak mümkün. Dolayısıyla müzik
üzerinden de kurmak mümkün. Baştan beri benim yapmaya çalıştığım şey tam da bu.
Müzik üzerinden Türkiye tarihini okumaya çalışıyorum. Ne derece başarılı oldum
bilmiyorum ama ortaya bu işin taklitleri çıktığına göre, demek ki doğru bir işe
başlamışım. Bu arada çıksın tabii ki insanlar yapsın. Benim tekelimden olan bir
şey değil. Neticede bunu bulan da ben değilim. Mehmet Alkan, İstanbul
Üniversitesi'nde bunu derslerine taşımıştı zaten. O zaman ben başka türlü
yazılar yazıyordum ama işte Kıbrıs şarkılarını anlatan yazılar da yazmıştım.
Mehmet Alkan derste plakla şarkı dinleterek anlatıyordu tarihi, bence o çok iyi
bir yöntem. İnsanların aklında da kalıyor bu yöntemle.
- Bu şarkılar aslında tarihi de not
düşmüşler bir anlamda.
Kesinlikle,
asıl olayımız o.
- Haberden ziyade, o tarih için yazılmış
şarkılar olduğu için faydalanabilmek, bir tarih okuması yapmak lazım belki de.
Seçimler
için yazılmış şarkılardan hareket edip sahiden bir seçim tarihi
çıkartabiliyorsun. Çünkü o şarkılarda vaatler var. Artık bu tür içeriklere
sahip seçim şarkıları yok, bugünlerde lideri öven, onu ön plana çıkartan
şarkılara rastlıyoruz. 1960'ların sonunda itibaren 1972 aslında şarkılı seçim
dönemi 1965'te var ama o çok parlak değil tek şarkı olduğu için. 1970 ve
1980'ler boyunca yapılmış seçim şarkılarında vaatlere rastlıyoruz.
- Ben ANAP'ın seçim şarkısını hatırlıyorum
en çok o aklımda kalmış. İsmi de “Hadi Bakalım.”
“Hadi
bakalım, sandıklara, 2000'li yıllara, 20 Eylül Pazar günü bütün oylar ANAP'a”
diye devam ediyordu. Bir de Hasretim vardı, “Oy Mesut, denizleri aş da gel
kurbanının olam” Deniz Baykal'a süper göndermedir. Bence Türkiye'de yapılmış en
iyi seçim şarkısı olabilir.
- Bir de Moğolların Bir Şey Yapmalı parçası çok sık kullanıldı birçok farklı parti tarafından.
Tabii
onu kendine yakın hisseden her parti kullandı. Bir seçim şarkısı varsa o “bir
şey yapmalıdır.”
- Cumhuriyet’in kendisi bir kültürel
inşa aslında, bunun üzerine şekilleniyor yeni rejim. Kitabın ilk kısmında da
bahsediyorsunuz aslında.Cumhuriyet'i kuranlara, Cumhuriyet'in ilk yıllarında bu
anlamda nasıl bir müzik politikasına sahipler?
Cumhuriyet’in
ilk dönemlerinde müziği bir propaganda amacı olarak kullanıyorlar. Marşlar
bunun için çok önemli. Yapılan bütün yenilikler, inkılaplar müzikle duyuruluyor.
O dönem yapılan her şey için marş yazdırılmış. Bir kısım türküler devreye
sokulmuş ya da şarkılar da bunlar geçmiş. Özellikle 1920'ler,1930'larda, yanikayıt
teknolojisinin yaygın olmadığı yıllarda,olayı şarkılarla anlatmak gibi bir yol
seçilmiş ama ben aslında ondan ilham alarak bundan ilerledim. Cumhuriyet'in
kökeninde şarkılarla propaganda var. Bir de Atatürk hem müziksever bir insan
olduğu için hem elinde Osman Zeki Üngör gibi bir besteci olduğun için böyle bir
şey yapılmış. Zeki Üngör, hem İstiklal Marşı'nın bestecisi hem de Harfler Marşı
olmak üzere birçok marşın. Onun dışında Orhan Veli'nin babası olan Mehmet Veli
gibi birçok kişi marşlar yazıyor. Yerli malı, harfler, yurtta gezi, çiftçi, sanayii
gibi her şey üzerine bir beste yapılmış. O dönem bütün inkılaplar için marşlar
yazılmış.Kitapta da anlatıyorum 1950'li yıllarda Marshall yardımını ön plana
çıkartmak için Zeytinyağlı yiyemem aman
diye bir türkü yapıyorlar. Marshall yardımıyla gelen mısır yağının
propagandasını yapmak için yapıyorlar esasında. Zeytinyağı tüketmeyin siz mısır
yağı tüketin anlayışı aslında. Mısır yağı da öyle giriyor hayatımıza onu da
işte bir türkü fişekliyor.Öyle diyorlar, öyle anlatıyorlar. Hikayesi bambaşka
da olabilir ama bu hikaye çok yanlışmış gibi gelmiyor bana.
- Bir de o dönem belirli saatlerde radyo
yayını var ve o yayınlar da denetim altında.
Aslında
bandolar sağa sola gidip o parçaları çalıp öğretiyorlar insanlara. Radyo yayını
da çok etkili değil. Radyo cihazı alıcı var insanların ama kayıt teknolojisi
çok ileride olmadığı için canlı olarak çalınıyor bu parçalar. Yani ne denli işe
yaradı, onu bilmiyorum. O marşlar sayesinde insanlar bir şeyler öğrendi mi?
İnsanlara bir şeyler kattı mı? Hiçbir fikrim yok. O dönemde kayıtları olmayan
ama sözleri olan bir sürü marşa rastlıyoruz.
- Bir de o dönem Mısır filmleri furyası
var.
Mısır
filmlerine yönelme hikayesi aslında bambaşka bir hikaye. Alaturkanın radyodan
yasaklanmasının bir sonucu. Alaturka radyodan yasaklanınca insanlar kendilerine
yakın gelen ezgilere yönelmeye başlıyorlar. Mısır radyolarını dinlemeye
başlıyorlar. Mısır radyolarını dinmeye başlayınca o şarkılar bir anda ortalığı
sarıyor. Şarkılar ortalığı sarınca bir anda Mısır filmleri getiriyorlar iş
yapsın diye, sonra onlar da baya iş yapıyor. Hatta sonra devlet buna el
koyuyor. Mısır filmlerindeki şarkıların Türkçe olmasını zorunlu kılıyor. Bunun
için başta sözler yazılıyor sonradan. Münir Nurettin Selçuk ve Saadettin Kaynak
gibi müzisyenler devreye girip bu parçalara şarkılar besteliyor. Böyle
enteresan bir dönem. Mısır filmleri furyası çok acayip gerçekten, o dönemin
ayrıca incelenmesi lazım.
- Kitapta en çok dikkat çeken
bölümlerden biri de ağıtlar. Sizce bu şarkılar, ağıtlar bizim geçmişle
yüzleşmemize sebep olabilir mi? Daha da önemlisi müzikle iyileşebilir miyiz?
Mutlaka,
ağıtlar direkt onunla alakalı zaten. Ağıtlar sadece yas dönemini kayıt altına
almıyor aynı zamanda o dönemin geçmesi için de bir çaba aslında. İnsanın içini
döktüğü bir şey ağıt. Ağıtların özelliği de o zaten.Bir dönem BirGün'de yazmıştım sanırım, ağıtlar
nasıl oldu, nasıl çıktı nasıl ilerledi üzerine. Yaşar Kemal'in Ağıtlar kitabından yola çıkıp yazmıştım.
Çünkü ağıt denilen tür doğrudan içindeki acıyı dökme çabasıdır. Yas dönemini
iyileştirir mi, bilmiyorum ama tamamlayan bir şey. Tüm dünyada ağıt denilen bir
tür var.Muhtemelen müziğin icadından beri ilk noktalar duyulduğu günden bu yana
ağıtlar hep revaçta. Ben yazarak anlatıyorum, birileri de müzikle anlatıyor.
- Üst üste çok fazla üzücü olayla
karşılaştık. Peki, bugün yaşadığımız şeyleri müziğe dökebiliyor muyuz?
Aslında
yapılıyor, evet. Eskisi gibi değil ama eskiden refleks biraz daha hızlıymış.
Şimdi yavaşladı ama bu yavaşlığın sebebi bu şarkıların olmamasından değil,
iktidarın bu şarkılara bakışından. İktidar doğrudan müdahale ediyor bu
şarkılara.12 Eylül döneminden bile bu kadarı yoktu. Tamam Kenan Evren ile ilgili
bir şarkı yapılmadı ama hemen arkasından gelen Özal'la ilgili bir dolu şarkı
yapıldı. Sonra Demirel için, Ecevit için söylenmiş birçok şarkı var. Ecevit
için yapılan şarkılar genelde onu öven parçalar, fakat birçoğu da Demirel'i,
Erbakan'ı yeren parçalar. İçlerinden hiç kimse çıkıp da yasaklamıyor filan.
Yakındönemde pek görmediğimiz bir durum bu.Eleştiriye pek tahammülü olmayan bir
iktidar var karşımızda.
- Kitaptan da gördüğümüz kadarıyla
siyasetçilere “kel”, “tombul” gibi şarkılar yapılmış.
Fiziksel
özelliklerine varana kadar her şey var o şarkıların içerisinde. Keller
Başbakan Olamaz diye şarkı var bu ülkede. Bugün böyle bir şey yapsanız
başınıza neler gelmez. Bu kelimeyi kullanmayı hiç sevmiyorum ama sıklıkla
kullanıyorum eskiden şarkılarda ve her şeyde hoşgörü varmış. Bu günlerianlatan
şarkılar bir şekilde yapılacak elbet.
Kaan Tangöze |
- Politik şarkı mevzusunda Kaan
Tangöze'yi nasıl buluyorsunuz? Tek gitarlar böyle Woodie Guthrievari bir şeyler
yaptı o da son zamanlarda.
Bence
şahane bir iş yapıyor. O yoldan ilerliyor olması çok şahane. Kaan'ın şarkı sözü
yazarlığını ve Duman'la yaptığı işleri çok seviyorum. Böyle bir ortamda tek
gitarlar, boyuna mızıkasını alıp gündeme dair şarkılar söylemesi çok büyük iş
bence. Cesur, çünkü zaten kocaman bir kitlesi var. Aslında çok kolay bir şekilde
gündemden bahsetmeden kitlesine seslenebilir. Kendi kitlesini kaybetmek uğruna
üçüncü albümlerinde Özgürlüğün Ülkesi ile çıkageldi. Manası Yok ve Dönek'i
de ekleyebiliriz bu listeye. Neticede bütün şarkılarda politik göndermeler var.
Fakat bu kez direkt söylemeyi tercih etti. Gezi'nin yıldönümünde “Taksim
Meydanı” isimli parçayı yayınladı. Eyvallah'ı koyması da çok şık hareketti.
Hem Gezi'nin fitilini ateşledi hem de bir sürü şarkının ortaya çıkmasına sebep
oldu. Son dönemde hiç böyle politik şarkı yok denirken, bir anda Gezi direnişi
sırasında bir sürü şarkı ortalığı sardı. Bu iyi bir şey oldu, çünkü bir sürü
eleştirel parça yapılmaya başlandı. İnsanlar yeniden şarkıların gücünü
keşfetti. Bu önemli bir şey, çünkü bu da unutturulmuştu. 1980'lerde, 90'lardaki
üniversite eylemlerinde, 96'daki meşhur eylemde asıl ateşleyici unsur
şarkılarda. Yeni Türkü'nün Fırtına'sıyla, Moğolların Bir Şey Yapmalı parçalarıyla yürüyorduk. Bulutsuzluk Özlemi daha sonra YÖK'ün yıldönümünde o
parçayı yaptı, keza Acil Demokrasi her zaman dilimizdeydi.Bunlar alanda
insanların toplanmasını sağlayan şarkılara dönüştü. Ses yükseltme hali, bir
olma hali, beraber olma halini sağlıyordu o şarkılar. 1970'li yıllarda şarkılar
çok önemliydi, başta Aşık Mahzuni Şerif'in şarkıları insanları alanlara
çağırırdı, alanlarda o şarkılar söylenirdi. Mitinglerde kısmenbeynelmilel
marşlar söylenirdi, Çav Bella, Avusturya İşçi Marşı gibi şarkıların Türkçe
versiyonları o dönem alanlarda söylenen şarkılardır. 1 Mayıs İşçi Marşı alanlarda söylenecek parça olmadığı için Serdar Özhan tarafındanbesteleniyor. Kimi
şarkılar da ilginç bir şekilde marş haline geldi Fırtına'nın alanlarda,
öğrenci eylemlerinde kullanılacağını Yeni Türkü büyük ihtimal tahmin etmiyordu.
Üstelik yıllar sonra patlıyor şarkı, albüm 1988 yılında çıkıyor 96'da
öğrencilerin alanlarda söylediği parça haline geliyor. Bir Şey Yapmalı da alanlarda
söylensin diye değil, hep beraber konserlerde söylensin diye yazılmış. Fakat
şarkı bağımsızlığını ilan ediyor ve halk tarafından sahipleniyor. Biz bu durumu
unutmuştuk Gezi bize bu durumu hatırlattı işte. 2000'li yıllarda eylemler de
küçülmeye başlanınca şarkıların gücünün farkına varamadılar. Sizin kuşak
şarkıların bu kadar güçlü olabileceğini Gezi'de öğrendi bence. Şarkılarla
müziğin anlatılabileceğini Gezi'de öğrendi bir kuşak daha doğrusu apolitik
olarak yaftalanan kuşak diyeyim.
- Bu biraz eski şarkıların, marşların
daha asık suratlı ve ciddi olmasından kaynaklanıyor olabilir mi? Bu yeni
parçalar daha eğlenceli, daha coşkulu sanki.
Elbette.
Mesela Bandista bu anlamda çok önemli. Bandista şarkıları alanlara taşıyan grup
oldu. Bunu da hem konserler de hem de alanlarda eğlendirerek yaptılar. Bütün Bandista
şarkıları çok eğlenceli parçalar ağıtlar dahil. Bu yeni bir duruma sebep oldu;
yakın zamanda tutuklanan akademisyenler için Boğaziçi’nden Bak Bir Varmış Bir
Yokmuş şarkılı destek geldi. Bu şahane bir şey bence.
- Bir de bu tip eğlenceli, ironik şarkılar
direk insanlara temas ediyor. Sloganvari oldu mu insanlar kaçıyor sanki?
Artık
slogandan uzaklaştık, tabii Gezi'de de bunu gördük, Gezi'de slogan yok muydu? Elbette
vardı,“Bu daha başlangıç mücadeleye devam!” tarzı sloganlar atıldı. Eski
marşlardan uzaklaştık ve daha farklı bir yöne ilerledik, çünkü derdimizi
anlatabilmek için çok farklı yöntemlerimiz var bunlardan biri mizah. 1970'lerde
Şanar Yurdatapan vardı bir tek şarkılarından mizah kullanan. Onun dışında
şarkılarında mizah kullanan pek kimse yoktu.Dolayısıyla hep asık suratlı oldu
marşlar. Bu yüzden Fırtına ve Bir Şey Yapmalı biraz daha güler yüzlü ve
hareketli parçalardı. İnsanları dans ettiren, eğlendiren ve zıplatan enerjik
parçalardı. Danslı devrim hadisesini biz daha yeni keşfettik. Aslında en
başından itibaren yapmamız gereken buydu.
- Ya da rock formatında söyleyip daha
enerjik bir şekildeisyanı dışa vurmak.
Duman,
Redd, Mor ve Ötesi gibi gruplar işte memleket ahvali üzerine şarkılar
yapıyorlar. Dolayısıyla bu heyecanlı bir şey bir taraftan.
- Gezi zamanı daha eğlenceli şarkılar,
gruplar ön plana çıktık dedik ama Gezi'den kısa bir süre sonra uzun isimli,
melankolik parçaları olan bir sürü grup ortaya çıktı. Bu biraz 80 sonrası
edebiyatta görünen “lirik, içe çekilme” durumu olabilir mi?
Bu
durum biraz baskı rejimin getirdiği bir şey. İnsanlar alternatif arıyorlar,
dertlerini doğrudan alanlara çıkıp anlatmak yerine daha farklı bir şekilde
anlatmaya çalışıyorlar. Bunu doğrudan da anlatamadıkları için birtakım
sembollere yöneliyorlar. Bu grupların birçoğu da apolitik gruplar aslında.
Büyük Ev Ablukada ve Yüzyüzeyken Konuşuruz için demiyorum ama tuhaf ve uzun
isimli grupların çoğu aslında bireysel dertlere yöneliyorlar. Bu tip gruplara
da ihtiyaç var aslında. Neticede bu da bir isyan. 1970'lerin sonunda arabeskin
kenara itilmesinin sebebiydi. Aslında bireysel isyanı anlatıyordu. Bu isyanın
toplumsal isyana dönüşmediği filan üzerine dolayısıyla insanları daha bir
karamsarlığa itiyor. Kaderciliği filan öne çıkarıyor. Bugün bir kısım
şarkılarda da bu durum var ama Kalben'in şarkıları gibi biraz daha kişisel
isyan şarkılarına da rastlamak mümkün. Dolayısıyla bunlar da değerli hareketler
ama hepsinin çıkış noktası baskı noktası. Çalacak yerimiz yok, yazacak yerimiz
yok, film yapsak gösteremiyoruz, dolayısıyla bu mağlubiyet hissini bir şekilde
üzerimizden atmamız gerekiyor. Eskiden en azından kendi adıma değişik bir
mekanda 45'liklerimi döndürürken şimdi çalacak yer bulamıyorum. Bunun
45'liklerin modasının geçmesi ya dabenim eskimiş olmamla bir alakası yok bu
herkes için böyle. Birçok müzik grubu için de bu durum böyle. Eskiden her hafta
konser veren gruplar artık iki hafta da bir konser vermeye başladılar. Mekan
sayısı ciddi anlamda azaldı. Beyoğlu öldü, Beyoğlu'nun bütün barları Kadıköy'e
geldi. Lakin bu durum nereye kadar gidecek bir süre sonra bu da bitecek.
- Ankara'da da benzer bir görüntü var.
Voodoo'dan,
İF'e birçok mekan var ama bunlar ne kadar iş yapıyor bilmiyorum. Çok parlak
olmadığı da aşikar bence.
- Bu anlamda mekansal olarak bir gerileme
var sanırım.
Geçmişe
baktığımızda 1960'lar Türkiye'de mekan cenneti. Türkiye'de müzik esas olarak
mekanlarda yapılıyor. Kayıt ve plak teknolojisi o kadar gelişmediği için
dolayısıyla insanlar ya radyodan ya da mekandanseslerini duyurabilecekler.
İnsanlar da doğal olarak müzik dinlemek istediklerinde mekanlara gelecekler.
60'lar herkesin her yerde çaldığı dönem esasında. Moğollar'danHaramiler'e o
dönemin tanıklarını dinlediğinizde her biri bir başka mekanda çalıyordu, hatta
bazı geceler tek gecede iki farklı mekanda çalıyordu.Bir gece Lunapark Gazinosu’nun
Zeki Müren'li açılışını yapıyor birgrup arkasından gidiyor, Whisky Agago'da
çalıyor, geceyi sabaha karşı Çatı'da sona erdiriyor mesela. Aynı gece üç farklı
mekandaçalmışlıkları var, uzun bir süre böyle devam ediyor bu durum. Şimdi bunu
yapmak hiç mümkün değil. O dönemde o mekanların konseptlerinin de müşteri
kitlesinin de aynı olması sayesinde hepsinde çıkabiliyorlarmış. Bugün, aynı gün
hem Kızılay'daki bir mekanda hem Tunus Caddesi’ndeki bir mekanda çıkamazsınız.
En başta mekanlar buna itiraz eder müşterileri farklı olsa da. Hatta aynı günü
bırakalım, aynı ay bile başka bir yerde çıkamazsın. Mesela bir ay Nefes'te
çıkıyorsan, aynı ay IF'te çıkamazsın. Böyle bir hale döndüolay. Bu isimleri
tabii aklıma ilk geldiği için söyledim. Etikten de öte oldukça farklı bir durum
var ortada.
- Bir de sadece canlı müzik değil, aynı
zamanda güzel müzik çalan mekan sayısı da oldukça azaldı. Ankara simitçiler ile
hamburgerciler arasına sıkışmış durumda.
Kadıköy'de
öyle her yer dilim pizzacı ve hamburgercilerle çevrilmiş durumda. Her yer ona
dönüyor aslında. Kadıköy'de mesela, Moda'dan Yeldeğirmeni’ne Selimiye'ye kadar
her tarafta yeni nesil kahveci açıldı. Benim oturduğum yer İstanbul'un en sakin
yerlerinden birisidir, böyle bir yerde kahveciler çoğalıyorsa durum vahim
demektir. Çanakkale'de bile buna rastlıyorum.
- Alkollü mekanları kamusal alandan
uzaklaştırmak gibi bir şey olarak da okunabilir sanki bu kentsel ve mekansal
dönüşümler.
İktidar
alkollü mekanları kapatmak için uğraşıyor, onlara ceza veriyor, belirli bir
saatten sonra içki satışını yasaklıyor. Bu eskiden böyle değildi. Benim
çocukluğumda Çanakkale'de çay bahçelerinde alkol vardı. 1980'den sonra alkol
yasaklandı. Akçay Kordon'da, Ankara Mamak'ta çay bahçesinde bira içebiliyordunuz.
Çünkü bira bir içecekti. Kola gibi, çay gibiydi. Aynı masada çay, bira, gazozun
olması yadırganmazdı. İşte çay bahçelerinden kaldırdılar, lokantalardan
kaldırdılar, Gar Lokantası'ndan içki kaldırıldı. Alkollü bir mekandan rahatsız
oluyorsan oraya gitmezsin. Başkalarının alkol almasına karışamazsın. Gar Lokantası,bir
yandan insanların rakı içtiği, diğer yandan insanların tren beklediği şahane
bir yerdi. İstanbul'da, Ankara'da öyle yerler vardı. Kimse kimseyi rahatsız
etmezdi. Şimdi alkol tüketmeyen insanlar alkollü mekanlarda rahatsız olmaya
başladılar. Kimsenin hayat tarzına karışmıyoruz demiş olmalarına rağmen
müdahale ediyorlar aslında.
- Dolayısıyla müzikli mekanlarda çok
sıkıntı çekecek bu durumdan.
Tabii
ki. Müzikli mekanlarda alkolsüz hala gelmeye başladı. Alkolsüz mekanlar açılsın
tabii ki. Eskiden Halk Eğitim Merkezleri vardı Yenimahalle'de veya Ulus'taki
Altındağ Belediyesi’nin salonu kapılarını herkese açan yerlerdi. Elbette Melih
Gökçek gelmeden önceki Ankara'dan bahsediyorum. ANAP'ın Ulus'taki Atatürk
Heykeli’nin olduğu çarşıda kocaman bir kültür merkezi vardı. Şimdi Belediye
Meclisi’nin toplantı salonu oldu orası maalesef. Gençlik Parkı'nın içinde
harika bir amfi tiyatro vardı, ben orada Ahmet Kaya ve Timur Selçuk'u izledim.
Aynı zamanda ilahi konseri de veriliyordu. Altındağ Belediye'si her zaman
muhafazakar partilerin elinde oldu ama işte Anastasia grubunu biz orada
izledik. Yağmur'dan Önce filmi
vizyona girdi işte filmin müziklerini yapan grup orada sahneye çıktı.
- Hipodrom konserleri vardı JoanBaez'li.
Evet,
CHP'li belediyeler hep yapıyordu. Şimdi belediyeler kültür sanatla pek
uğraşmıyorlar. AKP öncesi İstanbul Refah Partisi'nin elindeyken şahane işler
yapıyordu,sahiden yapıyordu. O zaman sağ sol ayrımı da yoktu ama şimdi bendensin-ondansın
ayrımı yapıyorlar. Dolayısıyla bir kısım insanları para vaadiyle kandırıp kendi
saflarına çekiyorlar ve konser verdiriyorlar.Burada da hep aynı insanları
görüyoruz.
- Üst üste yaşadığımız acı verici terör
saldırıları sonrasında bir çok dünyaca ünlü müzisyen de artık buralara
gelmeyecek gibi gözüküyor. En son Joan Baez ve Morrisey konserlerini iptal
etmişti. Eskiden Metallica, Gun's and Roses geliyordu, insanlar onlardan ilham
alıyordu. Şimdi böyle bir etkileşime girememe tehlikesi de var.
Neden
gelsin ki? JoanBaez hayal kırıklığı yarattı ama bende.Her yerde çıktı burada
çıkmadı. Metallica'nın, Guns and Roses'ın, Roger Waters'ın, Eric Clapton'ın konser
verdiği ülke doğru bir ülkedir diye geliyordu bir sürü sanatçı, şimdi
gelemiyorlar. Türkiye'de bir sürü iş iptal oldu. Çünkü bir yerde bir şey oluyor,
hemen müzik susuyor. Ben buna da karşıyım, en başında da konuştuk. Müziği öyle
kullanırsın ki, oraya toplanan insanlar olayın farkına varır ve ondan sonra
bambaşka bir şeye dönüşür. Orada birlik ve bütünlük sağlamak için de müzik
kullanılabilir. Elbette insanlar hayatlarını kaybettiği zaman, müzik yapabilmek
güç oluyor. Ben de kendi işimi iptal etmiştim mesela, o gün çalamazdım. O
benimle alakalı bir şey. Ben o gün bambaşka bir şey yapabilirdim. O gün beni
dinlemeye gelen insanların başka bir amaç için geleceklerini bildiğim için
iptal ettim. Fakat bir müzisyen konser zamanı bambaşka bir şekilde verebilir
konserini. Suruç'tan birkaç gün sonra Kardeş Türküler konserine gitmiştim.
Biliyorum, çok tartıştılar konsere çıkıp çıkmamayı. Etmediler, bembeyaz
giysilerle ölenlerin sayısı kadar kırmızı karanfil bıraktılar ve biraz daha
yavaşlatılmış bir konser verdiler. Bence bu iyi bir şey. Konser iptal edilince
eve kapanıyorsun. Zaten sokağa çıkamaz durumdasın, en azından konser
bahanesiyle evden dışarı çıkıyorsun. Konserler en azından birlikteliği de
sağlayan şeyler. Müzik birleştirici bir güç. Sadece eğlencelik bir şeymiş
hissiyatına girmemek gerekiyor. Aslında benim kitapta yapmaya çalıştığım şey
biraz da bu. En başından beri yazılarımda göstermek istediğim de bu.
- Buradan plak mevzusuna geçelim
istersiniz. Son dönemde plaklara çok yoğun bir ilgi söz konusu. Siz bunu neye
bağlarsınız?
Maalesef.
Bu soruyu her sorana aynı cevabı veriyorum.
- Sanki Issız Adam'ın etkisi çok fazla.
Sanırım
ondan da önce başladı.Issız Adam'dan
sonra da var ama nasıl olduysa bir anda ortalığı plaklar sardı.
- Ortaçgil'in bile eski albümleri plak
olarak basılmaya başladı.
O
da bu ilgiden sonra oluşmaya başladı.
- Burada sanki biraz objenin fetişleştirilmesi
gibi bir şey var.
Aynen.
Tümüyle bu oldu. Plak denilen nesne tümüyle fetişleştirilmiş bir nesne olarak
hayatımızda. Ben bu yüzden yeni koleksiyonculara “üçüncü nesil koleksiyoncular” diyorum.
Bu tavra da karşıyım açıkçası. Bu plak bende olsun, herkese göstereyim, bununla
övüneyim diyen insanlar plak toplamaya başladılar.
- Çoğunlukla evde de dinlemiyorlar garip
bir şekilde. Evde toplandıkları vakit internet üzerinden müzik dinliyorlar.
Asla
dinlemiyorlar, çünkü plaktan dinlerlerse plak eskiyecek. Geçenlerde bir
yerlerde çalarken karşılaştım. Ben her zaman plak çalmayı tercih ediyorum. Her
yere giderken bir dolu plakla gidiyorum. Koleksiyonumun en nadide parçalarını
da yanımda taşıyabiliyorum. Ahmet Kaya'nın “Yorgun Demokrat” albümü en sevdiğim
albümlerdendir. Koleksiyonumun da en değerli parçasıdır. Ben o plağa sahip
olduğum için çok mutluyum. Onu çaldığım yerlere götürüyorum ve çalıyorum. Aynı
şekilde Yeni Türkü'nün “Günebakan” albümü de çok değerlidir benim açımdan.
Bulunur da bir albüm değil. Zor bulunur ve büyük paralara el değiştirir. Bunları
çalmayı çok seviyorum. Geçenlerde biri geldi yanıma, “Nasıl bunları buraya
getirebilirsin, nasıl bunları ortalığa çıkartabilirsin? Nasıl iğneyi o plağa
değdirebilirsin?”diye söylendi. Bu lafı söyleyen için o plağı asla
dinleyemeyeceksin saklayacaksın. Saklıyorlar, jelatinini bile açmıyorlar. Bu
plağı dinlemeyeceksen neden alıyorsun? Satmak için mi alıyorsun? O da değil. Garip.
- Değişen teknolojiyle beraber müzik
dinleme alışkanlığımızda büyük miktarda değişti. Eskiden bir albüm alırken
esasında kişisel tarihimize not düşüyorduk. İşte albümü alırken olanları
hatırlıyoruz. Müziği internetten ya da başka mecralardan dinlemeye başladıkça
sanırım bu durum gitti. Plak ilgisi yeniden bu ilgiyi canlandırabilir mi?
En
başından belleksiz bir toplum olmamız ayrı bir dert zaten. Albüm dinleme olayı
ortadan kalktı.Plağa olan ilgi bu durumu geri getirmeyecek. Keşke geri getirse
ama hiç sanmıyorum. Albüm dinleyen yine dinler ama.
- Dünyada bu durum böyle mi?
Dünyada
albüm dinleniyor bence. iTunes, Spotify gibi mecralarda albüm
dinleniyor. Şarkı alabiliyor olmakbir taraftan şahane bir şey, diğer taraftan
çok sinir bozucu. Eskiden bir şarkıyı ön plana çıkartmak istiyorsan, onun
45'liğini çıkartıyordun. Şimdi başka bir şeye döndü olay. İstediğin şarkıyı
seçip alıyorsun ve albüm denilen şey ortadan kalmış oluyor.İnsanlar da single çıkartıyorlar filan haklı olarak.
- Albüm dediğimiz şey eskiden tematik
bir bütünlüğü olan bir şeydi.
Turgut
Berkes'in Karakutu'sunu düşünsene ya da Barış Manço'nun 2023'ünü ya da Redd'in 21'i.
Hepsi tematik bir bütünlüğü ve hikayesi olan albümler. Eskiden albüm üzerine
düşünürdük. Tamam longplayler ilk
çıktığında o güne kadar çıkmış 45'liklerin toplandığı şeyler imiş. Sonrasında
albüm denilen fikir ortaya çıkınca, bu durum başka bir şeye dönüştü. Albüm
yapma her albümde farklı tema ve konu üzerinden gider.Redd mesela bunu çok iyi
yapar, keza Bulutsuzluk Özlemi, Ezginin Günlüğü de. Albüm yapma fikri giderek
kayboluyor, gidiyor. Muhtemelen plağın ilgi görmesi bu durumu fişekleşmeyecek.
Gaye Su Akyol |
- Uzun tuhaf isimli gruplar haricinde
bir Gaye Su Akyol, Elif Çağlar gibi şarkıcılarla da karşılaşır olduk. Onları
nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bence
çok başarılı.Tabii Elif Çağlar'ı ayrı tutmak lazım, o biraz daha caz sularında
takılıyor.JehanBarbur gibi, Ceylan Ertem gibi kendi şarkısını yazan, söyleyen,
hatta başkalarının şarkılarını kendince yorumlayan insanlar da çıktı. Mesela
onların yorumlarını da kimini beğenirim kimini beğenmem ama o şarkıları
farklılaştırıp bozduğu için severim. Bunu bir dönem Mirkelam yapmıştı.
Diğerlerinden kendini ayırmıştı ve çok özel bir noktadaydı, hala o noktada
ilerliyor bence. Gaye Su Akyol, Ceylan Ertem ve JehanBarbur'u ayrı tutuyorum.
Özellikle Gaye Su Akyol kendine has bambaşka bir yol tutturdu ve ilerliyor.
Sahiden rakipsiz şu anda.Öyle bir noktada ki, alaturka desen alaturka değil ama
alaturka; caz desen caz değil ama caz. Arabesk desen arabesk değil ama bir
tarafında dibine kadar arabesk. Yani Gaye'yle kendi aramızda da çok konuştuk.
Bu müziğe ne diyeceğiz? Nasıl tanımlayacağız? Çünkü Gaye'ye yurt dışından da
soruyorlar nedir senin müziğin diye. Gaye buna bir cevap veremiyor, açıkçası
ben de veremiyor. Bir taraftan cevap vermemiz degerekmiyor zaten.
- Büyük Ev Ablukada da benzer bir hattan
ilerliyor. Onlar da sözü bozan, daha ironik, sokağın diliyle şiiri birbirine
boca eden bir yerde duruyor.
Onları
da çok beğeniyorum, seviyorum. Hoşuma gidiyor bu durum. Diğer taraftan da çok
büyük kitlelere ulaşamadıkları için müziğin seyrini değiştirmeye muktedir
değiller. Lakin yakın zamanda o da olacak, öyle gözüküyor. 1990'ların ortasında
bu rock patlaması yaşandığında kimse Duman'ın, Mor ve Ötesi'nin bu kadar büyük
bir iş yapacağını beklemiyordu. MFÖ'nün de 1980'lerdeki çıkışı da böyle,
dolayısıyla onlar da böyle bir şeyi beklemiyordu. Buradan bir ana arter yaratıp
ilerlemek mümkün, yavaş yavaş oluyor o da. Asıl güzellik daha önceTürkiye'de
gidilmeyen yerlere gidiyorlar. Denizli, Samsun, Burdur, Gaziantep, Van, her
yere gidip konserler veriyorlar. Bir dönem özellikle 1990'ların başında bu
konserler başka bir olaydı. Özellikle yerel festival olduğu zaman gidilirdi. Belediye
seni çağırırsa gidiyordun konser vermek için. Şimdi ise neticede artık mekanlar
var ve insanlar gidiyorlar. Üniversitelerden ve belediyelerden kurtuldu müzik.
O çocukların atlayıp oraya gidiyor olmaları da şahane bir şey.
- Dünyada şarkı sözü yazarlığı nereye
gidiyor? Bir taraftan, bu ekolün son temsilcilerinden biri Leonard Cohen yakın
zamanda hayatını kaybetti. Diğer taraftan, Nobel ilginç bir şekilde Bob Dylan'a
gitti.
Bence
şarkı sözü yazarlığı kaybolmuyor.Özellikle Türkiye'ye baktığımızda kendi şarkı
sözlerini yazan bir grup var, az önce de bu isimleri tek tek saydık. Ben
heyecanlanıyorum, bir sürü insan kendi sözünü söylemeye başladı. Bu da bir
anlamda Gezi'nin getirdiği bir şey oldu.1990'larda artan pop şarkıları ve
onların getirdiği basitleşme müziği başka bir yere soktu ve hep böyle gidecek
sanıyordum. Mor ve Ötesi, Kumdan Kaleler ve Redd gibi grupların yükselişiyle
birlikte insanlar şarkı sözü yazımını yeniden dikkat çektiler. Herkes kendi
şarkısını tek gitarla çalıp söylüyor. Bunlar hayırlı şeyler. Şarkı sözü yazımı
giderek yükseliyor.
- Aşık geleneğiyle bir akrabalık bağı da
var sanki.
Bence
bu durum aşık geleneğinin şimdiye yansıması oldu.Kaan'ın durduğu nokta
1970'lerde Aşık Mahzuni'nin durduğu nokta. Sadece değişti biraz. Benim hiç
sevmediğim bir tanımlama vardır kent ozanı diye, bence Kaan kent ozanı filan
değildir. Dolayısıyla o geleneğinden yeniden canlanması da güzel bir şey. Çünkü
artık türkü de öldü, türküyü türkü gibi söyleyen de kalmadı. Tamam Kardeş
Türküler, Aynur Doğan, Efkan Şeşen, Hüsnü Arkan, Jülide Özçelik nefis işler
yapıyorama türküyü türkü gibi söyleyen yok. İşte bir Belkıs Akkale yok artık.
Bir dönem Kamil Sönmez, Aşık İhsani filan vardı. Tabii Pir Sultan Abdal'dan
gelen bir gelenek vardı ama bu ortadan kalkmıştı. Kimse eline sazını alıp
şarkısını söylemeye çalışmıyor. Ahmet Kaya da bu işe böyle başladı, eline
sazını alıp söylemeye başlamıştı.
- Bir de kent ozanı kavramı daha baskın
çıktı sanırım zamanla. Cenk Taner, Teoman gibi müzisyenlerin varlığıyla.
Evet,
onlar şarkı sözü yazımının hasını yapan insanlar. Dolayısıyla şarkı sözü yazma
meselesinde, 90'lar dikkat çeken insanlar. Popta da Mirkelam işte ayrı bir yere
koymamım sebebi kendi şarkılarını yazıp söylemesi.
- Mirkelam'daki ironik, absürt dil, Gaye
Su Akyol'da da vardır. Hatta Mazhar Alanson'da da vardır.
Evet,
kesinlikle. Kendi hatlarını yaratan ve rakibi olmayan sanatçılar bunlar. Levent
Yüksel'i de çok severim ama bir sürü Levent Yüksel var. Levent Yüksel yorumcu
olarak en iyisi. Hadi Tarkan diyelim, kendi sözlerini yazdığı için ama ondan da
çok var. Görüntü de dahil olmak üzere.
- Buradan radyo üzerine bir şeyler
konuşalım isterseniz. Radyo da dijitalleşti, internet radyosu oldu. Radyo dinliyor
muyuz?
Bence
dinliyoruz. İnternet radyosu denilen şeyler iyi şeyler. Dolayısıyla insanlar
bilgisayarın başında sosyal medyadan gelen linkler doğrultusunda da olsa radyo
dinliyorlar. Eskisi gibi radyo geleneği yok. Radyonun 60'lardaki gücü yok
tabii. Eskiden Zeki Müren radyoya çıktığında ertesi gün ortalık karışabiliyor.
Mirkelam'ın 90'lardaki tek gecelik şöhreti gibi. Erkin Koray radyoya çıktığında
ortalık yıkılıyor. 1960'larda ve 70'lerde radyo çok önemli. 90'larda yine bir
patlama yaşanıyor ama biraz yalancı patlama oluyor. 2000'lerde ise radyonun
internete taşınmasıyla yeniden keşfediyoruz aslında.
- Müzik programları?
Müzik
programı denilen tür ortadan kalktığı için böyle bir durum artık yok maalesef.
Bir dönem İzzet Öz'ün Teleskop
programı vardı, Sevda Özver'in Sizler İçin'i
ya da Gecenin İçinden'i filan takip
eden birinsan olarak şimdiki durumu hoş karşılamıyorum. Müzik programı yapan pek
kalmadı. Açık Radyo var ama Rock FM de kapandı. Yapılacak bir şey yok sermaye.
Radyoculuk arka arkaya şarkı çalma işine döndü.
- Siz de Açık Radyo'ya bir program
yapıyorsunuz şarkılı memleket tarihi üzerine.
Benimki
baya belgesel programı. Hafta için her gün sabah 7'de. Şarkılı Memleket
Tarihi'nin programlaşmış hali. O gün müzik tarihinde ne olduysa ondan
bahsediyorum. Mesela 1 Aralık'ta DarioMoreno'nun ölüm yıldönümünde, baştan
sonra DarioMoreno programı yaptık.
- Radyo Arkadaş döneminiz var sizin, hep
hayırla yad ettiğiniz.
Radyo
Arkadaş şahane bir radyoydu. O, TRT'yi 90'lara taşıyan radyodur. Nefis
programlarımız vardı. Tanıl Bora ve Selami İnce program yapıyordu. Tamer
Kozaklı ve Metin Solmaz programyapıyordu. Ben, Dünden Bugüne diye bir program yapıyordum, daha sonra Çıtır Çıtır diye bir şey yaptım, bir de Tıngır Tıngır diye bir Türkçe rock
programı yapıyordum.Cezmi Ersöz de orada program yapıyordu. “Arkadaşıma Dokunma”
kampanyası bir dönem Radyo Arkadaş'tan aldı yürüdü.
- Selda Bağcan'ı yeniden keşfettik son
dönemde. Kendisine ilginç bir şekilde yurtdışında da çok ilgi var. Bu durumu
neye bağlarsınız?
Selda
Bağcan'ı yabancılar keşfettiği için biz yeniden keşfettik. Elimizde bir sürü
güzel insan var, Selda Bağcan'ından, Gökçen Kaynatan'ına, Mustafa Özkent'e
varana kadar. Bu isimleri yabancılar keşfedince biz de yeniden keşfediyoruz.
Çünkü ben yıllardır bu isimleri anlatmak, duyurmak için çok çaba sarf ediyorum
ama bu maalesef görünmüyor. Türkiye'de çok görülme şansı yok. Yurtdışında
FindKeepers bunları plak olarak bastı. Bir yanda dünyanın ilgisi bu
müzisyenlere çekilince bizim de ilgimiz arttı. Yani Guardian'da bir Selda Bağcan yazısı çıkması gerekiyormuş bizim onu
hatırlamamız için. Selda Bağcan kayıp olan birisi de değil, aktif müzik yapan,
konserlerini veren birisi. Kamusal olaylara zamanında doğru tepkiler veren bir
insan. Buna rağmen herkesin bildiği bir isim değildi ama şimdi oldu. Bir
tarafından çok güzel bir şey bu.Selda Bağcan'ın bu kadar popüler olması çok
güzel bir şey. Keşke biz yeniden keşfetseydik. İngiltere üzerinden gelmeseydi
bu olay. Mustafa Özkent'i biz keşfetseydik mesela.
Selda Bağcan Barcelona konserinde |
- Yurtdışındakilerin bu müzisyenlere
olan merakını nasıl yorumlarsınız?
Çünkü
onlar üçüncü dünya ülkelerinde böyle bir müziğin yapılabileceğine inanmıyorlar.
Japonya'da, İran'da, Afganistan'da çok sayıda saykodelik grup çıkmıştı
zamanında. Her yerde herkes kendi doğusunda böyle müzikleri yakalayınca ilgi
gösteriyor. Bir de bu yerel motiflerin, world
folk denilen türün yükselmesiyle birlikte yeniden ortalığa çıkmasıyla
bunların önü açıldı. Selda Bağcan, yerel ezgileri, motifleri kullanan ama bunun
şahane bir batı altyapısıyla destekleyen bir solist. Onun yaptığı işleri o
yüzden çok ilginç geliyor onlara hatta bizlere. Biz sadece Selda Bağcan'ı değil
kendimizi de tanımıyoruz. Türkiye'nin en büyük derdi bu bence.Onun için de şu
kitapla, yazılarımla farkındalık yaratmak, dikkati şarkılara, şarkıcılara
çekmek istiyorum. Radyo programında da keza. Çünkü en başta kendimizi tanımımız
gerekiyor, ondan sonra dışarıya bakmak gerekiyor. Aslında bir empati yoksunluğu
ve karşındaki dinleme eksikliği. Memleketin en büyük derdi. Karşımızdakini
dinlemediğimiz için onu tanımıyoruz. Bu anlamda, Selda Bağcan'ınpolitik geçmişinin,
Deniz Gezmiş için şarkı yapmasının bilinmemesi, Uğur Mumcu için yaptığı
şarkının bilinmemesi vahim durumlar. Bir taraftan bunların ortaya çıkması
şahane bir şey.
- Peki, son olarak son dönem müzik
yayıncılığında dikkat çeken bir yayınevi var Kara Plak. Onu nasıl görüyorsunuz?
Şahane
iş yapıyorlar. İyi ki varlar ve daha da çok olsunlar. Türkiye'de yazılabilecek
kaç biyografi var, bunu yazabilecek kaç kişi var? Bütün derdimiz bu. Biyografi
işine hiç girmiyor. Bir sürü insan keşke anılarını yazsaydı dediğim çok oldu
ama anılarını yazanları da görüyoruz. Biyografisi yazıldığında buna itiraz
edecek insan sayısı çok fazla. Ailenin kendisini sansürlemesinin yanı sıra bir
de devlet sansürü bir de yayınevi sansürü ortaya pek bir şey kalmıyor. Türkiye
o kadar beter ki bir yandan. Selda Bağcan biyografisinin olmaması fena bir şey
ama onun biyografisini kim yazsın dersen, o bile meçhul işte. Elbette itiraz edecek,
ailesi, hayranları, yazsak bile.
Can Öktemer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder