12 Eylül 1980 darbesini bir dönüm
noktası olarak alırsak, bunun öncesinde Türkiye solunun “azınlık meselesi”ne
olumlu anlamda ürettiği özel bir tez bulmak mümkün değildir.[1] Kabaca 1920’lerden (öncesindeki daha çoğulcu
siyaseti dışarıda bırakarak) 1980’lere kadarki süreçte, sol siyaset
“gayrimüslimlerin çoğunluktan farklı olarak başlarına gelenleri” zaten “bir
sorun olarak görmemiştir.”[2] Bunun da ötesinde, Türkiye solunun bireysel
veya kitlesel olarak çok etkili isimleri ve hareketleri genellikle bu durumlar
karşısında devletin tavrını desteklediği veya bizzat fail pozisyonunda yer
aldığı söylenebilir. Söz konusu pozisyonun en önemli örneklerinden birisi de Yön dergisi (1961-67) ve çevresidir.
Mümtaz Soysal,
İlhami Soysal, İlhan Selçuk, Cemal Reşit Eyüboğlu, Hamdi Avcıoğlu ve bu
isimleri bir araya getiren Doğan Avcıoğlu tarafından kurulan Yön dergisi ve daha sonra Avcıoğlu’nun tek başına yola devam ettiği Devrim dergisiyle
(1969-1971)[3] birlikte düzenli bir yayını aşacak boyutta,
tarih tezleri, Türkiye sorunlarına reçeteleri, bu reçeteleri uygulamaya koyacak
bir iktidar tahayyülü ve en önemlisi, bu iktidar tahayyülünü gerçek kılacak
belirli yöntemler öne sürmesiyle Türkiye solu için belirleyici önemi haiz bir
“hareket” olmuştur. Hareketin etki gücü, 1971’de Madanoğlu Cuntası’nın
gerçekleştiremediği darbe sonrasında sönümlenmesine rağmen, Avcıoğlu 12 Eylül
Darbesi’ne kadar Osmanlı-Cumhuriyet
tarihini Marksist açıdan ele alma iddiasındaki kitaplarıyla (Milli Kurtuluş Tarihi ve özellikle Türkiye’nin Düzeni) sadece Türkiye
solunun birçok kesimini değil, ordu içerisindeki sol eğilimli yapılanmaları ve
popüler kültürü de önemli ölçüde etkilemiştir.
Sol düşünce
tarihine derin bir iz bırakan Yön Hareketi, 1964’te Kıbrıs meselesi öne
sürülerek Türkiye’de yaşayan Yunanistan pasaportlu Rumların sınırdışı
edilmesine ve onlarla birlikte giden aileleriyle birlikte en az 30 bin Rum’un
Türkiye’den gönderilmesine tanıklık ettiler. Özellikle Kıbrıs meselesi
üzerinden meseleye dair devletin uygulamasından yana belirgin bir şekilde tavır
aldılar. Bu bağlamda, derginin en önde gelen yazarları Doğan Avcıoğlu ve İlhan
Selçuk’un yazılarında ön sürülen siyasi pozisyonu ve tarih tezlerini incelemek,
genel olarak sol siyasetin çizgisini tespit etmek adına anlamlı olacaktır.
Yöncülerin Rum Tehciri’ne Bakışı
1950’lerin
ortasından itibaren Türkiye gündemini sıklıkla meşgul eden Kıbrıs meselesiyle
Gökhan Atılgan’a göre Türkiye solu içerisinde ilk kez Yön dergisi ilgilenmiştir ve Kıbrıs’ta Türkiye adına bir buhranın
yaşanacağını duyurmuştur.[4]
İlk olarak, Lefkoşa’daki iki camide bombaların patladığı ve Kıbrıs Türk
liderliğine muhalif Cumhuriyet
gazetesinden Ahmet Muzaffer Gürkan ile Ayhan Hikmet’in öldürülmesi üzerine Yön dergisi, Kıbrıs’taki Türk
liderliğini cemaatin birliği ve bunu sağlamak için uygulanan yöntemler
konusunda uyarır.[5] Ocak
1963’te Ada’da yine siyasi gerilim yaşanması üzerine, dergi bu kez İnönü
hükümetini Kıbrıs konusuyla yeterince ilgilenmediği konusunda eleştirir ve
Kıbrıslı Rumların Ada’da tam hakimiyeti sağlamak üzere olduğunu belirtir.[6]
Son olarak Avcıoğlu, Kıbrıs’ta Türkiye için yaklaşan büyük tehlikeden bahsetmiş
ve Kıbrıs’ta bugün kaynayan kazanların yarın Türkiye’nin üç büyük sorunundan
birisi olacağını belirtmiştir.[7]
Ada’da gerilim giderek yükselirken, Türkiye, 22 Şubat 1962’deki girişimin
ardından Albay Talat Aydemir’in 21 Mayıs 1963’te kalkıştığı ikinci başarısız
darbe teşebbüsüyle sarsılır. Haziran 1963’te ise Yön dergisi Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından Cemal Hüsnü Taray ve
Bahri Savcı’nın yazıları bahanesiyle kapatılır.[8]
Ancak esas gerekçe, Yön dergisi ile
Albay Aydemir ve ekibinin en azından fikri düzeydeki yakın ilişkisidir.[9]
14 ay sonra 25 Eylül
1964’te dergi yayın hayatına tekrar başladığında, Kıbrıs meselesi artık Türkiye
solunun milli davası haline gelmiştir. Bu mesele, sol için milliyetçilikten
beslenen anti-emperyalizm/-Amerikancılık momentumunun zemini haline gelmiştir. Bu
süre zarfında, Aralık 1963’te Kıbrıs’ta yeniden çatışmalı sürece girilmesi,
Türkiye’de Patrikhane ve Rumları yeniden hedefe koyacaktır. Dönemin basınında
yükselen Rum düşmanlığı, Şubat 1964’te Adalet Partisi (AP) Manisa Milletvekili
Hürrem Kubat’ın Türkiye’de yaşayan Yunan uyruklu Rumlarla ilgili verdiği soru
önergesiyle başka bir boyuta taşınır. Ardından İnönü hükümeti, 16 Mart 1964’te
Türkiye ve Yunanistan arasında 1930 yılında imzalanan İkamet, Ticaret ve
Seyrisefain Anlaşması’nı tek taraflı olarak feshettiklerini açıklar. İki ülke
vatandaşlarına diğer tarafın ülkesinde serbestçe ikamet etme hakkı tanıyan bu
anlaşmanın iptali, Türkiye’nin Yunanistan’a verdiği ilk gözdağıdır. Yunanistan’dan
beklediği geri dönüşü alamayan Türkiye, anlaşmada yer alan iptal kararı için
karşı tarafı altı ay önceden uyarma koşulunu da aşarak sınırdışı işlemlerine
derhal başlar. Yunanistan vatandaşı dört Rum iş adamından oluşan ilk kafile, 31
Mart 1964’te sınırdışı edilirken, tehcir giderek büyüyerek kafileler halinde
kademe kademe Eylül 1964’e kadar devam eder. Yunanistan’daki hanedan düğünü
dolayısıyla ara verilen tehcir, Nisan 1965’e kadar durdurulacaktır. Nisan’da
çıkarılan yeni bir yasayla bu kez istisnasız tüm Yunanistanlı Rumlar sınırdışı
edilecek ve bu işlem Haziran 1965’e kadar sürdürülecektir. Sınırdışına
çıkarılacağı tebliğ edilenlere iki günden 15 güne (genellikle 48 saat) kadar
süre tanınır ve 20 kiloluk bir valiz ile 200 Türk lirası (dönemin kuruyla 22
dolar) para çıkarma hakkı verilir.[10]
Nihayetinde, toplamda yaklaşık 12.500 Yunanistan pasaportlu Rum sınırdışı
edilirken, en az 30 bin Türkiyeli Rum’un da göç ettiği tahmin edilir.[11]
Tehcir edilen Rumlar Yunanistan sınırından geçerken (Kaynak: 20 Dolar 20 Kilo sergisi) |
Yön, 1964 Rum Tehciri’nin tüm canlılığıyla
gerçekleştiği Mart-Eylül döneminde kapalı olduğu için derginin bu konuyu
doğrudan ele alan yazı sayısı bir hayli kısıtlıdır. Kıbrıs’la ilgili haberler
ve yazıların çok önemli bir kısmında (İbrahim Çamlı’nın Eylül 1964’ten
başlayarak aralıklarla Nisan 1965’e kadar süren Kıbrıs yazıları serisi) sınırdışı
edilen Rumlardan bahsedilmezken, Samim Kocagöz, Ahmet Şükrü Esmer ve Niyazi
Berkes gibi yazarlar mesele üzerine önemli yazılar kaleme alırlar. Özellikle
Berkes’in Ekim-Aralık 1964 tarihlerinde yazdığı beş yazısı, Rumlara ve
özellikle Ekümenik Patrikhane’ye yönelik düşmanca tavrıyla dikkate çekicidir.[12]
Derginin kurucu kadrosundan İlhan Selçuk ve Doğan Avcıoğlu’nun yazıları ise
derginin meseleye dair “resmi” çizgisini ortaya koyar.
“Demirel’in Ayasofya’da ezan okutmasını beklemek”
İlhan Selçuk, bu
konudaki ilk yazısını 30 Nisan 1965 tarihli dergide yazar.[13]
Selçuk, sadece Rumlara karşı değil Ermeniler ve Kürtlere karşı hasmane tutum
takınır ve açıkça bu grupları emperyalizmin uzantısı olarak mimler. Yine de,
Selçuk, Türkiye’deki Yunan uyruklular ve Patrikhane üstüne yapılacak
baskılardan medet umulmasının yanlış olduğunu ima eder. Zira Batı’nın bu
hamlelere karşı nasıl tavır alacağı dünden bellidir ve bu durum, Selçuk’a göre
Türkiye’nin yararına değildir.
Selçuk, tüm
meseleyi “Batı kapitalizminin Türkiye üzerine oynadığı oyunlar” çerçevesinde
görmektedir. Bu bağlamda, Helenizm de “Batı kapitalizminin Ortadoğu’da
Türkiye’yi tehdit eden temsilcisi”dir ve Kıbrıs üzerindeki dilekleri bu
minvalde ortaya çıkmıştır. “Belli merkezler,” Helenizm’in yanı sıra “Ermenistan
ve Kürdistan davalarını da tahrik ederek” ortaya atmıştır. Zira “Milli Misak dışında
kalmış Rumlar, Ermeniler ve Kürtler,” Türkiye’ye karşı “Doğu Akdeniz’den
Amerika’ya uzanan örgütlenme içindedirler.”
Dolayısıyla,
Selçuk’a göre Türkiye’nin esas yapması gereken, Batı emperyalizmiyle olan
ilişkiyi bozmak veya tekrar kurmaktır. Türkiye “hasta adam” olarak yatağa
tekrar uzanmamalıdır. Öyle olursa, Batı mahut olan tavrını sergileyecek ve
Türkiye’nin “Birinci Dünya Savaşı sonrasında Anadolu’ya gömdüğü ve Ege
Denizi’ne döktüğü bütün emperyalist emellerin yeniden canlandıracaktır.”
Selçuk’a göre, bu şaşılacak bir durum değildir. Zira Türkiye, bağımsızlığını
Selçuk’un “kapitalizmin emperyalizmi” dediği bu cepheye karşı savaşarak
kazanmıştır ve bu oyunlara alışkındır. Hal böyleyken, hükümetin tehcir ve
Patrikhane’ye baskı yapmasının Türkiye’ye bir getirisi olmayacaktır. Selçuk,
zaten New York Times ve Guardian’da çıkan haberlerden örnek
vererek Batı’nın tavrının bu konuda çok açık olduğunu belirtir. Bu algı,
Selçuk’un bu hamleleri Batı’ya koz vermek olarak görmesi anlamına gelmektedir.
Yön'ün 6 Mayıs 1966 tarihli sayısı |
Selçuk, yaklaşık
bir yıl sonra yazdığı bir diğer yazıda bu kez esas hedefi Patrikhane’ye karşı
vaat ettiği hamleleri yapamayan AP ve Süleyman Demirel’dir.[14]
Selçuk’a göre, bu noktadaki sorun bu hamlelerin yanlışlığı değildir, zira
bunların yapılması gerektiğini yazısının sonunda belirtir. Ona göre esas sorun,
AP’nin yerine getiremeyeceği sözleri yüksek sesle dile getirmesidir. Bu durumu
yaratan, elbette ki, Patrikhane ve onun şüpheli ilişkileridir. Selçuk, bu
çerçevede Patrikhane’yi emperyalizm ve kapitalizmle kuvvetli bağları olan ve
Türkiye için tehlikeli hedefleri olan bir kurum olarak hedefe oturtur.
Selçuk’a göre, o
dönemde AP çevrelerinde Patrikhane’yi sürmek ve Ayasofya’nın minarelerinde ezan
okutmak lafları yükselse de, Demirel’in Amerikancılığı ve ABD’yle olan bağları
bu vaatlerin önündeki en büyük engeldir. Zira AP, “aziz dostu” olan ABD’yi
“Ayasofya ve Patrikhane konularında kızdırmamak yönünde hareket etmektedir.”
Çünkü Selçuk’a göre, ABD’nin iş adamları çevresi, “Ortodoks kilisesinin en
yüksek ruhani makamını korumaktadırlar” ve “[E]kümenik Patrik, Amerikan
kapitalizminin içinde önemli bir tesir mevkiinde bulunmaktadır.” Patrikhane,
“Amerikan [O]rtodokslarıyla sıkı-fıkı ilişkileri”ne güvenerek, kendisini
“Türkiye içinde sağlam ve sarsılmaz bir örgütün başı saymaktadır” ve Türkiye
toprakları üzerinde “tehlikeli” oyunlar oynamaktadır:
(…) Bizans kilisesinin devamı ve Amerika’nın
desteklediği Yunan hülyalarının sağlam kalesidir Patrikhane… Patrikhane
metropolitleri, Anadolu şehirleri üstündeki Yunan iddialarını [u]nvanlarında
taşımaktadırlar. Konya Metropoliti, Antakya Başpiskoposu, Alaşehir
[M]etropoliti, Silifke [M]etropoliti, Bizans devrindeki bölümlerin ruhani
başkanları gibi davranmaktadırlar.
Bu duruma rağmen
AP, Patrikhane ile Enosis ve Ayasofya arasındaki bağı kurmaktan yoksundur,
çünkü Süleyman Demirel ABD’nin nüfuzu altındadır ve ona göre Patrikhane ciddi
bir tehlike arz etmemektedir. Dolayısıyla, “Süleyman Demirel’in ‘Müslüman
görünüşlü iktidarı’ndan Ayasofya’da ezan okutmasını beklemek ve Patrikhaneyi
sınır dışı etmesini ummak bu şaşkınlığın sonucudur.” Selçuk’a göre, Demirel
hükümetinin “haddi olmasa” bile “Ayasofya minarelerinde ezan okutmak ve
Patrikhane’yi yola getirmek” Amerikan kapitalizminin hoşuna gitmeyeceği için
atılması gereken hamlelerdir.
“Rum’un kazancı Enosis’e akar”
Dergide Avcıoğlu’nun
bu minvalde yazdığı diğer yazılar Yön
imzasıyla yayımlanır.[15]
Avcıoğlu, bu yazılarda derginin tehcir karşısında yukarıda belirtilen
yaklaşımlarını bütüncül biçimde ortaya koyar.
Bu yazılarda, Yunanistanlı Rumların tehcir edilmesine ve Türkiyeli
Rumların rehine olarak kullanılmasına bir noktaya kadar karşı çıkar.
Avcıoğlu’nun eleştirdiği açık bir şekilde bahsi geçen adımların atılamaz olması
değil, AP hükümetinin var olan dış politika ilişkileri içerisinde bunları
yapamayacak olmasına rağmen dile getirmesinedir.
Avcıoğlu’na
göre, Rumların tehciri ve rehine olarak kullanılması hakim düşünce olsa da,
uygun değildir.[16] Bunu
uygun görmemesinin iki sebebi vardır. İlki, ırkçılık kokması; ikincisi ise
Türkiye’nin kolayca suçlanabileceği bir durum yaratmasıdır. Dolayısıyla,
Avcıoğlu için esas nokta, Rumlara yönelik ayrımcılık ve hukuksuzluk değil,
Türkiye ve Kıbrıs davasındaki haklılıktır. Zira tehcire ve Rumların rehine
olarak görülmesine itirazının davayı güçlendirmeyen tutumlar olmasından ileri
geldiğini belirtir. Ayrıca Avcıoğlu, Kıbrıs’la ilgili Türkiye’deki Rumları
hedefleyen bir misilleme yapılmasına kategorik olarak karşı değildir ve hatta
Rumların Türkiye’nin elindeki koz olduğunu açıkça savunmaktadır. Bu anlamdaki
önerisi de Varlık Vergisi’ni anımsatan bir sermaye transferi tedbiridir.
Böylece bu konuda daha güçlü ve haklı olunacaktır:
AP Senatörü Hüsnü Dikeçligil’in Bütçe Karma
Komisyonunda yaptığı konuşma, bu yolda [ekonomik tedbirler] bir işaret
vermektedir: ‘Türk ticareti 5 bin Rum’un elindedir. Bu meseleyi ele almak, ne
faşistliktir, ne de ırkçılıktır. İthalatımızın yüzde 95’i başkalarının
elindedir. Bu kazancın bir kısmı Enosis için Yunanistan’a, bir kısmı da
İsrail’e akar.’ Türkiye’nin zararına sağlanan bu kazançları önleyecek bir dış
ve iç ticaret politikası, bir topluluğu bütün olarak hedef tutan politikalardan
çok daha güçlü ve haklıdır.
Avcıoğlu, AP’li
senatörün önerisini önemli bulsa da, Selçuk gibi, bunun AP’nin sürdürdüğü
politik çizgiyle yürütülemeyeceğini düşünmektedir. Zira AP destekli Ürgüplü
hükümeti, hem ABD’den Kıbrıs meselesi için medet ummaktadır hem de
Athenagoraslı şekliyle ABD’nin eseri olan Patrikhane’yi yurtdışına çıkarmaktan
bahsetmektedir. Avcıoğlu’na göre, bu mümkün değildir; ancak yapılması gereken
ise Türkiye’nin elindeki kozlardan, yani Rumlardan, emperyalizme karşı bir
politikanın parçası olarak faydalanmasıdır. Bu da yukarıdaki alıntıda ileri
sürülen ekonomik tedbirin uygulanmasıyla mümkün olacaktır.
Avcıoğlu’na
göre, anti-emperyalizm bağlamında alınacak bir diğer önlem ise Patrikhane’nin
evrensellik iddialarına son verilmesidir. Patrikhane’yi Yunan emperyalizminin
en güçlü aracı olarak gören Avcıoğlu, metropolitlik bölgelerinde Rum
kalmamasına rağmen bu isimlerin değişmemesinden dem vurur. Bunun sebebi,
Patrikhane’nin bu yerleri halen Ortodoksluk toprağı sayması ve geçici Türk
işgali altında görmesidir. Athenagoras, bu “cesarete,” Avcıoğlu’nda göre, ilk
olarak ABD’nin öngördüğü politikaları güden Menderes döneminde uluslararası
diplomasi alanına çıkarılmasından almaktadır. Athenagoras’ın tek parti rejimi
sırasında ABD’den geldiği gerçeğini DP iktidarına atfeden Avcıoğlu, bu noktadan
sonra da tarihsel gerçekleri çarpıttığı bir Athenagoras portresi ortaya koyar.
Ona göre, Athenagoras, Milli Mücadele sırasında İstanbul’da Kuvayı Milliye
aleyhine çalışan Mavri Mira Cemiyeti’nin başındadır ve savaşın Türkiye’nin
zaferiyle sonuçlanmasıyla nasıl olduğunu Patrikhane çevrelerince gizli tutulan
bir yolla ABD’ye kaçmıştır. Bunun gizli tutulmasının sebebi de Patrik’in tekrar
Türk uyruğuna girmesinin önünde engel oluşmaması sağlamaktır.
Yön'ün 23 Nisan 1965 tarihli sayısı |
Athenagoras
yönetimindeki Patrikhane, 1960’larda ABD’nin ve diğer emperyalist ülkelerin
desteğiyle yeniden Türkiye’nin bağımsızlığını tehdit eder hale gelmiştir. Ancak
Türkiye sadece Patrikhane tehdidiyle değil, “saldırgan Rum milliyetçiliğinin
emrindeki ruhani enternasyonalle karşı karşıyadır“ ve bu enternasyonalin hedefi
Türkiye aleyhine bir “Rum genişlemesi”ni mümkün kılmaktır. Bu hedefin ilk
başarılarından biri ise “manen ve maddeten çöken Heybeliada Ruhban Okulu’nu
kurtarması ve Türk hükümetinin [DP iktidarı] bu okulu ‘Yüksek Din Okulu ve
Fakültesi’ olarak kabul etmesidir.”[17]
Bu durumdan cesaret alan Athenagoras, “Patrikhane’nin hesaplarını incelemeye
gelen müfettişleri çevirebilmektedir,” yani devletin iradesi ve iktidarına
karşı gelebilmektedir.
Avcıoğlu’na
göre, Kıbrıs meselesi ve Patrikhane tehdidi karşısında tek çözüm, “Türkiye’nin
Atatürk’ün dış politikasına dönüşü” olmalıdır; yoksa Kıbrıs’ta “milli haysiyet
ve gururumuz ile birlikte uçup gidecektir.” Aksi takdirde Türkiye’nin olduğunu
düşündüğü mevcut iktidarıyla bu sorunu çözemeyeceğini öngörmektedir. Zira
“basını, ruhanileri ve devletleriyle güçlü bir emperyalist cephe,” “dış
politikada Anglosaksonlara bağlı olan” Türkiye’nin Patrikhane’yi yurtdışına
çıkarmasını engelleyecektir.
Zira Avcıoğlu’na
göre, mevcut hükümetin bu bağlamdaki Lozan’ı değiştirme ve Patrikhane’yi yurtdışına
çıkarma tehditleri,” birer blöf olarak görülmekte ve etkisiz kalmaktadır.”[18] Zaten Ürgüplü hükümeti de bir “iki ateşli
beyandan sonra,” bu tür düşünceleri unutmuştur. Bu bağlamda, Avcıoğlu da bir
önceki yazıda ortaya attığı bir iddiayı unutur. Bir hafta önce, Athenagoras’ın
Patrikhane’nin hesaplarını inceletmediğini öne süren, Avcıoğlu, bu kez bu
denetlemenin yapıldığını savunur. Ancak Avcıoğlu’na göre, bu adım, “‘evin
namusunu kurtarmak’tan başka bir derde deva getirmeyecektir.” Hatta mevcut siyasi
konjonktür içinde hükümetin bu adımı “Anglosakson kamuoyunu ve hükümetlerini
tamamen aleyhimize çevirecek tedbirler”den birisidir.
Avcıoğlu, bu
meyandaki son yazısında yine söz konusu meseleye dair izlenen siyaseti
eleştirir.[19] Bu kez
Türkiye’nin dış politikada NATO’ya bağımlı olmasından dem vurur ve hükümetin
Kıbrıs meselesine dair beyanlarını Yunanistan’a masaya oturtmak için yakarışlar
olarak değerlendirir. Ona göre, Patrikhane’nin tasfiyesi, Rumların sınır dışı
edilmesi ve Lozan Anlaşması’nın değiştirilmesi bu yüzden ortaya atılmıştır.
Ancak hem Atina bu tehditlere aldırmayınca hem de NATO ülkelerinden ikazlarda
bulununca, hükümet bu politikaları tamamen değiştirmek zorunda kalmıştır.
Bitirirken
Yön dergisinde Kıbrıs meselesi bağlamında
yayımlanan yazıların önemli bir kısmı, Rum Tehciri ile Türkiyeli Rumlara ve
Patrikhane’ye yapılan baskıları görmezden gelir ve hiç değinmez. Kristina
Boreus’un medyada söylemsel ayrımcılıkları sınıflandırırken belirttiği gibi,
“görünmez kılma,” hedef alınan gruptan hiç bahsetmeyerek o gruba yapılanları
hasıraltı etme, o grubu “dışlama” metodudur.[20]
Bu anlamıyla, derginin tehciri görmezden gelme tavrı örtük bir ayrımcılığa
işaret eder.
Selçuk ve
Avcıoğlu’nun yazılarında görülen derginin daha açık ayrımcı tavrı ise özellikle
Ekümenik Patrikhane üzerinden Rumları doğrudan hedef alan yazılarda ortaya
çıkar. Yazılar iki temel eksende yoğunlaşır. Bunlardan ilki, Patrikhane’nin
tarihsel olarak oynadığı “yıkıcı rol”dür. Bu tez, özellikle dönemin
sağ-muhafazakar basınının mütemadiyen gündeme getirdiği Patrikhane’nin
Türkiye’den çıkarılması teklifinin[21]
tarihsel zeminini oluşturur. Bizans ve özellikle Osmanlı’nın çöküşünün
merkezine yerleştirilen anlatı, bin yılı aşan bir tarihsel hattı takip ederek,
1960’larda Türkiye’nin yaşadığı yönetimsel ve siyasi sorunların kaynağı olarak
da Patrikhane’yi gösterir. İkinci temel eksen ise dönemin Ekümenik Patriği
Athenagoras’ın ABD’yle olduğu iddia edilen ilişkisidir. Athenagoras, Yön’ün yükselttiği anti-emperyalist sol
söylem için kullanışlı bir figürdür. ABD’den patrik olması için getirilmiş ve
DP döneminde bir süre ciddi anlamda itibar görmüştür. Dolayısıyla, kökü
dışarıdadır, NATOcu ve Amerikancıdır. Aynı zamanda, bu geçmişten ötürü bu
hattın Türkiye’deki “işbirlikçisi” görülen sağ-muhafazakar siyasetle (Ürgüplü
ve Demirel hükümetleri) ilişki içerisinde kabul edilir. Her iki eksende
ilerleyen yazıların vardığı sonuç, Patrikhane’nin Türkiye’den çıkarılmasının
gerekliliğidir.
Selçuk ve
Avcıoğlu’nun yazıları da bu çizgiyi takip ederken hem Patrikhane’nin yurtdışına
çıkarılmasını hem Rum Tehciri’ne daha temkinli yaklaşıyor gibi gözükür. Bu
yazılarda tehcirin veya olası bir Patrikhane’nin ülkeden çıkarılması hamlesinin
yanlış bir politika olduğu yönelik tavır nettir. Ancak bu yazıların üzerinde
durdukları mesele Rumların başına gelenler veya bu hamlelerin yarattığı/yaratacağı
hukuksuzluk ve ayrımcılık değildir. Tersine bu yazıların müellifleri, ülkenin
uluslararası politikada zemin kazanması veya Türkiye’nin istediğini elde etmesi
uğruna yapılabilir hamleler olarak görürler. Ancak duydukları esas kaygı,
Türkiye’nin bu hamlelerle uluslararası kamuoyundaki imajının bozulması ve
Kıbrıs meselesi çerçevesinde haklılığını yitirecek olmasıdır.
* Bu yazı, Toplumsal Tarih dergisinin Ocak 2018 tarihli sayısında yayımlanmıştır.
Emre Can Dağlıoğlu
[1] Bu noktada,
1980’lerden itibaren sol adına üretilen bilgi ve siyasetin de geçmişle
yüzleşme, hafızalaştırma ve eşit vatandaşlık bağlamında ortaya ne koyduğu
tartışmalıdır. Kısaca, bu kapsamda üretilenlerin genellikle kendini
sorgulamayan, üstün gören, genel bir duyarsızlıktan ve empati kuramamadan
mustarip olduğunu söylemek kanımca haksız olmayacaktır. Ancak bu tartışma
tamamen başka araştırmaların konusudur.
[2] Elçin Macar
(2008), ‘1960’lardan 2000’lere “Sol ve Azınlıklar”: Gecikmiş Bir Birliktelik,’
Murat Gültekingil (ed.), Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce: Sol içinde, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 1237.
[3] Ancak Yön ile Devrim dergileri, “tek bir zincirin birbirinin devamı olan
halkaları” değillerdir. Özellikle Yön’ün
1965 yılına kadar olan demokratik siyaset içinde mücadelesi ile Devrim’in askeri darbe yoluyla iktidarı
ele alma isteği, siyasi yöntem olarak farklı mevkilerde konumlanırlar. Süreç
içerisindeki bu değişim, aynı zamanda 60’lar solunun önemli bir damarının siyasi
serüvenidir. Ergün Aydınoğlu (2011), Türkiye
Solu (1960-1980), İstanbul: Versus Kitap, s. 87.
[4] Gökhan Atılgan
(2002), Yön-Devrim Hareketi: Kemalizm ile
Sosyalizm Arasında Geleneksel Aydınlar, İstanbul: TÜSTAV Yayınları, s. 191.
Genel olarak Türkiye solunun Kıbrıs meselesine bakışı için bkz. Abdullah
Korkmazhan, (2017), Türkiye Solunun
Kıbrıs Çıkmazı, Lefkoşa: Yayınevi yok.
[5] Yön (1962),
‘Kıbrıs: Cinayetler!,’ 20, s. 15.
[6] Yön (1963),
‘Kıbrıs Meselesi,’ 56, s. 4.
[7] Doğan Avcıoğlu
(1963), ‘Kıbrıs,’ Yön, 70, s. 11.
[8] Hikmet Özdemir
(1986), Kalkınmada Bir Strateji Arayışı:
Yön Hareketi, Ankara: Bilgi Yayınevi, s. 56.
[9] Bunun en büyük
göstergesini Hikmet Özdemir şu gerekçelerle açıklar. Bahri Savcı’nın kapatılmaya
konu olan yazısı 1963 yılında Demokrasimiz
Üzerine Düşünceler isimli kitabında aynen yayınlandığında, herhangi bir
kovuşturmaya uğramamıştır. Yön
dergisi, 1964 Eylül’ünde tekrar yayınlanmaya başladığında da Yön’ün açtığı karşı
dava halen sonuçlanmamıştır. Bunlar, kapatma cezasının dönemin yetkilileri
tarafından Aydemir hareketiyle Yön’ün yakın ilişkisi göz önünde bulundurularak
verildiğinin açık bir göstergesidir. Özdemir, Kalkınmada Bir Strateji Arayışı, s. 56-7.
[10] Hülya Demir ve
Rıdvan Akar (1994), İstanbul’un Son
Sürgünleri, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 72.
[11] a.g.e., s. 91.
[12] Bu yazılardan
dördü daha sonra kitap haline getirilerek basılacaktır, bkz. Niyazi Berkes
(2002), Patrikhane ve Ekümeniklik,
İstanbul: Kaynak Yayınları.
[13] İlhan Selçuk
(1965), ‘Amerika, Yunanistan… Ve biz!,’ Yön,
109, s. 3.
[14] İlhan Selçuk
(1966), ‘Bu iktidarın iktidarı nereye kadardır?,’ Yön, 160, s. 3.
[15] Bu imzayla çıkan
yazılar, İlhan Selçuk’un ifade ettiği gibi Doğan Avcıoğlu tarafından yazılır,
akt. Gökhan Atılgan (2016), ‘Doğan Avcıoğlu: Geleneksel Aydınların Son
Çığlığı,’ Emir Ali Türkmen ve Ümit Özger (ed.), Türkiye Solundan Portreler içinde, Ankara: Dipnot Yayınları, s.
429.
[16] Yön (1965),
‘Kıbrıs’ı, dümen suyu politikası yüzünden kaybetmek üzereyiz!,’ 108, s. 5-6.
[17] Avcıoğlu’nun
sözünü ettiği uygulama, 1951 yılında Heybeliada Ruhban Okulu’nun Milli Eğitim
Bakanlığı emriyle “Teoloji İhtisas Okulu” olarak isimlendirilmesidir. Böylece
ruhban okulu, üç sınıflı lise ve dört sınıflı teoloji ihtisas bölümlerinden
oluşan yüksek okul statüsüne kavuşmuştur. DP iktidarı sırasında ruhban okulu
için bir diğer önemli gelişme de 1952 yılında çıkarılan ek yönetmelikle yabancı
memleketlerden gelen ve Türkçe bilmeyen öğrencilerin de okula kabulüne izin
verilmesidir. Elçin Macar, (2012), Cumhuriyet
Döneminde İstanbul Rum Patrikhanesi, İstanbul: İletişim Yayınları, s.
292-3.
[18] Yön (1965),
‘Ümit ölmez,’ 109, s. 5.
[19] Yön (1965),
‘Birleşmiş Milletler’den NATO’ya,’ 111, s. 5.
[20] Kristina Boreus
(2006), ‘Discursive Discrimination: A Typology,’ European Journal of Social Theory, 9 (3), 415.
[21] Dönemin
basınının Kıbrıs meselesi ve tehciri nasıl yansıttığına dair bütüncül bir
değerlendirme için bkz. Ceren Sözeri (2016), ‘Kıbrıs Meselesinin Rehineleri:
Basının Gözüyle 1964 Sürgünleri,’ Hakan Yücel (ed.), Rum Olmak Rum Kalmak içinde, İstanbul: istos Yayıncılık, 39-66
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder